İslam düşünce geleneğinde bilimsel açıklamanın sınırları-2

İBRAHİM HALİL ÜÇER
Abone Ol

Aristoteles ve Galen, gözlemlediğimiz özellikleri ortaya çıkaran fiziksel süreçlerin tamamen keşfedilebilmesinin imkânsız olduğunu söylemiş, İbn Sînâ ise bunun kompleksiliği dolayısıyla çok zor olduğunu iddia etmişti. Câbir b. Hayyân, doğa merkezli nitelikçi modelden kaynaklanan bu imkânsızlık ve zorluk vurgularını kendisine ait kimyevî modelle geride bırakmış ve gözlemlenebilir fiziksel özelliklere temel teşkil eden nedenlerin "gizilliğini" çözerek onları hem fizikselleştirme hem de nicelleştirme noktasında büyük bir adım atmıştır.

Bilimsel açıklamanın sınırlarıyla ilgili önceki yazımızda İbn Sînâcı modeli ele almıştık. İbn Sînâcı model hem İslam dünyasında hem de Orta Çağlar boyunca Batı'da rakipsiz bir üstünlük elde etmiş bir çerçeveyi ifade eder. Onun bu üstünlüğü, açıklamasız hiçbir şey bırakmayan bütünlüklü ve tutarlı yapısından ileri geliyordu, ancak İbn Sînâ'nın doğal evrende açıklamasız hiçbir şey bırakmaması, her şeyi "gerçekten" açıkladığı şeklinde anlaşılmıyordu. İbn Sînâ kehribarın saman çöplerini çekmesi gibi elektriksel ya da mıknatısın demiri çekmesi gibi manyetik bazı özelliklerin ortaya çıkışını sağlayan fiziksel süreçleri ayrıntılı bir şekilde açıklayamayacağımızı zaten itiraf etmiş, hatta daha ileri giderek bir elementin, maddenin, bitkinin veya canlının "nasıl" oluştuğuna dair açık-seçik bilginin –zorluğu dolayısıyla– neredeyse imkânsız olduğunu söylemişti. Hâl böyleyken, insanlar nasıl olup da bu modelin her şeyi açıkladığına ikna olmuştu? Bunun sebebi İbn Sînâ'nın zorluğu ya da imkânsızlığı dolayısıyla açıklanamaz olduğunu kabul ettiği şeylerin neden açıklanamaz olduğuna ilişkin de bir teori geliştirmiş olmasıydı.

Yani İbn Sînâ'nın sistemi bir şeyleri açıklayıp diğer bazı şeyleri açıklamasız bırakarak okul filozoflarının o kadar çekindiği "sistemsel boşluk korkusuyla" (horror vacui) onları baş başa bırakmıyordu; bunun yerine, açıklayamadığı şeylerin niçin açıklanamaz olduğunu da izah ederek en azından mantıksal açıdan boşluksuz bir sistem inşa ediyordu. Buna göre İbn Sînâ kendisinden önce gelen ve doğa merkezli bir izah modelini benimseyen Aristoteles ve Galen gibi bilginlerin "değişik" (idiotes: acâib) diyerek hasır altı ettiği özelliklerin (havâss) sistem içerisinde boşluğa neden olduğunu görmüş ve onları sistem içerisine dâhil edip şöyle demişti: Bu özellikler ‘acâib veya garâib değildir; onlar da diğer özellikler kadar doğal, dolayısıyla normaldir. İbn Sînâ'ya göre insanların onları acayiplikle nitelemesinin nedeni, oluşum mekanizmalarına ilişkin bir idraksizlikle ilgilidir. Bu özelliklerin ortaya çıkmasını sağlayan fiziksel süreçler o kadar karmaşıktır ki onları tümüyle kuşatmamız ve nasıl olup da bu özelliklerin bu fiziksel süreçlere bağlı olarak ortaya çıktığını açıklayabilmemiz çok zordur.

Örnek olarak canlılığın şu fiziksel altyapıya/maddeye bağlı olarak ortaya çıktığını ve ikisi arasında güçlü bir korelasyon bulunduğunu biliriz, ama bu maddenin hangi faktörlerin bir araya gelmesiyle bu kadar incelip canlılığa zemin teşkil edecek şekilde özelleştiğini bilmemiz kolay değildir. Çünkü İbn Sînâ'ya göre canlılığı taşıyan maddenin meydana gelişi, basitçe o maddenin analizinden çıkartılabilecek bir şey değildir; o maddenin oluşumu, kozmik etkilerden elemental seviyedeki etkileşimlere kadar evrendeki sayısız fiziksel etkileşimin tamamını hesaba katmamızı gerektirir. Oysa bu faktörlerin tamamını bilebilmemiz mantıksal olarak mümkün olsa da insan tekinin bunların tamamını kuşatabilmesi "teknik" olarak imkânsızdır. Peki, bunları bilsek bile bir fiziksel özelliğin oluşumuyla ilgili her şeyi eksiksiz bir şekilde idrak ettiğimizi söyleyebilir miyiz? İbn Sînâ için bunun cevabı olumsuzdur. Ona göre fiziksel özelliklerin oluşumunda, fiziksel süreçlerden ayrı ikinci bir faktör daha vardır.

Bu faktör varlık verici metafizik ilkeye tekabül eder ve tanrısal varlık akışı şeklinde kendisini gösterir. Bu tanrısal varlık akışının nasıl işlediği sorusu İbn Sînâ için gerçek bir bilinemezlik alanından ibarettir. Tıpkı birinci durumda olduğu gibi, formel seviyede, maddedeki özelliklerin bilfiil ortaya çıkması için tanrısal varlık akışına ihtiyaç duyulduğunu biliriz, ama tanrısal etkinliğin işleyiş biçimini, en azından rasyonel sınırlar dahilinde, bilemeyiz. Bu çerçeve İbn Sînâcı bilimsel rasyonalitenin açıklayıcı sınırlarını açık bir şekilde ortaya koyar. İşte burada Câbir b. Hayyân'ın temsil ettiği ve İbn Sînâcı modele neredeyse tümüyle muhalif yeni bir perspektif öne çıkar: kimyevî model. Fiziksel evrenle ilgili açıklayıcı modeler söz konusu olduğunda İslam düşünce tarihi çalışmalarının en çok ihmâl ettiği alanlardan biri Câbir b. Hayyân'ın (721-815) kimyevî modelidir. İbn Sînâ'nın aklî doğaları merkeze alan süreklilikçi modeli ile kelamcılarla özdeşleşen parçacıkçı modele nispetle Câbir'in nitelikleri ve niteliksel oranları merkeze alan kimyevî modeli bilimsel yöntem bakımından neredeyse hiç ele alınmamıştır.

Câbir doğa merkezli Aristotelesçi-Galenci modelin açıklayamadığı, bu nedenle de acayipler sepetine (havâss) attığı özellikleri masaya yatırır ve bilimsel açıklamanın sınırlarını genişletme iddiasıyla yeni bir bilimsel disiplin önerir: ilmu havâssi'l-havâss(=gizil özelliklerin özellikleri bilimi). Etkileri gözlemlenen ama sebepleri açıklanamayan özelliklere hâssa denildiği göz önünde bulundurulursa, Câbir'in sebepleri itibariyle bir nevi gizillik kazanan bu özellikleri bilinemezlik sahasının dışına çıkarıp onların gizilliklerini ortadan kaldıracak bir bilimsel disiplinin peşinde olduğu görülür. Sözgelimi, kendisinden önceki tıp, mineraloji, botanik veya farmakoloji kitapları herhangi bir bitkinin, maddenin veya ilaç terkibinin gözlemsel özelliklerini anlatıyor ama sebeplerini söyleyemiyor mu, Câbir işte bu sebepleri bulabileceğini iddia eder. Somut bir örnekle açacak olursak, bir farmakoloji kitabı bingöz otunun safra salınımını kolaylaştırdığı tespitinde bulunabilir, çünkü birisi bingöz otunu yediğinde bu otun müshil olduğunu zaten gözlemleyebiliriz.

Fakat soru şudur: Neden başka bir ot değil de bu ot söz konusu etkiye sahip? Bir etkiyi bilimsel bir şekilde açıklamanın tek yolunun onu sıcak, soğuk, kuru ve yaş gibi niteliklere indirgemekten geçtiğini düşünenAristotelesçi-Galenci bakış açısı, bingöz otundaki bu etkiyi bahse konu niteliklere indirgeyerek açıklayamadığını gördüğünde, onu "etkisini gözlemlediğimiz ama sebebini bilmediğimiz" acayip özellikler (hâssa) sepetine atmış ve olağan bilimsel açıklamanın dışına almıştı. Hatırlanacağı üzere, Aristoteles ve Galen'den farklı olarak İbn Sînâ bu özelliklerin oluşumunu sağlayan nedensel süreçlerin mutlak manada bilinemez olmadığını savunmuş; onların fiziksel niteliklerin karışımı anlamında mizaçla ortaya çıkan maddi istidatlarla ilişki içerisinde meydana geldiğini söylemiş; lakin karmaşıklığı dolayısıyla bu oluşum sürecinin analiz edilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu savunmuştu.

Câbir b. Hayyân, Aristotelesçi- Galenci modelin cisimlere ait özelliklerin önemli bir bölümünü "açıklamasız" bırakarak yetersiz ve geçersiz bir açıklayıcı çerçeve önerdiği iddiasında İbn Sînâ ile mutabıktır. Fakat İbn Sînâ'nın "bu etkilerin oluşum mekanizmasını" bilebileceğimizi, ama "bu mekanizmanın içeriksel seviyedeki kompleks işleyişine hakim olamayacağımızı" söylediği yerde ondan ayrılır. Câbir'e göre özelliklerin oluşum ve etkide bulunma mekanizmalarını izah edebileceğimiz bir yöntem vardır. Elkîmyâ'nın önerdiği açıklayıcı çerçeveyi ifade eden bu yöntemsel bakış açısı Câbir'de ilmu'l-mîzân(ölçü ve denge bilimi) adını alır. Câbir'in hikmetle özdeşleştirdiği ve gerçek felsefe olarak adlandırdığı ilmu'l-mîzân sayesinde evrendeki tüm fiziksel özelliklerin oluşum ve etkide bulunma mekanizmaları analiz edilebilir, bunun da ötesine geçilerek aynı mekanizma bir laboratuvar ortamında yeniden üretilebilir. Bir başka deyişle Câbir için fiziksel evrenin iç işleyiş mekanizması hem zihinde temsil edilebilir, hem de bu temsile bağlı bir şekilde mekanizmanın işleyişine müdahil olunabilir.

Câbir, Aristotelesçi yaklaşımın aksine, fiziksel evrenin temeline ateşhava- su-toprak gibi unsurları değil sıcak-soğuk-kuruyaş gibi nitelikleri yerleştirir. Onun için tözsel niteliğe sahip olan ve her şeyin temelinde bulunan şey unsurlar değil, niteliklerdir.

Elkîmyâ'nın metodolojik bakış açısını yansıtacak şekilde ilmu'l-mîzân, fiziksel evrenin ölçülebilir niteliklerin bir toplamı olduğu düşüncesine dayanır. Buna göre Câbir, Aristotelesçi yaklaşımın aksine, fiziksel evrenin temeline ateş-hava-su-toprak gibi unsurları değil sıcak-soğuk-kuru-yaş gibi nitelikleri yerleştirir. Onun için tözsel niteliğe sahip olan ve her şeyin temelinde bulunan şey unsurlar değil, niteliklerdir. Bahse konu nitelikler madenlerden bitkilere ve canlılara gelinceye değin farklı birçok fiziksel forma bürünür. Buna binaen Câbir mineralleri oluşturan elemental niteliklerden metallere kaynaklık eden civa (zeybak) ve kükürt (kibrît) unsurlarının ortaya çıktığını, bu niteliklerin giderek kompleksleşen karışımlarıyla da organik cisimlerin en komplekslerinden biri olan insana ulaştığımızı söyler. Câbir şöyle düşünür: Cisimlerin her türden özelliği eşyadaki nicelik ve nispet ilkelerine bağlıdır; niteliksel karışımların ağırlık ve miktar gibi ölçütlere bağlı bir şekilde niceliksel oranlarının tespit edilmesi mümkün olabilir. İlmu'l-mîzân sayesinde bu oranları tespit ettiğimizde, mıknatıs ve demir gibi dışarıdan bakıldığında tamamen aynı özelliklere sahip görünen iki madenin nasıl olup da tamamen farklı özellikler sergilediğini –yani birinin çekme özelliğine sahip olduğu hâlde, diğerinin böyle olmadığını– açıklayabiliriz.

Câbir'den önceki Aristotelesçi-Galenci niteliksel model kadar ondan sonraki İbn Sînâcı istidat teorisinin de niçin demirin çekmeyip de mıknatısın çektiği sorusuna "içerikli" bir cevap veremediği dikkate alındığında, Câbir'in iddiası gerçekten devrimsel niteliktedir. Câbir bu cevaba ulaşmak için tamamen laboratuvar ortamında gerçekleşebilecek dört temel işlemden söz eder. Bu işlemlerden ilki "saflaştırma", ikincisi "çözündürme", üçüncüsü "katılaştırma", dördüncüsü ise "birleştirme"dir. Bu analiz ve sentez süreçlerinin süblimleştirme, damıtma, çökeltme, sabitleme gibi kimyasal teknikler aracılığıyla yürütülmesi neticesinde Câbir, cismi oluşturan niteliklerin her birinin miktarını, diğer niteliklere oranını, saflık derecesini vs. tespit edebileceğini düşünmüştür. Bu oranların mükemmel bir şekilde tespiti, cisimlerde gözlemlendiğimiz özelliklerin kaynağında bulunan fiziksel altyapının açık bir şekilde ortaya çıkarılması manasına gelir. Böylece demir ve mıknatısın hemen hemen aynı niteliklere sahip olsalar da bunların mikdar, konumlanma, oran ve saflık dereceleri açısından farklılaştığı tespit edilebilir; nihayet bu sayede neden demirin değil de mıknatısın çektiği ortaya konulabilir.

Câbir hemen her cisimde bu niteliksel oranı tespit başarısına ulaşamamış olsa da bu amaç etrafında yürüttüğü saflaştırma ve çözündürme gibi kimyevi işlemler sayesinde farklı maddelerden özel asitler çıkarmayı (örn. Tuzdan hidroklorik asidi, ekşi meyvelerden sitrik asidi, sirkeden asetik asidi) başarmış, saflaştırma ve sentez süreçlerini birleştirdiği yerlerde ise çeliğin geliştirilmesinden farklı metaller, boyalar, yağlar hazırlama gibi karmaşık kimyasal işlemler gerçekleştirebilmiştir. Bu işlemlerle ilgili olarak konumuz açısından asıl önemli olan şey, Câbir'in laboratuvarda neyi başarıp başarmadığı değil metodolojik olarak neyi başarabileceğine inandığıdır. Buna göre Câbir minerallerden insana gelinceye değin bütün fiziksel varlıkların aynı işlemlere tabi tutularak analiz edilebileceğini ve bu analiz neticesinde elde edeceğimiz niceliksel oranlar sayesinde onlara ait büyüme, canlılık, bilinç gibi özelliklerin temellerinin kefşedilebileceğini söyler. Bu keşif süreci Câbir için ölçü ve denge bilimi olarak ilmu'l-mîzân'ın açıklayıcı gücüne işaret eder. Câbir'in ilmu'l-mîzân'ın açıklayıcı gücüne inanmasını sağlayan şey sırf teorik hesaplamalar değil, aynı zamanda hem laboratuvardaki kimyevi işlemlerde hem de bizzat kendisinin tıbbi uygulamalarında elde ettiği başarıdır.

Bununla birlikte Câbir için ilmu'l-mîzân sadece keşfetme, açıklama ve fiziksel süreçlerin zihinsel temsillerini verme gücüne sahip değildir, bu güce bağlı olarak kimyasal dönüşümler gerçekleştirme ve yapısal dönüşüm anlamında transmutasyon süreçlerini işleterek fiziksel evrenin işleyişine müdahil olma imkânına da sahiptir. Câbir, ister başarsın ister başarmasın, ilmu'l-mîzân'ın sağladığı müdahale gücüne o denli inanıyordu ki Kitâbu't-Tecmî‘ adlı eserinde insanın canlı yaşam formlarını yeniden üretebileceğini (tekvînu'l-hayevân) düşünmüş, bu ilmin bir insancığı meydana getirebilecek kudrette olduğunu iddia etmiştir. Bununla birlikte bu işlemin nasıl gerçekleştirileceği hususunda Câbir o kadar açık değildir. Saflaştırma süreçlerinin sonunda ulaşmak istediği ve "saf" niteliklerin bir karışımı olarak ortaya çıkan iksirin elde edilmesi, bu iksire ulaşmamızı sağlayacak şekilde kararlı saf nitelikleri verecek altın oranların keşfedilmesi, nihayet iksirin işleyişini sağlamak üzere kimyacının ruhsal açıdan kararlı/dengeli bir hâle ulaşması ayrıntıları tam olarak verilmemiş şeylerdir.

Öyle ki bu süreçlerin tamamlanmasını sağlayacak işlemlerin nasıl başarıya ulaştığı sorusu, Câbir'de "Rabbâni bir sır" olarak kalır. Yine de Câbir yukarıdakine benzer başarıların elde edilebileceği inancını korumuş ve önerdiği yöntemin gücüyle ilgili daima iyimserlik telkin etmiştir. Câbir Kitâbu'l-mîzân es-sağîr adlı eserinde, canlı üretme ve insancık meydan getirme gibi iddiaların tanrısal yaratmayı insana atfetme tehlikesi içerdiği yönündeki eleştirileri de cevaplamıştır. Ona göre böyle bir şeyin dinî açıdan mahzur teşkil ettiğini söylemenin anlamı yoktur, çünkü burada yapılan şey "tanrısal yaratma" değil, "tanrının sanatını taklittir". Buradaki "taklit" vurgusu Câbir'in önerdiği metodolojinin boyutlarına ilişkin güçlü imalara sahiptir. Buna göre Câbir kimyevî modelin başarısında iki şeyi önemser. Bunlardan birincisi evrendeki fiziksel özelliklere zemin teşkil eden kompleks maddi altyapıların eksiksiz bir biçimde keşfedilebilmesidir.

Hatırlanacağı üzere Aristoteles ve Galen, gözlemlediğimiz özellikleri ortaya çıkaran fiziksel süreçlerin tamamen keşfedilebilmesinin imkânsız olduğunu söylemiş, İbn Sînâ ise bunun kompleksiliği dolayısıyla çok zor olduğunu iddia etmişti. Câbir b. Hayyân, doğa merkezli nitelikçi modelden kaynaklanan bu imkânsızlık ve zorluk vurgularını kendisine ait kimyevî modelle geride bırakmış ve gözlemlenebilir fiziksel özelliklere temel teşkil eden nedenlerin "gizilliğini" çözerek onları hem fizikselleştirme hem de nicelleştirme noktasında büyük bir adım atmıştır. Bu, bilimsel açıklamanın sınırlarını, kapısı kapatılmış bir fiziksel araştırma alanını içine alacak denli genişletme adımını ifade eder. İkinci olarak Câbir bilinç, canlılık ve büyüme gibi özelliklerin hangi fiziksel altyapılara bağlı olarak ortaya çıktığını keşfetse de bu yapıların bahse konu özelliklere sadece temel teşkil ettiğini, asıl kaynağın bu fiziksel karışımlar olmadığını fark etmiştir.

Bir başka deyişle bahse konu özelliklerin fiziksel karışımlara indirgenemeyeceğini, onlarla fiziksel alt yapı arasında yalnızca bir "korelasyon" bulunduğunu anlamıştır. Laboratuvar ortamında gerçekleştirdiği kimyasal işlemlere bağlı olarak, doğru oranları yakaladığı her seferinde özelliklerin ortaya çıktığını fark etmesinin bu korelatif zorunluluğu keşfetmesinde etkili olduğu söylenebilir. Bu keşfe bağlı olarak Câbir, indirgemecilikten uzak bir biçimde, maddi altyapıları mükemmel oranlara bağlı olarak inşa ettiği her seferinde özelliklerin de ortaya çıkacağını iddia etmiştir. Dolayısıyla Câbir için taklit, özellikleri ortaya çıkarabilecek oranların verili maddi altyapılar içerisinde keşfedilmesinden ve sebebi "Rabbani bir sır" olarak kalan korelatif zorunluluğu laboratuvar ortamında "tekrar edebilme" imkânından kaynaklanır. Bu yönüyle taklit, dinî düşünceyle herhangi bir çelişki barındırmaksızın bilimsel açıklamanın sınırlarını genişletmek için "meşru" ve kapsamlı bir alan inşa eder.