İsa değilsen ne diye çarmıha koşuyorsun

HALİL KURBETOĞLU
Abone Ol

Dostoyevski’nin Türkçeye Budala ismiyle çevrilen eseri, yeni bir kalkışma başlatmak isteyen dönemin tüm sosyalist ve liberal gençlerine öğüt anlamı da taşır. Çarlığa düşman, Batı tandanslı özgürlük savunucusu gençlerin, dümeni kaybetmesinin trajik bir öyküsüdür Budala.

İnsan en çok anlamaktan yorulur. Hayır, sonsuza kadar koca bir kayayı dağın zirvesine taşımak değildir Sisifos’u yoran. Hatta belki taş ovaya ağır ağır inerken, Sisifos tepeden aşağıya salına salına en sevdiği türküyü çığırırken bile hayal edilebilir. “Beni” der Albert Camus, “işte tam bu noktada, taşı tekrar zirveye taşımak için tepeden aşağıya salınırken ilgilendirir Sisifos…”Sisifos’u mutlu hayal etmek mecburiyetindedir insan ama aynı zamanda çokça yorgun. Yorgunluğu taşıdığı kayanın ağırlığı kadar değil, her şeyin ama her şeyin farkında olmasından, taşı zirveye çıkardığında tekrar vadiye yuvarlanacağını bilmesinden kaynaklıdır. Her şeyi anlamasından…

Yok olmayı, silinip gitmeyi, hiçliğe karışmayı kabul etmeyişiyle çok yakın iltisaklıdır çektikleri… Çarmıha koşar biteviye, dirilişi çarmıhın direklerinde gizlidir Sisifos’un.

Sisifos’un habire mızraklanan yorgunluğu, pusmuş bir şahan olmasından da kaynaklanır. Budandıkça fışkıracak olmasından, öldükçe yeni baştan yaratılmasından. Yok olmayı, silinip gitmeyi, hiçliğe karışmayı kabul etmeyişiyle çok yakın iltisaklıdır çektikleri… Çarmıha koşar biteviye, dirilişi çarmıhın direklerinde gizlidir Sisifos’un. Bal mumunu gözyaşlarıyla ıslatır bu sebeple, insana şekil verirken. Yanmadan yakmaz Sisifos. Tanrıları kızdıran basit bir kalkışma değildir onunkisi. Suçludur Sisifos. Tanrılardan her şeyi anlama kudretini çalmıştır.

Yorgunluğu taşıdığı kayanın ağırlığı kadar değil, her şeyin ama her şeyin farkında olmasından

Dostoyevski’nin Türkçeye Budala ismiyle çevrilen eseri, yeni bir kalkışma başlatmak isteyen dönemin tüm sosyalist ve liberal gençlerine öğüt anlamı da taşır. Çarlığa düşman, Batı tandanslı özgürlük savunucusu gençlerin, dümeni kaybetmesinin trajik bir öyküsüdür Budala. Prens Mışkin, saflığın yegâne timsali olarak işlenmiş ama hakikatin siyasetini kaybettiği için kendisi tarafından bile yerilmiştir. Her şeyi anlayan iki karakterden biridir Mışkin. Sisifos kadar cesur değildir ama Prometeus kadar kurnazdır. Ve fakat yaptığı hırsızlığı ele verecek kadar da “budala”.

***

Oysa İppolit, yirmili yaşlarda, üstelik iki haftacık ömrü kalmış, gerçeği değiştirebilecek tüm kudretini kaybetmiş, trajedisinin meşrulaştırıcı gücünü yanına alan bir verem hastası olarak başı dik, sözleri kibir oklarıyla dolu bir gençtir. Her şeyi kendisiyle başlayıp kendisiyle bitiren bir savrulmanın, Dostoyevski metinlerinde karikatürize edilen tek karakteridir. Hastalığının bir tedavisi yoktur İppolit’in, üstelik acılar içinde kıvranmakta, çevresindeki insanlar tarafından dışlanmaktadır.

  • Prens Mışkin ve arkadaşlarını bir gece bazı itiraflarda bulunacağını söylemek için davet eder. Herkes bu iki haftacık ömrü kalan zavallının davetine icabet etmiştir. İppolit ise “Apres moi le déleque!” dediği metnini okur. “Benden sonrası tufan!” diyerek büyük bir iştahla okuduğu metinin insanlarda bırakacağı izi merak etmiştir.

***

İki güçlü tezi vardır İppolit’in. Biri ölümün yadsınamaz gerçekliğine karşı yaşamanın yadsınamaz absürtlüğü. İkincisi ise yaşama tutunacak bir daldan yoksun bırakılmanın kopkoyu umutsuzluğu. İppolit için iki hafta iki yıl, iki yüz yıl aynıdır. Madem ki bir gün ölüm onu soğuk dudaklarından öpecektir, beklemenin, bekledikçe daha çok acı çekmenin anlamı nedir?

Dostoyevski'den bugüne: Modern terörizmin arkeolojisi
Cins

Yine de beklemek istediğini söyler İppolit. Fakat bu acıya kim için katlanması gerektiğini de sorar. Hans Holbein’in “Ölü İsa’nın Mezardaki Tablosu”nu gösterir: “Daha çarmıha gerilmeden önce büyük acılar çekmiş, yaralar almış, işkencelerden geçmiş, sırtında haçını taşırken muhafızlarca dövülmüş, halk tarafından taşlanmış, haçın altında ezilmiş ve sonunda altı saat (benim hesabıma göre an az bu kadar) çivilenmiş olarak haçta kalma acısını yaşamış bir insanın ölüsüydü bu.” Hz. İsa burada gerçek bir insandır. Çürüyen bedeni, yaraları, ağzı açılmış, gözleri yuvalarından kaymış, çürümeye yüz tutmuş bir ceset olarak gerçek bir insan...

Prens Mışkin, saflığın yegâne timsali olarak işlenmiş ama hakikatin siyasetini kaybettiği için kendisi tarafından bile yerilmiştir.

İppolit bu gerçek insanı göstererek, “Bunca acıyı tanrı diye taptığınız İsa için mi çekmem gerekir?” sorusunu bütün acımasızlığıyla sorar. Ve Prens Mışkin’in ağzından duyulur duyulmaz bir ses tonuyla, Edward Hallett Carr’ın deyimiyle, edebiyattaki en büyük cevabı alır: “Önümüzden buyurun ve bize mutluluğumuzu bahşedin…”Budala, ilk beş yüz sayfada yaşamı ölüme tercih edenlerin, yaşamın, tüm acılara, kavgalara, sıkıntılara, hastalıklara rağmen ölümden âlâ tutulduğu bir kitapken bir anda tersyüz oluverir. Mışkin açıkça İppolit’e “önden buyurun” diyerek onu teşvik eder adeta. Okur bir anda neye uğradığını şaşırır, beş yüz sayfa boyunca yaşamın her şeye rağmen yaşanılası olduğundan dem vuran yazara hafif öfke bile duyacaktır.

***

İppolit mektubu okumuş insanların itiraflarına verdiği tepkiyi de ölçmüştür. Artık cebinde sakladığı revolveri ateşleme sırası gelmiştir. Silahı birden çıkartıp kafasına dayar. Fakat revolver ateşlemez.

Önden gitme ve bize mutluluğumuzu bahşetme lütfunu yazar İppolit’e vermeyecektir. Tutukluk yapar silahı. Çarmıh ancak onu hak edenlere bahşedilir. Bedelini ödeyenlerin hakkıdır taşlanmak… Kendine bir yaşam kurmayı başaranların, bir kez daha dirilmeye azmedenlerin ve şeytanın üç iğvasına karşı çöllere düşmeyi göze alanlarındır. Dostoyevski İppolit’in kulağına yaklaşır, bu uçarı ve öfkeli gence son sözünü esirgemeyecektir: “İsa değilsen ne diye çarmıha koşuyorsun!”