İnsanın karanlık yüzü: The Cremator
Film, Kopfrkingl'in çarpık bilincinin bir yansımasıdır. Modern toplumlardaki aidiyet duygusundan yoksunluğun dönemin modasına uygun olarak bireyi nasıl faşizme yönlendirdiğinin de hikâyesidir. Kopfrkingl karakterinde bireyin aidiyet kazanma ve kendini gerçekleştirme isteğinin sosyal ve siyasal alanda nasıl patolojik bir sapkınlığa dönüşebileceğini görürüz.
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Avrupa'da pek çok şey gibi sinema da yüzleşmelerle dolu yeni bir inşa sürecine girdi. Bu dönemde Fransa ve İtalya'daki güçlü sinema akımlarının yanı sıra adını pek de duymadığımız Çekoslovakya'da da sinema önemli bir dönemeçteydi. İnsanlık kavramı Avrupa özelinde ciddi bir çöküş içerisindeyken Çek Yeni Dalgası olarak adlandırılan bu sinematik dönemin birkaç yönetmeninden biri olan Juraj Herz ise The Cremator (Spalovac mrtvol, 1969) filmiyle toplumsal travmalara bakmak için farklı bir pencere açar. Elbette bunda Prag Baharı'nın etkisi büyüktür ve sinemacıların göreceli rahatlığı Sovyet işgaliyle birlikte sona ererken The Cremator gibi örneklerde gördüğümüz güçlü sinema potansiyeli özgürlüklerle birlikte rafa kaldırılacaktır. The Cremator, 1930'lu yılların Prag'ında yaşayan tuhaf bir adamın hikâyesini anlatır. Filmin ana karakteri Kopfrkingl, bir krematoryumda ölüleri yakmaktan sorumlu olan ve tâbir-i caizse işine âşık bir adamdır.
Ölüler ile çalışmak onu hayata karşı zamanla yabancı kılar ve hijyen takıntısını ateşin temizleyiciliğinde dindirir. Dolayısıyla hayata bakışını yakma fetişizmi, yani ölüm fikri üzerinden konumlandırır ve bu konuda rehberi ise Tibet'in Ölüler Kitabı'dır. Kitaba göre kişi öldükten sonra cesedi vahşi hayvanlara yem olmak üzere doğaya atılır, çünkü beden insan ruhunu hapseden bir hapishanedir, ruhun reenkarne olabilmesi için bedenin tamamen yok olması gerekmektedir. Kopfrkingl de cesetleri yakarak ruhları kurtardığına inanır. Böylece karakterin korkak ve toplumsal alanda kendine güvenini yitirmiş nevrotik hâli yaptığı işe gereğinden fazla kutsallık atfetmesi olarak karşımıza çıkar. Her şey, takıntılı bir adamın yaptığı işi, hayatı anlamlandırma çabalarının bir sonucudur. Bu sebeple karakterimiz ilk etapta şeytan ruhlu fakat aynı zamanda nezaket dolu olduğu için zararsızdır. Ancak Avrupa'da ırkçı söylemlerin popülaritesinin gittikçe yükseldiği İkinci Dünya Savaşı arifesinde cesetleri yakarak ruhları özgürleştiğine inanan bir adamın yer alacağı saf elbette hümanist bir çizgide olmayacaktır.
Bir orta sınıf fantezisi olarak başlayan mesleğin kutsallaştırılması, kendine Nazizm gibi kışkırtıcı bir ideolojik zemin buldukça Kopfrkingl'de kontrol dışı bir hâle bürünür. İlk başta Nazi argümanlarını anlamlandıramaz ve sorgular fakat hayattaki en büyük tutkusuna dair vaatler cazip gelir. Tapınağı olarak gördüğü krematoryumun tanrısı olma fırsatı ayağına gelmiştir. Buna bir de Kopfrkingl'in kadınlara olan düşkünlüğü eklenince sarışın kadınlarla dolu bir Nazi toplantısında birden damarlarındaki bir damla Alman kanını hissetmeye başlar. Nihayetinde Wilhelm Reich'ın da bahsettiği gibi kitleler aldatılmamış, bilakis Kopfrkingl'de olduğu gibi belli bir anda faşizmi arzulamışlardır. Naziler Kopfrkingl'e devasa bir krematoryumda fantezilerini gerçekleştirebilmeyi vaat ederken, onun ruhları kurtardığı fikri ise Naziler'in katliamına en uygun fikri temeli de sağlar. Ancak karakterimizin "birkaç küçük sorunu" vardır; kendisi Alman ırkından değildir ve üstelik bir Yahudi ile evlenerek iki çocuk sahibi olmuştur.
Filmin başına dönersek konuşmalarıyla eşini ve çocuklarını yüceltmesi bile aslında onların ne kadar yetersiz olduğunu kapatma çabasıdır aslında ve bu çaba, her açıdan yetersiz bulduğu ailesinden kurtulmak için fırsat ele geçirdiğinde nihayete erer. Öyle ya, gerçekler acıdır fakat değiştirilemez değildir ve bu sebeple Kopfrkingl kendi hayatında gerçekleri tek tek ele alarak yeniden yaratmaya başlar. Dolayısıyla "büyük bir dava"dan aldığı motivasyonla gerçekleştirdiği radikal eylemlerinin ilk kurbanı en yakınlarıdır. Ahlâk çizgisindeki bu sapmayı varoluşlarını kusurlu gördüğü Yahudileri ölümle şereflendirerek aynı zamanda bir ulusun kutsal ideallerini gerçekleştirmesi olarak çarpık zihninde meşrulaştırır. Böylelikle Kopfrkingl, Nazi ideolojisinin korkunç ve yıkıcı doğasının yürüyen bir sembolü hâline gelir.
The Cremator, 1930'lu yılların Prag'ında yaşayan tuhaf bir adamın hikâyesini anlatır. Filmin ana karakteri Kopfrkingl, bir krematoryumda ölüleri yakmaktan sorumlu olan ve tâbir-i caizse işine âşık bir adamdır.
The Cremator, diğer holokost filmlerinden oldukça farklı bir üslupla derdini söyler, holokostun kendisinden çok fikrine odaklanır. Böylelikle benzer anlatılardaki katliam görüntüleriyle yaratılan şiddet pornografisinden sıyrılarak zihnimizin karanlık köşelerinde saklanan faşizmi kurcalar. Nazi ideolojisinin Doğu Avrupa'da nasıl karşılık bulduğunu Kopfrkingl karakterinin bakışını esas alarak anlatır. Film, aslında Kopfrkingl'in çarpık bilincinin bir yansımasıdır. Bir bakıma modern toplumlardaki idiyet duygusundan yoksunluğun dönemin modasına uygun olarak bireyi nasıl faşizme yönlendirdiğinin de hikâyesidir. Kopfrkingl karakterinde bireyin idiyet kazanma ve kendini gerçekleştirme isteğinin sosyal ve siyasal alanda nasıl patolojik bir sapkınlığa dönüşebileceğini görürüz. Yönetmen faşizmin kitlelerde nasıl karşılık bulduğunu gerçeküstü bir üslupla ortaya koymaktadır.
Konusundaki ciddiyete rağmen The Cremator, olabildiğince absürt bir psikolojik gerilim filmi olarak karşımıza çıkar. Juraj Herz, İkinci Dünya Savaşı'na kadarki Avrupa sinemasından ve Hollywood'dan topladığı görsel malzemeyi The Cremator'da yeniden şekillendirir. Bu şekillendirmede etkili olan Çekoslovakya'nın geçirdiği sosyo- politik dönüşümlerdir. Grotesk bir atmosferde geçen hikâye savaş bitene dek süren Alman egemenliği nedeniyle Alman dışavurumculuğundan izler taşır. Diğer yandan filmdeki Hitchcockvari gerilim toparlanmaya çalışan Avrupa sinemasının Hollywood'a öykünmesi olarak düşünülebilir. Filmdeki kurgu anlayışı ise savaş sonrası Sovyet sinemasının Doğu Avrupa'daki etkileridir. Tüm bunlar filmde kurgudaki hızlı kesmeler, yer yer balıkgözü lenslerin devreye girdiği yakın çekimler olarak kendine yer bulur.
Yönetmen, Kopfrkingl ile özdeşleşmemizi ister, çünkü benzer karanlık dürtüler çoğu zaman farkına varmasak bile bizde de mevcuttur. Dolayısıyla kamera ile karakter arasındaki bu denli yakın mesafe filmi Kopfrkingl'in öznel anlatısına dönüştürür ve film de karakterin zihninin bir yansıması olarak dağınıktır, seyircisini de dağıtır nitekim. Juraj Herz, The Cremator'da anlatısını sıra dışı bir sinemayla tarzıyla kurar. Karakteri ve sosyo-politik alt metni gittikçe rahatsız eden bir çizgiye oturtur. Çekoslovakya'daki değişim, ince fakat dokunaklı bir şekilde beyazperdeye yansır. Filmi önemli kılan ise döneminde anlatılmaya cesaret edilemeyen henüz kapanmamış yaralara dair bir hikâyeyi rahatsız edici şekilde bize sunmasıdır.
Evet, yaralar kapanmadı, hatta dönem dönem tekrar kaşındı, kanatıldı. Her ne kadar The Cremator, tarih ve coğrafya olarak bizden uzakta gibi dursa bile günümüzde de yeterince pâye alamadığı için nefretini dezavantajlı gruplara yöneltmekte bir beis görmeyen Kopfrkingller bizden çok uzakta değil aslında. Zira birilerinin "Aman Allah korusun" gibi sevimli dileklerle başlayan dükkân yağmalama şartlı cümlelerinin satır aralarında Juraj Herz'in anlattıkları yeniden ve yeniden hayat bulmaya devam ediyor.