İnsanımızın yeni bir ruha, ortak ideallere ihtiyacı var

MEHMET ZANA ÖNGENÇ
Abone Ol

Gravür, eski̇ belgeler i̇le anti̇k çağ ve i̇slam si̇kkeleri̇ alanında uzman, i̇leti̇şi̇mci̇, yayıncı, müzeolog ve kent tari̇hi̇ araştırmacısı Hasan Mert Kaya i̇le gezdi̇ği̇ ve şahi̇t olduğu meseleler etrafında batılılaşma hastalığı üzeri̇ne konuştuk.

Hasan Mert Kaya.

“Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır” diyor malumunuz Aliya İzzetbegoviç. Hâl böyleyken nasıl oldu da biz birden uygar olmayan Batının hayranı olduk?

Bu durum çok düşündüğüm ve kendime nedenleri hakkında sürekli cevaplar aradığım bir durum. Tek kelimelik cevabı: Güç. Bu tek kelime şerh edildikçe sorunun cevabı uzun cümlelere dönüşüyor. Gördüğüm ise şu; evet, güç mağlup ettiklerini gücün sahiplerine benzeten, dönüştüren ve dönüştürülmeyi yenilen tarafın sanki gönüllü kabulü gibiymişçesine içselleştirmelerine vardıracak kadar etkili bir enstrüman. Tarih boyunca bu böyle olmuş. Helenler Perslere yenilmiş ve kendi icatları olan madeni paraları Pers ağırlık birimlerine göre basmaya başlamışlar. Ardından Makedonyalı Büyük İskender güçle galip gelmiş. Bu defa da Persler onlar gibi para basmış, onların alfabesini kullanmış. Mağrur ve Muzaffer Roma İmparatorluğu zamanında işgal edilip kolonileştirilen topraklardaki insanların çoğunun hayali Roma vatandaşı olabilmek ve Latince konuşabilmek olmuş. Edinilen bu iki kimlik sizi insan (humane) kılıyordu. Aksi takdirde Latince konuşamayan, sadece “bar bar bar” şeklinde garip sesler çıkaran yarı insan, insanımsı (semi-humane) oluyordunuz. 8-15. yüzyıllar arasında Müslümanlar ilim, bilim ve askerlikte güçlerinin zirvesindeyken Toledo’dan Londra’ya, Sicilya ve İtalya’dan Kiev ve Transsaksonya bölgesindeki birçok şehirlere uzanan bir coğrafyadaki Hristiyan krallıklarının paraları dönemin lingua francası olan Arapça ve Arap alfabesi ile basılıyordu.

Osmanlının yükselme döneminde Avrupa’daki Türk Akımı…

Evet, Avrupa’da Türk modası / Turqueire akımı. Türk gibi giyinmek, Türk gibi yemek yemek, Dresden’de 40 gün 40 gece süren Türk düğünü yapmak, Türk sultanları adına operalar düzenlemek ve örnekleri daha da çoğaltarak söyleyebiliriz ki, gücün karşısında yenilenler isteseler de istemeseler de dönüşürler. Düzeni kuranlar, kuralları belirleyenler gücün sahibi olanlardır ve siz de düzene uymak zorundasınızdır. Batı karşısında 17.yüzyıldan itibaren ekonomi, teknoloji ve askeri alanlarda yaşanan kayıplar zamanla bizi onlara dönüştürdü. Onları ilk başta sevmedik ama düzene uyarak bir süre sonra rutinlerimiz onlar gibi olmaya başladı. Ardından bu rutinleri hayatlarımızın olağan akışı olarak kabul ettik ve ede ede sorgulama sınırını da aşıp onlarlaştık. Bu dergiyi okuyan okurların büyük kısmı Amerika’ya ve Batıya tepkilidir, mesafelidir. Fakat bu dergiyi basan matbaa sisteminden, hâlihazırdaki kıyafet kodlarımızı, fastfood ve kahve kültürümüzü, internet ve akıllı telefondan savaş uçağımıza kadar hemen her şeyi onlardan aldığımızı, onlar gibi olmuşken onlara mesafeli duran, sözde kalan bir tepkiselliği kahramanlık sayar olduk. Onların gücü, bizim güçsüzlüğümüz bizi dönüştürdü ve onlara çevirdi.

Doğunun yüce Medeniyetinin bir ferdi olmaktan gurur duymak yerine Batı Medeniyetini bize cazip kılan şey nedir?

Sınırları kolay aşan bir kültürün şehveti. Doğunun emek ve sorumluluk isteyen değerlerinin batıda kolay ulaşılır olmasının dayanılmaz cazibesi. Karşı cinsin sesine, yüzüne erişilebilirliğin çekiciliği. Doğuda sevgilinin bir kirpiği kalbe atılan bir ok etkisi yaparken, doğuda güzelliğin türlü letâif içerisinde tıpkı bir inci gibi gizli olmasına karşın batıda her şeyin gücün nispetinde kolayca elde edilip tüketime hazır olması. Tabi emek verilmeden elde edilen, herhangi bir taş parçası gibi sıradanlaşan değerlerin bu kolay ulaşılırlığı günümüz modern insanının problematik, tatminsiz, çabuk bıkan ve bunalımlı ruh hâlini oluşturdu. Tatmin ve mutluluğu daha çok tüketmeye bağlı kılan yüzeysel ve pop bir dünya sundu Batı. Amerikan Rüyası denen bir sanal ve adı üstünde bir rüya vaat etti insanlara. Aslında bu milyarca Sisifos üretmekten başka bir şey değildi. Bu noktada bizi Batı hayranı kılan en önemli unsur ise kuşkusuz algı oldu. Bu algı olmayan, laboratuvar koşullarında kurgulanıp sunulan rol modellerle oluşturuldu. Sinemada, tiyatroda, müzikte sunulan başarı hikayeleri aslında kuyumcu terazisi hassasiyeti ile üzerinde çalışılıp sunulan bir ürün esasında. Moda denilen kavramla “tarz yaratan” ve tüketim odaklı çağdaşlık, mutluluk ve saygınlık anlayışının tamamının temel muhatabı ve müşterisi bizim “nefs-i emmare” dediğimiz şeyden başkası değil aslında. Ne yazık ki nefs-i emmare en çabuk etkilenen ve yayılan, pop olanı yücelten bir bilinç seviyesi. Biz de nefs-i emmarenin esaretinde birer Batı hayranıyız.

Jamestown köle mesciti.

Takdir ederseniz yapay olan Batıya değil de tabii ve samimi olan Doğuya yönelim nasıl sağlanabilir?

Bu mümkün ama çok zorlu ve uzun bir süreçle mümkün. Batı hayranlığı bu topraklarda yeni ya da Cumhuriyetle başlayan bir durum değil. III. Selim döneminden itibaren sürekli ve giderek artan bir erozyonla değerlerin mağşuş edilmesi ile geldik bu noktaya. Bugün baktığımızda bizi “biz” ya da “bize has” kılacak hiçbir somut değerimizin kalmadığını görüyoruz. Bir bayram ya da Cuma namazına kaftan giyerek gitseniz çok büyük bir ihtimal ile deli muamelesi görürsünüz. Oysa Japonya’da kadınların kimono, erkeklerin yakuta adı verilen geleneksel kıyafetleriyle özel iş toplantılarına gitmeleri bir prestij algısı oluşturur muhataplarında. Alfabesi, kıyafeti, nev-i şahsına münhasırlığı ve alamet-i farikası kalmamış, dili düşüncelerini ifade edebilecek kavram zenginliğinden yoksun bir kitleyi alıp tekrar forme etmek kolay değil. İlk sorunun cevabı aslında burada da geçerli: Güç… Hayranlık oluşturacak, rol model alınacak, cazibe odağı kılınacak bir dünya kurmanız gerekli ki bu sadece eğitim sisteminin didaktik ders kitapları marifeti ile sağlanabilecek bir şey değil. Televizyonundan, oyun dünyasına tüm dijital alemi, sosyal medyayı, sinema ve dizileri kapsayan uzun vadeli bir içerik stratejisi planı çıkarılıp yılmadan uygulanmalı. Hayatın gerçeklerinden uzak, sadece ideallerden, sloganlardan ve manifestolarda ibaret hamasi yaklaşımlarla değil; basit ama hayatın kılcal damarlarına kadar inebilen stratejilerden söz ediyorum. Beş yaşındaki bir çocuğun oyun oynadığı tabletin içeriklerinden, bizler gibi yetişkinleri çekecek Hollywood standartlarında prodüksiyonlara uzanan ama odağında kendi dünyamızın değerlerinin bugünün beğeni kriterleri ile uyumlu sunan rafine ve sofistike bir zekâ lazım bize. O da yok. Türkiye’de her şeye para var ama nitelikli içeriğe kaynak yok.

Belki de bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biri ‘millet olma’ bilincine dair hassasiyetimizin azalması. Modern dünyada bu tehlike nasıl bertaraf edilebilir?

Millet olamama halinin mefhum-u muhalifi illet olma hâli bana göre ki biz de giderek illet olma yolunda ilerliyoruz. Kendi değerlerine düşman, bilmeyen ama bilmediğini de bilmeyen, cehaletin, avamlığın kutsandığı bir muhafazakârlık kök saldı 1950’li yıllardan itibaren. Kasabalı olma, külli cahilin cesur darb-ı meselinin tezahürünün sürekli yaşandığı ve bunun yüceltilip paraya tahvil edildiği bir cahil periler çağına eriştik hep beraber. Gayet varlıklı bir iş insanının ofisinde Afgan işi keçi derisi üzerine yakılarak işlenen Felâk ve Nas sureleri asılı. Bakıp, “ne kadar güzel değil mi?” diye soruyor. Güzel olan ne? İbare mi, hattın yazı tarzı mı, nispetler mi, tezhip mi?.. Güzel olanı tariflemekten aciz ama güzel diyor. İşte bu sığlık ve estetik şuursuzluğu bize naifliği ve hikmeti yitirmiş olduğumuzu gösteren en masum örneklerden biri. Bunu sosyal medyada biraz gezinerek çoğaltabilirsiniz. Ortak değerler ve hedefler bilinci olmayan, umutsuzluğu ve agresifliği şiar edinen, ben merkezcilikle kendisinden, “kendisini gerçekleştirmekten” –ne demekse- başka hiçbir hedefi olmayan, diğerkâmlık, fedakârlık ve adanmışlıktan zerre nasibi olamamış kitlelerden millet değil illet oluyor ancak. Burada da bir önceki sorunun cevabına atıfla, uzun soluklu bir maraton koşucusu olmamız gerektiğini düşünüyorum. En ama en önemlisi hedefler belirleyen ve bu hedeflere erişim yollarını yani pratiğini ortaya koyan, bunu ölçülüp, denetlenebilir kılan bir içerik stratejisi belgesi üretmeli aydınlarımız. Türk insanının tıpkı ölü bedene ruh üflenmesi misali, yeni bir ruha, kenetleneceği ortak ideallere ihtiyacı var. Bunun için de “yapanın yaptığının yanına kâr kalmaması”, trafikte, kuyrukta kaynak yapanın, emniyet şeridinden gidenin, haksızlık edenin yaptırımını hızla gördüğü bir ya devlet başa halinin tesisi şart. Bunlar olursa biz millet oluruz, içimizde halen var o değerlerin kırıntıları. Ateş sönmeden canlandırmak lazım.

Birçok şehir ve ülke gezdiniz. Siz aralarında en az bizim kadar ‘millet olma’ bilince erişmiş bir ülkeye rastladınız mı?

Evet, rastladım. Kore ve Japonya’da buna şahit oldum ve itiraf edeyim çok gıpta ettim. Millet olmanın hamasetle değil, hayatı yaşarken, hayatın ta kendisinde olduğunu gördüm. Korelilerin Kore arabası ve telefonu dışında bir ürünü kullanmadığı, Japonların da aynı şekilde kendi ülkelerinin üretimi araçları ve ürünleri tercih etmelerinde gördüm millet olmanın ışığını. Emekli bir Japon profesörün belediyeye dilekçe verip her sabah oturduğu sokağı gönüllü temizlemek istemesinde, sohbetlerinde daha fazla vergi veriyor olmakla övünmelerinde ve onları millet yapan ritüellerin etrafında tutkuyla kenetlenmelerinde gördüm bunu. Batının olanca hegemonyasına rağmen geleneksel mimarilerini yaşatmaları, kadim alfabe ve örflerine sahip çıkışlarında, ülkeleri için fedakârlık yapmayı büyük bir onur saymalarında bir insan topluluğunu millet kılan detayların gücünü hissettim. Sanırım bizim bu noktada en büyük iki sorunumuz, -mış gibi yapmalar ve tribünlere oynayan şark kurnazlığından mülhem popülist, slogancı eyyamcılıklar.

Özellikle Afrika’da gezdiğiniz toplumlar Türkiye’yi nasıl tanımlıyor? Bu anlamda sizi hayrette bırakan ve duygulandıran durum neydi?

Jamestown balıkçı limanı.

Afrika’da en sevilen beyaz adam Türkler. Bunda 2002’den itibaren Cumhurbaşkanımızın geliştirdiği Afrika politikalarının etkisi kuşkusuz çok büyük ve belirleyici oldu. Türkiye, Türkiye’den büyüktür sözünün en canlı örneği Afrika. Afrika’nın Akdeniz kıyısındaki, özellikle de Mısır’daki Arapların Türk olduğumu öğrendiklerinde “Maşaallah, etrak ahsen’un nas / insanların en iyisi Türkler” demelerini unutamam. Sudan’da kardeş olarak bilinen, Güney Afrika’da kurtarıcı ve Ebubekir Efendi’nin torunları olarak biliniyor Türkler. Capetown’da Hamidiye Üniversitesi ve Camii yapan bir iddianın temsilcileriyiz aslında. Bizim güçlenmemiz lazım. Mazlumların, ezilen halkların yanında olmak, sömürüye dayalı emperyalist tek dişi kalmış canavarlardan bizlerin ve bu masumların izzetini korumak adına güçlenmemiz lazım. Hem zihin dünyamız hem maddi kas gücümüz ait olduğumuz medeniyet dünyasının değerleriyle güçlendirilmeli. Gana’da, başkent Akra’da kölelerin sevk edildiği Jamestown Limanı’nda Müslüman köleler için yapılan bir mescit kalıntısı görmüştüm. Mescidin kuşak ayeti tamamen silinmeye yüz tutmuş, birkaç kelimesi okunabiliyordu. O birkaç kelimeden kuşak ayetinin Âl-i İmran Suresi, ayet 103 olduğunu tespit etmiştim. “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünüp dağılmayın” mealindeki ayet… Daha sonra bu ayetin Akra’daki tüm camilerin kubbe kuşak ayeti olduğunu fark ettim. Hafıza böyle bir şey işte ve bu hafızada Türkiye’nin yeri çok değerli. Çad’dan Nijer’e, Mali’den Namibya’ya Türkler Afrika’da seviliyor.

Şahsi deneyimlerinizden ve seyahatlerinizden yola çıkarak sormak istiyorum, zamanda yolculuk imkânınız olsaydı nereyi görmek isterdiniz?

  • Abdurrahman bin Muaviye ya da Hacib el Mansur döneminin Endülüs’ünü ve Harun er Reşid’in Bağdat’ını görmeyi, onun sohbet meclisinde bulunmayı çok isterdim.