İnsanda kaybolan bataklık
Bir araya gelmesi mümkün olmayan, geçmişte birbirleriyle çatıştığını bildiğimiz, bambaşka dünya görüşlerine sahip örgütler aynı saftalar. Son fraksiyonların geçmişini birazcık bilenlerin küçük dilini yutacağı bir birlik halindeler. Şemsiyenin altında hepsine yer var. Bayrağın altına ise bir türlü sığamadılar.
Biraz sonra anlatacağım küçük hikâye, o uzak ve eski günlerden çıkıp geldiği zaman gömü bulmuş gibi sevinmiştim. Sevinmek ne kadar yetersiz bir tanımlama hâlbuki. İnsan bazen içinde bir gömü bulur gerçekten. Oysa o ne gömenin ne de bulanındır. Vakit tamama erince gömüleceği toprağa aittir. Bir yazar veya şair için ne biterse o toprakta bitecektir. Kalbin ve aklın rızkı oradadır.
İçim sıkılınca çocuk parkına giderim. Onların masumiyeti ve neşesi iyi gelir bana. Bir gün yine kafamda bitmemiş bir şiir, aklımı karıştıran düşünceler içerisinde kendimi çocuk parkında buldum. Dalgın bir şekilde salıncakta sallanan çocukları izlerken, içlerinden birisi salıncaktan düştü. Ağlamaya başladı. O ağladıkça, geçmiş çok uzaklardan gelip bankta yanıma oturdu.
Portakal ağacını dalına dolanmış kalınca bir ip ve ipin üstünde bir minder. Bir kız çocuğu minderin üstünde sallanıyor. Erkek kardeşi yaramaz. Gittikçe daha hızlı sallamaya başlıyor kızı. Hızlandıkça hızlanıyor. Ve sonunda kaçınılmaz olan şey gerçekleşiyor. Küçük kız minderin üstünden havalanıyor ve az ötedeki çalılığın içine düşüyor. Bir çığlık yavaşça yükselmeye başlıyor. Erkek kardeş topuk uçurtma. Elindeki hortumu yere atan dede, küçük kızın yardımına koşuyor. Çalılığın içerisinden çıkarıp, elini yüzünü yıkıyor. Mendiliyle dikenlerinin çizip kanattığı yüzünü siliyor. Başını okşayıp, hıçkıra hıçkıra ağlayan kızı teskin etmeye çalıyor. Fakat ne çare. Geçti diyor dede, geçti kızım ağlama artık. Kız burnunu çeke çeke dedesine bakıp ‘Ama yüzüm çizildi, çirkin oldum ben, güzel değilim artık’ diyor ve ağlamaya devam ediyor. Dedenin yüzünde bir gülümseme. Öyle bir gülümseme ki Portakal ağaçlarından, Tarhana’nın kokusundan, küçük kuzuların yampiri adımlarından, Beydağları’nda dolanan namlı geyikten ödünç sanki. Yayladan düze yeni inmiş bir gülümseme. Öyle işte. Diyor ki küçük kıza;
“Her zaman güzel olan asla güzel değildir kızım. Yüzün yüreğini gölgelemesin...”
Sonra ne oldu? Kız yine de ağlamaya devam etti. Zaman ve mekân değişti. Yürekler gölgelendi. Güzelin adı değişti. Adın güzeli değişti. Kendimizi bulmak için bir define haritası gerekti bize. Gömülerin üzerine çok topraklar atıldı.
***
Kazancakis’in Girit’te, Mişima’nın Japonya’da, Marquez’in Kolombiya’da, Goethe’nin Almanya’da, Aytmatov’un Kırgız bozkırlarında, Puşkin’in Rusya’da, Calvino’nun İtalya’da, İvo Andriç’in Balkanlar’da, Nizar Kabbani’nin Şam ve Beyrut’ta bulduğu gömülerden bahsetmek istedim aslında.
Ve elbette Sezai Karakoç’un, Kemal Tahir’in, Tarık Buğra’nın, İsmet Özel’in, Nurettin Topçu’nun bu topraklar da bulduklarından da…
Bahsetmek istedim çünkü mekânın ve zamanın aynılaştığı, farklı enlem ve boylamlarda aynı zevklerin, aynı düşüncelerin, aynı eserlerin, aynı hayatların, suni ortamda büyüyen çim adamlar gibi her yeri kapladığı bu tuhaf zamanlarda gerçeği sadece milli olanlar temsil edebilir. Değerli olanı, nadir olanı, fark yaratanı…
Kendi küçük tecrübesine o derece kilitlenmiş ki bizim aydınımız (bu kavramı tedavülden kaldırma zamanı da geldi) kaybolmanın kıymetini dahi yitirdi. Çünkü kaybolan ve kaybolduğu için arayan, başka tecrübelere yol soran, adres için ayağını yere basan o tip de kalmadı artık. Şinitzel’ine bayıldıkları Viyana’nın Otto Neurath’ına kulak kabartsalar keşke. Otto diyor ki;
“Eskiden bir insan ve bir bataklık karşılaştıklarında, insan kayboluyordu; şimdiyse bataklık kayboluyor.”
İçlerinde bataklıkların kaybolduğu akademisyenler, yazarlar, sinemacılar imzaladıkları bildirilerle, yazdıkları yazılarla, ekranlardaki konuşmalarıyla bize diyorlar ki; ‘Siz hala burada mısınız? Siz siz olarak niye varsınız? Bakın biz bir şemsiyenin altına girdik. Bu şemsiyenin altında biz, İstanbul’da Londra arıyoruz. Ankara’da Paris. Biz bu şemsiyenin altında Fransız bir romancı, İtalyan bir şair, Amerikalı bir yönetmen nasıl yapıyorsa öyle yapmak, o şekil eylemek derdindeyiz. Bunu yaparken de sizi etrafta görmek istemiyoruz, steril yabancılığımıza halel getirmeyin. Bunun yolu marjinal sol grupların silahlı eylemlerini desteklemekten geçiyorsa biz varız. PKK, PYD, YPS, YDG-H bunlara da boş değiliz.’
Şemsiyenin altına girenler ile bayrağın altında olanlar arasında bir mücadele bu. Başka düşüncelerin, fıtratların, meşreplerin bu zaviyeden bakınca bir önemi yok. En üst perdedeki saflar bu şekilde. Bir araya gelmesi mümkün olmayan, geçmişte birbirleriyle çatıştığını bildiğimiz, bambaşka dünya görüşlerine sahip örgütler aynı saftalar. Son fraksiyonların geçmişini birazcık bilenlerin küçük dilini yutacağı bir birlik halindeler. Şemsiyenin altında hepsine yer var. Bayrağın altına ise bir türlü sığamadılar.
***
Kaptan şiirlerini yazan Atila İlhan’ın, yani Cenova garından, Paris’ten, Sidney Bechet’in caz havalarından, Saint Micheal’deki talebe kahvelerinden bahseden Atilla İlhan’ın Zehra’nın gözlerinde gelip durduğu yeri yadırgarlar. Paris’te Zehra’yı aramasındaki esaslı vaziyeti kavrayamazlar. Çünkü onlar Zehra’da Paris’i ararlar. Boşuna sözü Atila İlhan’a getirmedim. Şimdilik mevzuyu o kapatsın; “Türk aydını Türk değildir”...