İnsan: Hayret
Hayret, nazar edenin karşılaştığı şeye dair bilgisinin olmadığının farkına varmasıdır. Bu hâl bile ciddi bir tekâmül olarak kabul edilir.
Hayret, Arapçada ‘şaştı’ anlamına gelen hâra fiilinin mastarıdır. Sözlükte, hiçbir cihete teveccüh etmeyip kalmak, ne yapacağını bilememek, taaccüp gibi anlamalara gelir. Yenice karşılaşılan bir şeyi yahut durumu tanıma çabası olarak da tanımlayabiliriz. Bir kelimeyi özü/kökü itibariyle tanımlama gayreti her zaman en doğru sonuca ulaştırmayabiliyor. Hayret kelimesi için de tam olarak bu geçerlidir; çünkü kelimeyi sadece mezkûr anlamlarla sınırlamak hem özünü hem de o öz üzerine düşünmeyi kısıtlar. Takdir edilir ki kelimeler alelâde söylenmiş ses kalabalıkları değiller. Uzun vadede, geleneğin birikimini barındırarak, bazen sözümüz, kelimemiz, sesimiz var. Bu yüzdendir ki söze bir kutsiyet atfedilmiş, kişinin arzuhalinde kullandığı kelimelerden yola çıkarak tabiatının/ karakterinin/ahlâkının güzelliği ölçülür olmuştur. Bu itibarla hayret kelimesinin farkına varma, fark etme, şaşkınlıktan donup kalma gibi kök anlamları da odak noktasına dahil edilmeli ki, ‘şaştım’ demekle ‘hayret ettim’ demek arasındaki farka vakıf olunabilsin. Şaşmayı bir fiil olarak kabul eden bu medeniyet, hayret etmeyi bir hâl olarak kabul eder ve o hâl üzere yaşar.
Hayret halindeyken gözün kapanmasının söz konusu olmadığı söylenir. İyice kulak kesilince hayret ehline, kişi ruhen bir sefere çıktığından bedenin mecalden soyunduğu anlaşılıyor. Bu hâlin en bariz biçimini aşk ile görmek mümkündür; çünkü aşk hissin beden üzerinde çok güçlü bir etki bıraktığı durumdur. Aşk kemale erdiği zaman bedenin söz söyleme hakkı yok olur ve aşık bedenini kontrol altında tutamaz. Fuzûlî, sevgilinin yüzünü harikulade çizilmiş bir resme benzeterek, aşığın o güzellik karşısında dilinin tutulduğunu ve görenlerin onun donakaldığını zannettiğini şu beyitle ifade eder.
Hayret ey büt sûretün gördükde lâl eyler meni Sûret-i hâlüm gören suret hayâl eyler meni
Hayret makamı, tasavvufta ise yüce bir hâlin adıdır. Büyükler bunu, Cenâb-ı Zülcelâl’i tanıyan, ancak bu tanımayı izah edemeyen ârifin makamı olarak arz etmişlerdir. İfade edememek yani lâl olmak/donakalmak, tanımak sonucunda gerçekleşen bir olay olsa gerek. Dolayısıyla sadece bilmek, tanımak için yeterli değildir. Nitekim bahsi geçen âriftir, âlim değil. Alim, eşyanın bilgisine sahip olan ve zamanla ses ya da anlam değişikliğine de uğrayarak meydana gelirler. Hele ki bu aziz topraklarda dinin, felsefenin, bilimin, ilmin, şiirin, türkünün, sanatın ve tasavvufun kemâle ermiş biçimiyle harmanlandığında kelimeler, salt manalarından sıyrılarak medeniyetimizin neşvünema etmesine sebep olmuştur. Yani hoşgörünün, samimiyetin, hemdert oluşun temelinde bu bilgiyi izah eden kimsedir. Çünkü şey/eşya bilindiği takdirde izah edilebilir. Sözgelimi iğnenin mahiyeti, işlevi, şekli vs. bilgi düzeyinde anlatılabilir. Fakat iğnenin batması durumunda hissedilen acı nasıl ve hangi kelimeyle anlatılır? Bu sebepten duyguların madden kelimelerle muhataba aktarılması son derece zordur. Mümkün olan, o duyguyu duyumsamak ve iç alemde bilinmeyen bir dille kendi kendine konuşmak, tefekkür etmektir. Bu ise tanımak mesabesinde olan ârifin işidir. Demek ki bilmek âlimin filidir, bildiğini tanımak ve yaşamak ise ârifin.
- Şaşmayı bir fiil olarak kabul eden bu medeniyet, hayret etmeyi bir hâl olarak kabul eder ve o hâl üzere yaşar.
Bahşedilmiş acziyet nimetinin muhatabı insana bir temsil hükmünde olan özünü tanımlayamaması durumu, kendini ifade edememe problemi inzivaya muhtaç kılınmasına sebeptir. İçine doğru seyrin gerekliliğine işaret, kendi kendine konuşmaya, içsel yolculuğa işaret. Herkesçe bilinen benin yok oluşuyla, giz olan benin varlığında bulur insan kendini. Dile dökülemeyen ve sır olan bu derin varoluş Bizim Yunus’ca; ‘Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeri’ ifadelerinde düğümlenecekti. Çünkü Yunus (ks) aşkın sekr halindeydi ve sır olan benin varlığında buluyordu kendini.
Aşkın mertebelerinden sekr hâli hayrete doğru kişinin ilk adımlarını özetler. Sekr mesabesinde aşık temaşa eder. Öyle sermesttir ki idrak edemez dünyanın ne olduğunu. Alemi kendinde, kendini alemde bulmanın, tanımanın ilk adımını atmış ve bütünü (kâinatı) kendinde görmeye başlamıştır. Kâinatı kendisi, kendisini kâinat olarak temaşa etmeye başlamış, O’ndan başkasının yani başka bir hakikatin olamayacağına, O’nun hakikatin kendisi olduğuna tüm varlığıyla kani olmuştur. Bunun içindir ki Hz. Ali efendimiz, gayb perdesinin aralanmasının imanı üzerinde bir etkisinin olmayacağını belki de bu hâldeyken söyleyebilmişti.
Hayret makamında, Şeyh Galib’leyin söz alem-i sükuta erer. Ona göre sözün/beyanın bir ehemmiyetinin kalmadığı ve kifayetsiz kaldığı bu ummana dalan kimse için, hakikatin nurundan, bütün eşyadaki ve yerdeki o nurun tecellisinden başka bir şey yoktur, her şey onun izahı ve tasviridir. Seyre daldığı hakikate bütün his ve fikriyle, bedenen muvafakat içerisindedir.
Hayret makamına ulaşabilmek için geçilen hâllerden biri de ittisal yani vuslat halidir. İttisali, kalbin mükâşefesi ve sırrın müşâhedesi olarak tanımlamaktadır ehl-i keşf. Mükâşefe, aklın ve duyuların kısıtlı idrakinden geçerek ilahî bir lütufla açılan kalp gözüyle Rabbin tecellilerini temaşa etmektir. Aklın ötesinde ve perde arkasında bulunan sırra şahit olmaktır. Kaf suresinin 22. ayetinde (Şimdi perdeni açtık, artık gözün keskindir.) geçen ‘fekeşefna’ ibaresi ‘açtık’ anlamındadır. Bu da gözün keskin olmasını, temaşanın mümkün olabilmesi için söz konusu perdenin açılmasını zorunlu kılar. Dolayısıyla ittisal halinde olan kimsenin kalbini örten perdeden kurtulması ve bu sayede sevgiliyle baş başa kalması gerekir. Yani kimsenin göremediği güzelliği onun görmesi, ârifâne bildiğini tanımaya ve hayret etmeye başlaması demektir.
Allah’la ittisal için gayrısından uzak durmanın güzelliğini ve mükâşefe hazinesinin açılabilmesi için kalbin yalnızca onunla olmasının zorunluluğunu Şemseddin Sivasî şu beyitle dile getirmiştir: “Vasıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan / Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür-nûr olmadan.” Hayret makamına erişebilmenin tek yolu, kendisinde yok olduğu zatla/güzellikle meşgul olup, geriye kalan her şeyden sıyrılmasıyla yani kalbini ondan başka her şeyden fâni kılmasıyla mümkündür. Hatta ehl-i keşf, bu hale ulaşan kimse için her şeyi O/ sevgili olarak gördüğünü dile getirir. Hallac-ı Mansur’un ‘ene’l-hak’ ifadesi tam olarak bu durumu özetler. Necip Fazıl, Yunus’un hayret halini yani her şeyde O’nu görmesini, sayıları silip yalnız bire yönelmesiyle anlatır.
Sözün hülasası, hayretin salt bir şaşırmaktan ibaret olmadığı, derin bir ussal ve hissel yolculuğa çıkmak, karşısında şaşa kalınan Allah’ın/sevgilinin/şeyin mükemmelliğinin sunmuş olduğu fevkaladelikle mest olmak olduğudur. Ârifin, içerisinde olduğu, bunun da mûdâm olmasını istediği ve mükâşefe ettiği hâldir. Çünkü hayret, nazar edenin karşılaştığı şeye dair bilgisinin olmadığının farkına varmasıdır. Bu hâl bile ciddi bir tekâmül olarak kabul edilir. Söz konusu bilgisizlik hali defedilmese dahi bu uğurda çile çekilmesi, yani düşünmenin mümkün kılınması ciddi bir mertebe olarak addedilir. Bu itibarla insanın; Konfüçyus’un öğrenen, Thales’in araştıran, Sokrates’in sorgulayan, Aristo’nun düşünen, Septiklerin şüphe eden, Heraklitos’un tartışan, Kant’ın ise eleştiren bir hayvan olduğunu söyleyen mezkûr üstün zekalar hayretin olmazsa olmazlığını işaret etmek istemişlerdir.