İmgelerin ihaneti: Bu neden bir pipo değildir?
Resme mi yoksa sözcüğe mi, hangisine inanmalı? Nasıl sıyrılmalı bu çelişkiden? Foucault'nun dediği gibi Magritte, resim ile yazıyı birleştirdiği bu tablosunda görüntüye ve dile ortak bir alan ve ölçek yaratmış olur. Bir resim dahilindeki sözcüklerin, harflerin görüntülerinden başka bir şey olmadığını ileri sürerek zihnimizin bu ikisini farklı değerlendirdiğini vurgular. Bu bakış açısı Klee'nin resimlerini de anımsatır bir bakıma.
Rene Magritte'in bir pipoyu resmettiği İmgelerin İhaneti adlı tablosunda, pipo resminin hemen altında "Bu bir pipo değildir." (Ceci n'est pas une pipe.) yazar. Resim, alıcısına eğlenceli görünür ilk başta. Öyledir de. Sonuçta karşımızda bir pipo vardır ve hemen altında bunun bir pipo olmadığına dair bir iddia. Fakat önemsiz ve altyapısız, öylesine yapılmış bir ironi değildir bu. Magritte aktarmak istediğini büyük bir ustalıkla sindirir eserine; elbette okuyabilene... Bir resimle olan iletişimimizin başlangıcında sanatçının imgelemiyle ve bu imgelemi kendine özgü yansıtma şekliyle, yani bir yabancının "usul"üyle karşı karşıya kalırız. Bir metni anlamak için yazıları tanımayı ve okumayı bilmenin elzem oluşu gibi resimlerdeki sembolik altyapıyı algılamak da öncesinde bir temel edinmeyi gerektirir. Bize yabancı olanın içine girebilmenin bir vasıtası da yolu başkasının yürüyüşünü izleyerek, ayak izlerinden giderek öğrenmektir. Michel Foucault'nun Bu Bir Pipo Değildir adlı eserinin de yardımıyla bu resimden yola çıkarak Magritte'in çalışmalarında kurduğu imgelemin elimden geldiğince içine girmeye çalışacağım.
Gerçeküstücülük akımının en bilindik isimlerinden olan Rene Magritte, resimlerinde düş ile gerçeği birleştirir; birbirine zıt olanları bir arada kullanarak zihnimizin bağdaştırmaya olan meylinin önünü keser. Bunu yapmak için sembolik ve absürt bir üslup tercih eder ki resimlerinde gördüğümüz hiçbir varlığı gündelik, bilindik olanla ilişkilendiremeyelim. İmgelerin İhaneti adlı resminde ise bakışımızın en temelindeki ögelerden birini; en büyük bağdaştırma ve anlamlandırma bağlamımız olan sözcükleri kullanır. "Bir tablodaki sözcükler, görüntülerin yapıldığı aynı maddeden yapılmışlardır. (Ama) Bir tabloda, görüntüleri ve sözcükleri farklı şekilde görürüz." der Magritte. Nitekim resme bakarken seyirci ile okur kimliklerimiz çatışmaktadır. Yazıyı okur, resmi seyrederiz; bir resimle muhatap olmak onu yalnızca seyretmeyi gerektirir oysa.
Kendini yalanlayan düzleme, sınırları ressam tarafından belirlenmiş alana bakarız: Resme mi yoksa sözcüğe mi, hangisine inanmalı? Nasıl sıyrılmalı bu çelişkiden? Foucault'nun dediği gibi Magritte, resim ile yazıyı birleştirdiği bu tablosunda görüntüye ve dile ortak bir alan ve ölçek yaratmış olur. Bir resim dahilindeki sözcüklerin, harflerin görüntülerinden başka bir şey olmadığını ileri sürerek zihnimizin bu ikisini farklı değerlendirdiğini vurgular. Bu bakış açısı Klee'nin resimlerini de anımsatır bir bakıma. Paul Klee'nin eserleri görüntü ile yazı formlarını iç içe geçirerek zihnimizin yazıyı da bir resim içeriği olarak algılamasına neden olur. Sanatçı olarak bakışımızdan talep ettiği budur. Onun resminde "sözcüklerin görüntüleri" ya da "yazı biçimindeki figürleri" görürüz çünkü harfler okunabilen bir konumda değillerdir. Magritte ise iki ögeyi matematiksel olarak ayrı ama yine de birlikte, aynı çizgi içinde kullanarak seyircisine adeta meydan okur.
Yazı vasıtasıyla bir form, resim oluşturan kaligramlar, aslında bir aktarıma hizmet eden yazıları biçimle iç içe kullanmaya ve onlarla resim yapmaya yararlar. Sözcüklerle iletilmek istenen, yine sözcüklerle yapılmış bir resim aracılığıyla tasdik edilir. Dışarıdan, uzak bir bakış, kaligramların yazı değerini sıfırlar. Foucault, kaligramlar hakkında "Sözünü ettiği şeyi iki kez kıstıran kaligram, ona en kusursuz tuzağı kurar. Çifte girişiyle, tek başına söylemin ya da salt desenin beceremeyeceği yakalama işini gerçekleştirir." der ve Magritte'in de bu resminde bir tür kaligram oluşturduğunu öne sürer. Ancak Magritte yazıya -şekilden bağımsız- dilediğini söyleme özgürlüğünü bahşetmiş ve iki ögeyi birbirinden hem mekânsal hem de anlamsal olarak uzaklaştırarak kaligramların formuna karşı çıkmış olur. "Dil ile görüntü arasındaki bütün geleneksel bağıntıları bozmak için" yapar bunu. Tek başlarına bir şey ifade etmeyen ve yalnızca var olanları imleyen sözcükler, sembolik bir dizgedirler.
Bir sözcük gönderme yaptığını ihtiva etmez. Eder mi? Pipo sözcüğü kendisi midir piponun? Sözcük ile varlık arasında zorunlu bir ilişki olmak zorunda değildir. İsmimizi veya herhangi bir kelimeyi art arda defalarca tekrarlayınca onun seslerin birleşmesiyle kurulmuş bir başka uydurma ses olduğunun farkına varır ve sesin gönderme yaptığı varlığa gittikçe yabancılaştığımızı fark ederiz. Pipo sözcüğü ne anlama gelir? Pipo. Pi-po. Pipe, pipa… Boru, baca, sigara? Ya sonra?.. Belki de asılsız, anlamsız seslerdir çıkardığımız. Ses ve vurgulardan oluşan teorik bir sözcüğü, varlığın kendisinden, yani hakikatten evla kabul etmenin sebebi nedir? Öte yandan, ya sözcüklerse doğruyu söyleyen? Bir piponun resmi kendisi midir piponun? Resme inanırsak, varlığın resmini kendiyle eşdeğer kabul etmemiz gerekir. Sözcük zihnimizdeki "gerçek"e, varlığın aslına işaret ediyorsa, görüntüsünün kendi olduğunu iddia edebilir miyiz, örneğin kullanabilir miyiz bir pipo resmini?
Sonsuz bir paradokstur bu. İmgelerin İhaneti... Nedir imge? Kendine muhatap bellediğini yutarak kaplayan, alıcısını sezgisiyle sararak anlamını iletendir. Bilinçsiz bir idrakin yani öznenin kendini sembolizm denizine bırakışını mümkün kılar imgeler. Karşısında duran eğer teslim ederse kendini, tıpkı başa dolanan bir kumaşın benlikle bütünlük oluşturması gibi kendi sezgisiyle örtünmeyi vaat eder alıcısına. Bu yüzden bir sanat eserinin imgesini oluşturan ögelerin her birinin titizlikle inşa edilmesi gerekir. Bir kitap kapağını araladığımızda, bir müziğe kapıldığımızda ya da bir filme daldığımızda farklı bir âleme "yükseldiğimizi" hissetmemiz bu sebepledir. İçine girdiğimiz dünyayı oluşturan her detay, bizi kuşatan o sezgiye, imgeye hizmet eder. Üzerimizde oluşan etkiyi yaratan ögelerin ifadesi çoğu zaman güçtür. Bu ögeler bazen aşikârdır, bazen ise algılayamayacağımız kadar silik. Düşler kapısından adım atmak tıpkı yeni bir insanla tanışmak gibidir: onun duygu düzlemine açılabilmemiz için bize hikâyesinden, duygularından, gördükleri arasında kurduğu bağlantılardan ve sevinme ile üzülme şekillerinden söz etmesi gerekir.
Bir başkasının imgesine yaklaşmanın, birlikte aynı düşe dalmanın yolu birlikte aynı ruhsal düzlemde bulunabilmekten geçer. Bunun en keyifli yollarından biri de ondan bir anısını, o an ile özdeşleştirdiği şarkı eşliğinde anlatmasını istemektir. Sesin dolaysız nüfuz edebilen yapısı ve anlam zeminini oluşturan hikâye, anlatıcının maddi yakınlığı ile de birleşince, film izlerken olduğu gibi çeşitli duyularımızla karşımızdaki özneye dikkat kesiliriz. Ancak aynı melodiye birlikte kulak kesilerek, aynı varlık sahasını paylaşıp benzer duyguları edinerek adım atabiliriz "öteki" diye adlandırdığımızın fanusuna. Zihinsel bir bağlamda fark edilemese bile şeylerin imgeleri hatrımızdan hiçbir zaman çıkmaz. Çünkü duyuların en temelinde sezgi yer alır. Görünürde fikirler, sözler, sesler ve yüzler içerse de gerçekte yalnızca tarif edilmez bir tınıdır duyduğumuz. Böylece deneyimleriz kendimizden ötekine yaptığımız yolculuğu... Resimde yüzümüzü döndüğümüz "öteki" Magritte'in eserleri ve dolaylı yoldan zatı oluyor. Parçalara ayrılan bir bütünün, parçaları asıl odak noktası hâline gelince genel resmi algılamak güçleşir.
Magritte'in resimlerinde yaptığı da budur, detayları parlatırken mekân ve zaman algımızı parçalar, evrenine yabancılaştırır. L'Empire des Lumières resminde tepesinde günışığı olan bir sokakta, berrak bir gökyüzünün altında kapkaranlık binalar görülür. Karanlığı aydınlatan gökyüzü değil, sokak lambasıdır. Doğal ile yapayın, gece ile gündüzün karşıtlığı ışık imgesiyle vurgulanır. Âşıklar II resminde ise duruşlarından yakınlık derecelerini tahmin ettiğimiz, yüzleri farklı beyaz örtülerle kaplı bir çift görürüz. Yapılabilecek okumalardan ilki, ikisinin yüzünün de ayrı örtülerle kaplı olmasının yabancılığı, birbirine yabancılaşmayı ve bağımsızlığı temsil ettiğidir. Sevgi onları birleştirmeye, "bir" kılmaya yetmemiştir. Yüzlerinin (örtülerinin) gölgeleri ötekinin yüzünün belli bir kısmını kaplamaktadır. Kişinin gölgesinin, yani karanlığının bir başkasına düşmesi ötekini kötü yönde etkilediği, kendi varlığı ile diğerini gölgede bıraktığı veya ışığını söndürdüğü anlamlarına gelebilir.
Bu perspektiften, en yakınımızı bile hiçbir zaman tanıyamayacağımız ve iki öznenin aralarındaki duvarları yıkıp personalarının, -günlük olanın- ötesine geçerek kendilerine ait bir anlam dünyası kurmalarının mümkün olmadığı yorumunu yapabiliriz. İkinci yorum, çift oldukları belli olan bu figürlerin bu defa aşklarının getirdiği körlük sebebiyle ötekinin yüzüne körleşmeleridir. Çünkü artık bir öteki yoktur ortada. Ruhları başkalarının göremediği bir düzlemde birleşir; sevgileri öyle içselleşmiştir ki kendi varlıklarını aşar. "Sen", "ben", "öteki" kavramları kaybolur; benlikler, sıfatlar ve yüzler silikleşir. Görüntünün aldatıcı yanı yitmiştir; ses ve dokunuştur artık bağlarını sağlayan. Dokunuşun aracısızlığı sözcüğü arka planda bıraksa da ses, öznenin varlığını doğrularcasına, başını okşarcasına her ikisinin de içlerine işler. Yüzlerindeki örtülerin renginin beyaz oluşu masumiyete, aşklarının saflığına işaret etmektedir.
Göze inen perde temsil edilmeye uygun olmayan insanın ruhunu görebilmek için elzemdir: Suretler silikleştikçe varlık belirginleşir. Bir olunmuştur; kurulan sevgide ve sevgilinin hayalinde kaybolunmuştur artık. Agamben'in sevgi tanımı ile: "zorunlu olmasa da düzeltilmezliğinde, olumsal olmasa da böyleliğinde" görür, koşulsuz kabul ederler birbirlerini. Yan yana dururlar; "karşıdaki" değildir artık yüzlerini döndükleri. Bir başkasının kendinden yola çıkarak oluşturduğunu yalnızca o güne dek biriktirip kendimize kattıklarımız vasıtasıyla veya gösteren ile gören arasındaki sembolik altyapının benzerliği ölçüsünde anlamlandırabiliriz. İnsanlarla konuştuğumuzda aynı fikirde olduğumuzu düşünme yanılgısına kapılır, soyut kavramların içlerini aynı anlamlarla doldurduğumuzu varsayarız. Oysa tecrübe ve beslenilen kaynaklar gibi insanların kişiliklerini oluşturan tüm etkenler, anlam dünyalarını da farklı şekillerde inşa etmelerine sebep olur.
Sohbet etmek, deneyimle sivrilmiş noktalarımızı çarpıştırmak anlamına gelir bu sebeple. Dik yanlarımızı törpüleyip gardlarımızı indirmeden kendimizi bir iletişime, insana yahut esere açabilmemiz mümkün değildir. Fikirsel bağlamda açmak yeterli olmaz; hâl ve gönül diliyle de anlaşabilmek, aktarılmak istenenlerin hapsedildiği işaretlerin ardındakini görebilmek için çabalamak gerekir. Aktarılanı kavrayabilmek, işaret edilenin içimizde bir karşılığının olmasına da bağlıdır aynı zamanda. Güzeli ve çirkini, aslında tüm varlıkları bir tek onu kendilerinde de barındıranlar fark edebilir. Kendimizi terk etmemiz, bakışımızdan dışarı adım atarak dış bir bilinç geliştirmemiz mümkün değildir. Başkayı da bir tek sahip olduğumuz eksen dâhilinde değerlendirebiliriz üstelik. Bir varlığı fark edebilmemiz için, onda içimizde bir şeyler uyandırmasına sebep olan tetikleyicilerin olması gerekiyor. Görebilmek, başlı başına bir hassasiyetin göstergesi. Dikkatin cezbini sağlayan duyargamız yaşantımızın eseri. Ağımıza takılan kendimiziz en nihayetinde. Gördüğün sensin.