Hz. Ali Cenkleri: ‘Kendi’liğinden olanın güzelliğini düşünmek

SİLVAN ALPOĞUZ
Abone Ol

Bir arada oluşu kendine özgü kılacak eylemlerle donatarak bir toplum meydana getiriyorlar. Böylece kurucu bir dil, kurucu bir ahlâk ve kurucu metinlerin âhengi öne çıkıyor.

Kendi olmak ve kendiliğinden olmak; ilki toplum için düşündüğümüzde, onu bir varlık olarak hayata getiren unsurları fiile dönüştürme gücüne sahip olmaya, diğeri ise hayatın kaderî akışında meydana gelen fizikî bir oluşa işaret ediyor. İbn Haldûn'dan söyleyecek olursak; "biri kudret-i ilahiyyenin doğrudan müteallakatı", diğeri ise "insanların fiillerinden oluşan mevcutlar dünyası." Arz üzerinde bir şeyler oluyor ve bir grup insan bu seyrin sonunda tarihin bir noktasında bu ovanın, toprağın, suyun kaderine: siyasi ve fiziki şartlarına çağrılıyor. Burada bir araya gelip "bir arada bulunma zorunluluklarının" üzerine çıkarak bu bir arada oluşu kendine özgü kılacak eylemlerle donatarak -aklî siyaset ilebir toplum meydana getiriyorlar. Böylece kurucu bir dil, kurucu bir ahlâk, Tanrı'dan ve insandan gelen kurucu metinlerin âhengi öne çıkıyor.

Örneğin İslâm düşünce geleneğine, göçebe bir toplumun zihin dünyasıyla bağlanan Osmanlı için konuşacak olursak; ilk kurucu metinlerden birinin Hz. Ali Cenkleri olması tarihin tabii seyrinde Bizans sınırında yaşayan bu toplum için bir gereklilik gibi ortaya çıkarken, bu türü kendine has bir anlatıya dönüştürmesi ne yaptığını ve nasıl yaptığını bilen, eylemleriyle "kendi olma" zorunluluğunu yerine getiren -ki bu yüzden aynı tarihlerde ilk hutbe okunarak varlık bulunuyor- bir iradenin sonucudur. "Kendü özin görmeyen olmaz yakîn/ Kendi özini gör ya Ali..." mısraları tam da bunun ifadesidir mesela. Bu eylemin rast gele, herhangi bir iş değil de irâdî olduğunun kanıtı ise, Osmanlı toplumunda ilk cenknâmeleri kaleme alan kişinin kurucu kadronun önde gelen isimlerinden Tursun Fakih olmasıdır diyebiliriz.

Tursun Fakı'yı biz Şeyh Edebalı'nın damadı, Karacahisar'da ilk cuma namazının mimarı, hadis, tefsir gibi ilimlerde derinlik sahibi bir gazi olarak tanırız. Mesnevî türünde kaleme aldığı gazavatlar ise pek bilinmez. Bunlardan ilki, tercüme bir eser olan Kıssa-ı Mukaffa'dır. İkincisi ve tümü içinde belki de en dikkat çekeni ise "Sandık Hikâyesi" olarak da bilinen Kıssa-ı Ummân. Her şeyden önce bu eserleri bir ozan ya da cenknâme türüne aşina başka bir Farsça-Arapça bilen bilginin değil de Tursun Fakı'nın ödev olarak üstlenmesi işin rengini değiştiriyor. Tursun Fakı, Karacahisar'da yaptığı çıkışla bağımsızlık alameti olan ilk hutbenin okunmasında nasıl bir rol oynadıysa bu metinleri yazmakla da aslında aynı işi yapıyor. Germiyan başta olmak üzere kopup gelen göçlerle dolan Karacahisar'ın farkında olan Fakı, toplumu kuracak hikâyeyi bu farkındalıkla kaleme alıyor.

Böylece sınırda toplanan kaç çeşit rengi haiz bu halk, Karacahisar'dan bu metinlerle kırk yıldan az bir sürede Bursa'ya yürüyor. Peki; bir toplumu kuracak, Bursa gibi bir şehrin alınmasında rol oynayacak ne var bu metinlerde? Karacahisar'dan yüz yıl sonra umran ilmini gündeme getiren İbn Haldûn'un asabiyette en güçlü temel olarak nitelediği din ve Peygamber, bu metinlerin tam merkezinde yer alıyor öncelikle. Bir sabah namazı sonrası ashabıyla sohbet eden Peygamber'e, zulme uğramış bir melikin oğlu ya da ejderhadan aman dileyen bir kralın mektubu geliyor. Allah Resûlü sefere gitmese de Hz. Ali ve diğer tüm cengâverlerin önünde yer alıyor, onlara mana âleminde (rüya yoluyla: rüyanın nübüvvetin bir parçası olması) yol gösteriyor her defasında. Genel itibariyle tıpkı İslâm'ın doğuş yıllarındaki gibi putperestliğe karşı savaşılıyor. Ummân Mesnevîsi'nde Firavun gibi kendini Tanrı ilân eden sahte cennet ve cehenneme sahip olan bir güç var karşılarında.

Burada büyü, sihir vb. yollarla gaybı bilmek gibi güçleri haiz olan sandık, nübüvvete dair hususların açılmasına vesile olarak Peygamber'den bağımsız hiçbir mucizeye itibar etmemeyi ilke ediyor. Züleyha gibi tipler üzerinden Bacıyân-ı Rum, anlatıda canlı bir şekilde yer alırken Tursun Fakı toplumun kabiliyetine binaen bir mükellefiyet inşa ediyor. "Er kişi tonun giyer biner ata" diyor ve bir kadının kahramanlığına şahit oluyoruz bu bağlamda. Bu cümleden itibarla tarihin o gününde, o yerde bir araya gelen bu Türkmen güruh, onu Türkmen yapan unsurlardan hareketle -Hz. Ali ve oğullarıyla özdeşleşerek Hz. Peygamber devrinde yaşıyor gibi- bir nevi kendi millî tarihinin saadet asrını yaşıyor. Bu cenknâmelerin, destan geleneğine dâhil olmaları sebebiyle bugünden bakınca "fantastik" bir yapı arz ettiklerini biliyoruz. Bununla birlikte bu metinlere az çok aşina olanlar bilir ki, bu öğeler metnin içine gömülmüş derin anlamlar ihtiva eder.

Cenknâmelerdeki devlerin, ejderha ve cadıların kaynağı hep Hz. Süleyman devridir örneğin. Neden Hz. Süleyman? Ummân Mesnevîsi'nde Tursun Fakı, İstihrâc isimli devi,"Süleyman divlerinden kalmış imiş/ Anda bir kitab okuyub bilmiş imiş" diye tarif etmekle ne kast ediyor? Neden bir önceki peygamber olan Hz. İsa değil ya da "İbrahim dini" bağlamında neden Hz. İbrahim değil mesela? Hz. Süleyman'ın rüzgârdan fizik ötesi canlılara kadar hükmetmiş olması, anlatıya "masalsı" unsurlar katmaya uygun olduğu için mi yoksa cihana hükmeden bir hükümdar peygamber olarak öne çıktığı için mi? Burada Hz. Süleyman devrinden kalan her şey o devrin bittiğini, yeni bir cihan hâkimiyetinin başlayacağını söylemekte, bunu sembolize etmekte dersek metin nasıl bir boyut kazanır? "Süleyman devri bitmiş, Muhammed devri başlamıştır." Bazı cenknâmelerde bu cümle birebir geçer mesela. Bu açık bir şekilde "Süleyman mührünün", yani cihan hâkimiyetinin artık Hz. Peygamber'de olduğunu vurgulamaktadır.

Cihan hâkimiyeti mefkûresi deyince bunun Türk zihninde ve tarihinde ne anlama geldiğini biliriz. Osman Turan, bu mefkûrenin Osmanlı'yla birlikte nizam-ı âlem kavramı altında bir tatbike dönüştüğünü söyler. Peki, nizam-ı âlemden kasıt nedir? Devletin birliği gibi dar bir siyasi anlam mı yoksa daha geniş boyutları mı var? Tahsin Görgün Hoca'nın konuyla ilgili çalışmasında bu kavramın, "nizam-ı âlem-i zahir ü bâtın (...)" diyerek nizam-ı âlem anlayışının insanın iç dünyasında ve dışta: toplumsal düzende karşılığı olan, sadece siyasi düzeni ifade etmeyip toplumsal hayatın bütün boyutlarını karşılayan" bir anlama sahip olduğunu görürüz. "Nizam-ı âlem fikri, zannedildiği gibi bütün dünyayı fethetme amacına matuf bir mefkûre değil, kendi mülkü olmayan alanlara da nizam verecek kadar yüksek bir hâkimiyet telakkisi içindedir." Tursun Fakı'nın eserinde, dış dünyaya yönelik gazâ anlatısının nasıl bittiğine bu gözle bakalım şimdi.

Müellif eserin sonunda, "Bu gazavat bunda uş oldı tamam...(Bu gazavat burada tamamlandı.) Şimdi manasına gelelim" diyerek metni kısaca açıklamaya başlıyor: Bu hikâyedeki dev şeytana, sandık nefse ve deniz küfre karşılık gelir. Sen daima nefsinle savaşıp akıl evini iblisin elinden al ki diyor, savaşın ganimetini kazanmak istersen canını ibadet ve imanla süsle. Dışa dönük büyük hikâye, muhatabı olan halka şimdi de içe dönük bir söylemde bulunuyor. O halde nizâm-ı alemin Osmanlı yorumunun ilk göstergeleri daha bu metinden kendini göstermeye başlamış diyebiliriz. Bunu da yalın bir üslup, duru bir Türkçeyle yapıyor. Bu yalınlık, genel itibariyle fiil kullanımına alan açmakta, "bil-", "gör", "söyle-", "ah it-" gibi fiilleri (eşyayı algılayış biçimi bakımından metindeki sıfatlar da aynı önemi haizdir kuşkusuz) öne çıkararak yazının başında arz ettiğim hususla bu metinlerin ilişkisini daha aşikâr kılıyor, toplumun varlık anlamında vücut buluşuna, onu hayata getiren unsurları fiile dönüştürme işine ışık tutuyor gibidir.

İbn Haldûn'un suyun suya benzemesinden ziyade bir benzerlik atfettiği geçmiş ile gelecek hakkındaki sözünü hatırlayacak olursak, Sandık Hikâyesi'nden "Kan Kalesi"ne ve diğer tüm kök metinler üzerine düşünmek aynı zamanda tarihin bugününde kaderî olarak hâlâ bu ovada, bu toprak ve suda bulunuyor olmamız ve kendiliğimiz üzerine düşünmemiz anlamına gelebilir. Bu da, burada bir arada bulunma zorunluluğumuzun üzerine çıkmak adına bize yeni kapılar açabilir.