Hulusi dinden nasıl çıktı?

SAVAŞ Ş. BARKÇİN
Abone Ol

Hulusi Ankara’nın fakir bir semtinde doğmuştu. Beş kardeşin en ufağıydı. Babası Abdullah, belediyede hademeydi. Anası Fatma bildiğiniz çilekeş anaydı işte... Babası bazı günler eve sadece ekmek getirirdi, katık olmazdı. Ekmeği açık çaya bana bana yerlerdi. Ana-baba, çocuklar hepsi namazında niyazındaydı.

Hulusi abileri gibi okula gitti, bir yandan da çalıştı. Pazarda sebze-meyve sattı. Böyle böyle Hulusi okudu. Üniversiteye girdi. O sıralarda partiye takılmaya başladı. Düzeni İslâm yapacaklardı. Bir kere iktidara gelseler bir gecede bütün devlet, toplum, hatta dünya hidâyete erecekti. Kumarhaneler, umumhaneler kapanacak, rüşvet bir anda kesilecekti. Hulusi dâvaya gönülden bağlıydı. Hulusi için parti demek İslâm, İslâm demek parti demekti.

Hulusi üniversiteyi bitirince devlete girdi. Kısa süre sonra bir akrabası ile evlendi. Sekiz yıl içinde üç çocuğu oldu. O sıralarda partisi iktidara geldi. Büyük bir devrimdi bu. Hepsi bayram ettiler. Nihayet düzeni adil yapacaklardı. Dâva arkadaşları teker teker önemli görevlere geldiler. Partideki abileri Hulusi’yi unutmamışlardı. Onu belediyede büyük ihalelere bakan dairenin başına atadılar. Hulusi, “Benim gibi temiz birini yolsuzluklara engel olayım diye atadılar.” diye düşündü.

Hulusi, her gün belediye başkanının makamının arkasındaki istirahat odasında onunla ihaleleri görüşüyordu. Bir gün başkan bey Hulusi’ye bir müteahhitin ismini verdi. “Bu arkadaş gelecek, ilgilen ha!” dedi. Adam ertesi günü Hulusi’nin makamına geldi. Sırıtarak selam verdi. Oturdular. Hulusi müteahhite bakan beyi nereden tanıdığını sordu. Müteahhit gevrek gevrek güldü: “Biz eski dâva arkadaşıyız.” dedi. Hemen mevzuya geçtiler. Müteahhit yakında yapılacak büyük bir ihaleyi istiyordu. İhaleye giren rakiplerini teker teker karaladı. Ne masonluklarını, ne komünistliklerini, ne zamparalıklarını bıraktı. Ayağa kalktı, tam odadan çıkarken döndü, çantasından şişkin bir zarf çıkardı. Hulusi’nin eline tutuşturdu ve kulağına fısıldadı: “Başkanım, size layık değil ama küçük bir hediye işte!” Herif sonra hızla odadan çıktı gitti. Hulusi, elinde zarf öyle kalakaldı. Zarfı açtı. Aman Allahım, zarfın içinde yüzlük dolarlardan oluşan bir deste vardı. Temizinden bir on bin dolardı galiba. Parayı sayamadı bile. Nefesi kesilmişti. Yüzü öfkeden kıpkırmızı oldu. Odasından fırlayıp başkana gitti.

Makama girince yüzü al al, “Abi, gönderdiğiniz müteahhit bana şu zarfı verdi gitti.” dedi. Başkan zarfı aldı, açtı, içindeki paraya baktı sonra Hulusi’ye döndü: “Eeeee?” dedi. Hulusi: “Abi, herif bana rüşvet verdi ya!” deyince başkan: “Dur, dur kardeşim, hele bi otur bakıyim” dedi. Hulusi başkanın karşısına oturdu. Başkan: “Yav adam, ‘al sana bu rüşvet’ dedi mi?” “Yo!” “Ne dedi?” “Hediye dedi.” “Eeee tamam işte. Hediyeleşmek sünnet değil mi?” Hulusi kekeledi: “Eeee, evet abi ama...” Başkan: “Aması maması yok kardeşim. Hem ona daha ihaleyi vermedik ki rüşvet olsun. Adamın gönlünden kopmuş işte, hediyedir al gitsin!” dedi.

Hulusi zarfı iç cebine koydu, şaşkın şaşkın makamdan çıktı odasına geldi. Parayı kasaya koydu, bir ayıbı örtercesine üzerine dosyaları yığdı, kasayı kilitledi. O gece eve gitti, yattı. İçindeki ses “Oğlum, bu bal gibi rüşvet, hemen sabah onu geri gönder.” diyordu. Ardından hemen ikinci bir ses ise şöyle diyordu: “Yav saçmalama! Adam bu parayı sana vermese başkasına verecek. Sen al, hiç olmazsa hayır işlerinde kullanırsın. O zaman rüşvet olmaz ki!” Hulusi içindeki bu iki sesin karşılıklı bağrışmalarından sabaha kadar uyuyamadı.

Para kasada iki hafta öylece kaldı. Hulusi parayı ne yapacağını bilemiyordu. Bazen bir vakfa göndermek aklına geliyordu. Ama sonra çocukların okul masrafını, hanımının istediği arabayı düşünüp vazgeçiyordu. Her öğle arasında makam odasının kapısını kilitliyor, gidip kasadan zarfı alıyor, dolarları tekrar tekrar sayıyordu. İçindeki eski ses “Ne hediyesi oğlum? Bu bal gibi rüşvet işte. Seni nerden tanıyor ki hediye versin?” diyordu. İkinci ses ise “Adam hediye dedi ama.” diyordu. Sonra başkanın sesi çınlıyordu: “Hediye ulan işte, sünnettir!”

İki hafta sonra başkan bey Hulusi’yi makamına çağırdı. “Yarın ihale var. Sana gönderdiğim o arkadaşa ihaleyi verelim, tamam mı?” dedi. Hulusi itiraz edecek gibi oldu. Başkan “Kardeşim bu işe talip olanlardan en iyisi o. Ötekiler yıllardır devleti sömürdüler. Ne yani, dindarlar para kazanmasın mı? Müslümanlar güçlenmesin mi? Bizim arkadaşlarımız iş yapmasın mı? O zaman biz niye iktidara geldik ki?” Hulusi: “Ama...” dedi. Başkan üsteledi: “Hulusi, partinin il binasının yıllık kirasını kim veriyor? İşte o herif veriyor. Ondan alma, bundan alma, peki söyle bakıyim dâva nasıl yürüyecek kardeşim? Kapatalım o zaman partiyi, eve gidip oturalım.” dedi. Hulusi kalakaldı. Başkan: “Para olmadan güç, güç olmadan parti, parti olmadan din olur mu birader?” dedi. Hulusi’nin içindeki ikinci ses tekrar çınladı: “Köprüyü geçene kadaaar! Bu sefer yap. Bir kerecikten ne çıkar?” Ertesi gün Hulusi ihaleyi o müteahhite verdi. Öğleden sonra müteahhit telefonla aradı. Hulusi’ye uzun uzun teşekkür etti.

Hulusi o akşam yemekte bürokrat arkadaşlarıyla buluştu. Yanlarına bir müteahhit geldi. Arkadaşları müteahhitle pek samimiydiler. Herifin yaptığı rezidanslardan kelepir fiyata daire satın aldıklarından bahsediyorlardı. Hulusi olayı anlayamamıştı. Çünkü hiçbirisinin maaşı bırakın öyle lüks daireler almaya, sıradan bir daire almaya bile yetmezdi. Müteahhit o esnada Hulusi’ye döndü: “Yeni rezidansları bitirdik. Size de oradan bir daire verelim. Güzel bir indirim de yaparız. Bir de ne zaman, nasıl istiyorsanız, öyle ödersiniz. Amacımız dâva arkadaşlarımız kiralarda sürünmesin.” dedi. Hulusi ikilemde kalmıştı ki içindeki kinci ses imdadına yetişti: “Köprüyü geçene kadaaaar!” Hulusi “Tamam, ben sizi ararım.” dedi.

Hulusi hemen ertesi sabah müteahhiti aradı, hanımıyla rezidansa bakmaya gittiler. Manzaralı fiyakalı bir daire seçtiler. Fiyatı neredeyse yarısına bağladılar. Hulusi makama gitti, kasasında bekleyen zarfı aldı. Parayı peşinat gibi ödedi. Tapuyu ertesi gün aldılar. Hanımı havalarda uçuyordu. “Bu lüks dairenin parasını neyle ödeyeceğiz?” diye hiç sormuyordu. Çünkü onun da içinde “köprüyü geçene kadaaaar” sesi yıllardır çınlayıp duruyordu.

Hulusi o günden sonra müteahhitlerden gelen zarflarla lüks dairenin parasını ödedi. Başkan beyin de onlarca dairesi olduğunu öğrenmişti. Dâva abileri böyle yapıyorsa elbette bir bildikleri vardı. “Gün bugündür” diyen lüks daire, araba, bina, saat gırla götürüyordu. Bazen içindeki eski ses, “Acaba bu yaptıklarımız doğru mu?” diye soracak olduğunda hemen ikinci ses tınlıyordu: “Hadi oradan! Dâva için her şey mübahtır. Ne dedim ben sana? Köprüyü geçene kadaaar!”

Hulusi alma verme işlerine kendince bir çare bulmuştu. Rüşveti veren müteahhite “Hakkını helâl et” diyordu, adam da helâl ediyordu. Böylece rüşvet anasının ak sütü gibi oluveriyordu. O sıralarda Hulusi bir dâva arkadaşının zamparalık yaptığını öğrenmişti. Çok ayıpladı. Bir gün o herifle baş başa otururken bu söylentiyi çıtlattı. “Doğru mu bu?” diye sordu. Arkadaşı hiç utanmadı bile: “He, doğru. Birader, bu kadınlar açık seçik geziyorlar, hepsi cariye hükmünde zaten.” dedi. Hulusi şaşırdı. Ama içindeki ikinci ses onu ikna etti: “Oğlum dâvadaşların bir şey yapıyorsa vardır bir bildikleri!” Hulusi o sese yine ikna oldu. Bir süre sonra o da zamparalığa başladı.

Bir akşam, Hulusi bürokrat arkadaşlarıyla lüks bir yerde yemek yerken onlara şöyle söyledi: “Arkadaşlar, laikliği çok yanlış anlıyoruz. İslâm zaten laik bir dindir. Geçmişteki İslâm devletlerine bakın. Hepsinde devlet ayrı, din ayrı. Halifelik zaten siyasi bir makam. Dini takan mı olmuş? Gelenek, örf, adet, zaman ne gerektiriyorsa onlar yani... Laikliği yabana atmayın. Biz çok yanlış anlamışız dini!” Hulusi artık sıfır kilometre laik olmuştu.

Hulusi iki ay sonra kitapçıda gezerken bir Kur’ân meali gördü. Öylesine bir sayfayı açtı. İlk gözüne ilişen ayetleri okudu. Hırsızlığa verilecek cezalar ile ilgili ayetlerdi bunlar. Hiç hoşuna gitmedi. Kitabı rafa geri koydu. İçindeki ikinci ses: “Böyle de ceza mı olur arkadaş? Ulan bunlar Kur’ân ile de oynamış olmasınlar? Zaten hadisler de uydurma. Uydurma olmasa bile Peygamber de bizim gibi insan değil mi sonuçta? Yooo, arkadaş. Tamam, bir Tanrı var ama o işimize gücümüze niye karışsın ki? Yaratmış, akıl vermiş bize, biz de kendi işimizi kendimiz yapıyoruz işte! Boşver gerisini!” dedi.

Hulusi nihayet rahatlamıştı. O anda içindeki eski ses sustu. Aslında içindeki bütün sesler sustu.