Hind'de İslam, silah zoruyla değil mutasavvıflarla yayılmıştır
Hind'in sahip olduğu ilmî ve kültürel birikim Gazneliler döneminde keşfedilmeye çalışılmıştır. Hepimizin tanıdığı Birûnî bu süreçteki en etkili isimlerden biridir.
Hint alt kıtasındaki fıkıh mirası çalışmalarıyla bilinen Ahmet Aydın ile Ketebe Yayınları'ndan çıkan, Yavana: İslam Medeniyetinin Büyük Havzası / Hint kitabı üzerinden Hint coğrafyasını, İslam'la olan ilişkisini ve Türklerin sürece olan katkısını konuştuk.
Hocam, öncelikle Hint'in Müslümanların hakimiyetine girmesi ve bir İslam Havzası olmasından yani zaten Hint coğrafyasının sahip olduğu ilmi ve kültürel birikimin Müslüman Türkler eliyle işlenme ve dönüşüm sürecinden bahseder misiniz bizlere? Türkler nasıl başardı böyle bir havzayı kurmayı?
Müslüman coğrafyacıların Hind ve Sind olmak üzere iki bölgeye ayırdıkları, günümüzde ise Hint alt kıtası olarak bilinen Hind bölgesi oldukça erken bir dönemde İslam ile tanışmıştır. 8. yüzyılın başlarında kurulan Mahfuza ve Mansura gibi yerleşim yerleri dikkate alındığında ilk İslam şehirlerinin kısa bir sürede bu bölgede oluşmaya başladığı görülmektedir. Hind ile kurulan ilk ilişkilerde ticaret önemli bir etkendir. Müslüman Arapların ticaret için yaptıkları yolculukları sırasında Malabar sahillerinde Hintli hanımlar ile evlenmeleri bu bölgede hâlen varlığını koruyan "Moplah" adı verilen bir neslin oluşmasını sağlamıştır. Bu bölgedeki ilk müslüman neslinin Moplahlara dayandığı söylenebilir. Hind'in sahip olduğu ilmî ve kültürel birikim Gazneliler döneminde keşfedilmeye çalışılmıştır. Hepimizin tanıdığı Birûnî bu süreçteki en etkili isimlerden biridir. Coğrafya, tarih, matematik, astronomi, fizik ve tıp gibi birçok ilimde behre sahibi bir âlim olan Birûnî Sanskritçeyi de öğrenerek meşhur eseri Tahkîku mâ li'l-Hind'inde elde ettiği tüm bu birikimi sistemli bir şekilde kaydetmiştir. Bu eser Hind'in İslam coğrafyasında farklı yönleriyle tanınmasında oldukça etkili olmuştur.
Müslümanların insanlık tarihinin kadim kültürlerinden biri olan Hind medeniyeti ile karşı karşıya kalmaları hem kuvvetli bir mücadelenin hem de önemli bir sentez ve medeniyet harmanlanmasının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Müslümanlar bahsettiğimiz bu ilmî, felsefî ve kültürel birikimden bir yorumlama ve tenkit sürecinden geçirerek yaralanmışlardır. Hind birikimini başka ilim havzalarına aktarmak da bu bölgedeki müslümanların önemli hizmetlerinden biridir. Oldukça erken bir dönemde Hind'deki ilmî mirastan yararlanmaya başlayan ulemâ özellikle tıp ve astronomi sahalarında onlardan aldıkları bilgileri daha ileriye taşımışlardır. Bermekîler bu mirasın Bağdat'a aktarılmasında öncülük eden bir aile olmuşlardır.
Türkler ile bölgenin yerel halkları arasındaki ilişki hakkında kitabın adı aslında fikir verici olabilir. Çalışmanın adını "Yavana" olarak belirledim. Sanskritçe bir kelime olan "yavana" sözlük anlamı itibarıyla "yabancı, öteki ve istilacı" gibi anlamlara gelmektedir. Önceleri Hindistan dışından bu topraklara gelerek yerleşen tüm grupların kültürleri ve dinleri bakımından kendilerinden farklı olduklarını ifade etmek için Hintliler tarafından geliştirilen bu kavram, İslam hâkimiyeti ile birlikte müslümanlar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavram Hintlilerin oldukça uzun bir süre müslümanları bu coğrafyada kabullenmediklerinin çok açık bir ifadesidir. Yavana kavramına dair geniş bilgi edinmek isteyenler için Cemil Kutlutürk hocamızın Hint Düşüncesinde İslâm Algısı adlı ülkemizde büyük bir boşluğu dolduran değerli çalışmasını tavsiye ederim. İslam dini tevhid ve adalet düşüncesinin yanı sıra mutasavvıfların gönül alıcı yaklaşımları ile farklı dinlere mensup Hintlileri etkisi altında bırakmış başta Sihizm olmak üzere İslam'ın yoğun tesirinde kalan dini akımlar ortaya çıkmıştır. Örneğin bu dönemde mutasavvıflar yerel dinleri öğrenmişler, âyetleri bu dillere tercüme ederek bir Kur'ân kültürü oluşturmaya çalışmışlar ve bu dillerde eserler kâleme almışlardır. Hind'de İslam'ın silah zoruyla değil mutasavvıfların bu vefakâr çalışmaları ile yayıldığı rahatlıkla söylenebilir. İslam medeniyetinin bu bölgedeki harmanlanma süreci diğer taraftan müslüman Hintlileri de tesiri altında bırakmıştır.
Müslümanların Hintli akraba ve komşuları uzun süreli bu birlikteliği evlilik, yemeiçme, giyim, törenler ve kutlamalar gibi birçok toplumsal meselede yerel âdet ve uygulamaları devam ettirmelerine neden olmuştur. İhtidâ eden kimseler klasik Hint geleneği ile irtibatlarını koparamamışlardır. Bu durum bâtıl inançların da İslam dinine karışmasının temel nedenlerinden biridir. Ulemânın bu bölgedeki müslümanlara yönelik en önemli tenkitleri farklı dinlerden İslam'a karışan bu tür örf ve uygulamalara yöneliktir. Özellikle Bâbürlüler döneminde 17. yüzyıldan itibaren tartışmaların anahtar kavramlardan birinin bidat olması bunun açık bir göstergesidir. Başta İmâm-ı Rabbâni ve Şah Veliyyullah ed-Dihlevî gibi ülkemizde de yakından tanınan âlimlerin en önemli mücadelelerinden biri sözünü ettiğim İslam'a aykırı saydıkları bu anlayışlara yöneliktir. Kitabımda Şah Veliyyullah'ın birçok eseri ve mektuplarında satır aralarında dönemindeki birçok kesime yönelik tenkitlerini topladığım bir bölüm mevcut.
Siyasetçilerden, zanaatkârlara, mutasavvıflardan âlimlere kadar Şah Veliyyullah zamanındaki birçok sınıfı Sünnet'e uygun olmayan tavırları sebebiyle eleştirmekte ve onlara tavsiyelerde bulunmaktadır. 18. yüzyıl ihyâ hareketi önderlerinden Şah Veliyullah Sünnet'in ihyası ve toplumun ıslahı için büyük bir gayret göstermiş ve etkisi günümüze kadar devam etmiştir. Hâsılı Hind'de müslümanların diğer dinlerle olan bu uzun soluklu ilişkisi çatışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu yüzden yavana kavramı Hind'i tanımlamak için benim zihnimdeki merkez kavramlardan biridir. Bugün bile sosyal medyada Hindular ile müslümanların ortak mirası olarak Hind medeniyetini tanıtan siteler ve yayınlar bulunmakla birlikte Hindu gruplar tarafından ateşe verilen mahalleler, yıkılan camiler ve şehit edilen müslümanlar olarak bu çatışmanın izlerini hâlen görmeye devam etmekteyiz.
Hind'in bir İslam medeniyet havzasına dönüşmesinde elbette Türk-İslam devletlerinin büyük katkıları olmuştur. Mâverâünnehir ve İran havzasındaki birikimi bu bölgeye taşıyan Türk devletleri hem bölgede istikrarı sağlamışlar hem de refâh düzeyinin arttığı İslam şehirleri kurarak ulemâyı bu bölgeye çekmişledir. Kurulan çok sayıda medrese ve verilen maddi destekler ile eğitimlerine devam etmeleri sağlanan öğrenciler bu bölgede kendine yeten bir ilmî faaliyetin oluşmasını sağlamıştır. Delhi Türk Sultanlığı dönemi bölgedeki medreseleşme faaliyetleri için önemli bir dönemdir. Bâbürlüler devrinde medrese merkezli ilmî faaliyetler zirvesine ulaşmış ve bu dönemde Hind bölgesine hâs medrese müfredatları geliştirilmiş ve yerli eserler okutulmaya başlanmıştır. Hind'de İslami ilimlerin gelişimi, oluşan zengin literatür, müesseseler ve ekoller hâlen kapsamlı çalışmaları beklemektedir.
Hem Hint hem Türk hem de İslam birikimi sonucu ortaya çıkan Müslüman Hint bölgesinin kendine has özellikleri nelerdir? Buradan nasıl bir kültürel miras ve literatür ortaya çıktı?
Malûmunuz Türklerin Anadolu'da kalıcı bir hâkimet kurmalarını 1071'deki Malazgirt savaşı ile başlatmaktayız. Aslında Türklerin Hindistan'a girişlerinin de aynı zaman aralığında gerçekleştiği söylenebilir. Türkler nasıl Anadolu'da uzun ve kalıcı bir hakimiyet kurdular ise Hind coğrafyasında da benzer bir süreç yaşanmıştır. Mahatma Gandhi'ye ait olduğu söylenen "Hindistan bir anadır. Onun iki çocuğu vardır. Bunlardan biri Türkler diğeri Hintlilerdir" sözü bu durumu çok açık şekilde ifade etmektedir.
Türkler bu bölgede Gazneliler, Delhi Türk Sultanlığı ve Bâbürlüler olmak üzere üç ana dönemde hâkimiyetlerini sürdürdüler. Türkler gerek devlet geleneklerini ve teşkilat yapısını gerekse askeri tecrübelerini bu bölgeye getirmişler ve uygulamışlardır. Mesela Osmanlılar gibi bu bölgedeki Türk-İslam devletleri Memlüklüler'in iktâ ve memlük sistemini tatbik etmişlerdir. Avrupalılar nasıl İslam ile Osmanlıyı eşdeğer kabul etmişler ise Hint alt kıtasında yüzyıllar boyunca İslam dininin müntesipleri "Türk" yahut da bunun yerel dillerdeki karşılığı olan Turak, Turuka ve Turuşka kelimeleri tanınmışlardır. Sanırım Türklerin bu bölgedeki katkılarına verilebilecek en güzel örneklerden bir bu durumdur.
İslam medeniyet havzalarının ortak birçok yönü bulunmakla birlikte farklı medeniyet tecrübelerine sahip olmaları sebebiyle ayırıcı özelliklerinin olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Havzaların içinde doğdukları İslam medeniyetini taklid ve tekrar eden yönleri onların en önemli ortak özellikleridir. İslam dinini korumak ve yaymak üzere oluşturan yapılar ve müesseseler bu ortak yönün bir neticesidir. Birbirinin bir kopyası sayılabilecek İslam şehirleri de bu ortak özelliğin bir yansımasıdır. Fakat her havza içinde bulunduğu coğrafyanın farklılıklarından dolayı kendine has tecrübeler yaşamıştır. Hind'de siyasi ve kültürel çevre ulemâyı bu bölgede farklı tartışmaların içine itmiş, siyaset ehlini de bölgedeki farklı halklar ve din mensupları üzerinde hâkimiyet sağlayabilmek için farklı stratejiler üretmeye yöneltmiştir. Bir bölgenin havza olarak değerlendirilebilmesinde yüksek seviyeli bir ilmî faaliyete imkân vermesi en önemli kriterlerden biridir. Bir öğrenci başka bir havzaya gitmeye ihtiyaç duymadan iyi bir eğitim alabiliyor ve aldığı eğitim onu bölgesinde âlim ve müderris olmaya yetiyor ise kanımca bu kriter sağlanmaktadır. Ulemâya gösterilen iltifatın ve tanınan imkânların da bu konuda belirleyici olduğu söylenebilir. Kendine yeten bir ilmî faaliyetin neticesi olarak ulemânın o bölgedeki tartışmaları esas alan bir ilmî faaliyeti yürüttüğünü görmekteyiz. Hind'de Bâbürlüler döneminde farklı ilim dallarında kendine has tartışmaları bulunan ilim çevreleri ortaya çıkmıştır. Müslümanlar öncelikle Hintçe ardından da Urduca olmak üzere iki yeni ilim dilini bu medeniyete kazandırmışlardır.
Bâbürlü döneminin şaheserleri arasında sayılan Tac Mahal aslında tüm bu anlatmak istediğim duruma verebileceğim iyi bir örnektir. Gazneliler devrinde Hindistan'da inşa edilen yapılar daha çok Hint üslûbunu yansıtmaktadır. Osmanlı, İranlı, Suriyeli ve Hintli usta ve sanatkârlarının emeği ile inşa edilen Tac Mahal; Türk, İran ve Hint mimari üslûplarını yansıtmakla birlikte oluşan sentezin sahip olduğu özgünlük Bâbürlü tarzı yahut da Bâbürlü mimarisi olarak isimlendirilmiştir.
Sizi böyle kapsamlı bir çalışmaya iten Müslüman Hindistan'ın ilmi yönden önemi neydi peki?
Gazneliler ile başlayarak kesintisiz bir şekilde 19. yüzyıla kadar devam eden İslâm hâkimiyeti bölgede İslami ilimlere yönelik çalışmaları da beraberinde getirmiştir. Özellikle Delhi Türk Sultanlığı ile birlikte medrese eğitimi daha sistematik ve geniş bir mahiyet kazanmıştır. Bu dönemde başta ilim ve kültür merkezi olan Delhi olmak üzere Hind'in öğrencileri kendisine çeken bir yer olduğu görülmektedir. Delhi Türk Sultanlığı'nda yaşamış birçok âlimin biyografisini inceleme fırsatı buldum. Dikkatimi çeken en önemli hususlardan biri Moğol istilaları sırasında güvenli bir liman olarak ulemânın Delhi gibi Hind'in önemli ilim merkezlerine sığınmış olmalarıdır. Bu süreç Delhi Türk Sultanlığı devrindeki ilmî faaliyeti oldukça hızlandırmıştır. Hükümdarların da bu dönemde ulemâyı himâye eden kimseler oldukları görülmektedir.
Hind ilim havzası hadis, fıkıh, kelam ve felsefe gibi İslami ilimlerin birçoğunda yetiştirdiği âlimler ve ürettiği metinler ile diğer havzalar üzerinde etki bırakmış bir yerdir. Kendi alanım olan fıkıh çerçevesinden meseleye bakacak olursam Hind köklü ve güçlü bir Hanefî geleneğinin bulunduğu bir bölgedir. Hind'de hâkim mezhep olan Hanefî mezhebi hem tatbikatıyla hem de bu mezhebe yönelik bugün isimlerini bile tespit etmekten uzak olduğumuz çok sayıda metin ile bu bölgede gelişme göstermiştir. Ulemânın özellikle Bâbürlüler döneminde ulaştığı ilmî seviye gerçekten etkileyicidir. İslâmî ilimlerin gelişim süreciyle paralel olarak farklı telif anlayışları ve gelenekleri çerçevesinde zengin bir miras ve literatürün ortaya çıkması sağlanmıştır.
Hocam özellikle Hint alt kıtasında ilmi faaliyetler kimin/kimlerin zamanında sistematik hâle geldi de bu bölge bir ilim havzasına dönüştü? Bu derin havzada öne çıkan şehirler hangileriydi ve buralardaki tartışmaların konusu neydi ekseriyetle. Ayrıca bu bölgenin/şehirlerin önde gelen alimleri kimlerdi?
Benim çalışmamın temel sorularından biri Hind'in ne zaman bir medeniyet havzasına dönüştüğüne yöneliktir. Ben bir bölgenin hangi şartları sağladığında bir havza sayılabileceğine yönelik birtakım kriterler tespit ettim. Bu kriterler çerçevesinde Hind'in Delhi Türk Sultanlığı döneminde bir havza mahiyeti kazanmaya başladığını fakat Moğol istilaları ve ardından Timur'un Hind bölgesini ele geçirmeye yönelik seferi neticesinde bu sürecin yarıda kaldığını bölgenin tam olarak Bâbürlüler devrinde bir havza olarak görülebileceğini düşünüyorum. Moğol istilaları erken dönemde âlimleri huzurlu bir çalışma ortamı olarak Hind havzasına sevk ederken Moğollar'ın Hindistan'a yönelmesi ile buradaki ilim merkezlerindeki faaliyetler yıllarca geriye gitmiştir. Ulemâ bu süreçte başta Delhi olmak üzere ilim merkezlerini terk etmiş, bir kısmı bu süreçte şehit olmuş bir kısmı ise Timur'un seferi sırasında bu bölgeden alınarak Semerkant'a götürülmüştür.
Tüm bu olumsuz şartlar maalesef bölgedeki ilmî faaliyeti oldukça yavaşlatmıştır. Hind'in zihnimdeki en önemli şehirlerini sayacak olursam İslam tarihindeki yeri ve değeri bakımından öncelikle Multan'ı zikretmem gerekir. Gazneliler'den itibaren bölgenin en önemli ilim şehirlerinden birinin Lahor olduğu söylenebilir. Delhi Türk Sultanlığı'nın kurulması ile Delhi hem ülkenin başkenti hem de ilim merkezi olmuştur. Yine ilim merkezleri içinde Agra'yı, Leknev'i ve Gucerat'ı anmak gerekir. Hind'de Hicaz ile kurulan yoğun ilmî ilişkinin önemli merkezlerini barındıran Sind bölgesinin de buradaki ilmî faaliyetlerdeki ayrıcalıklı yerine işaret etmeliyim.
Sizden önce yapılan Türkçedeki Hindistan çalışmalarının eksik ya da yetersiz noktaları nelerdi hocam? Önceki soruda bölge daha çok siyasi açıdan ele alınıyor diye sormuştum mesela... Peki siz bu kitapla hangi açıkları, eksikleri gidermek istediniz, sizin çalışmanızla önceki çalışmaların bu anlamda ayrıştığı noktalar nelerdir?
Daha önce de söylediğim gibi İslami ilimlerin bu bölgedeki gelişimini kronolojik olarak inceleyen çalışmaların bulunmaması bizi hangi alan üzerinde derinleşmek istiyor ise buna yönelik genel bir fotoğrafı görmekten alıkoymaktadır. Hind özelinde konuşacak olursak İslam tarihindeki herhangi bir gelişme bahsettiğim bu eksiklik sebebiyle sadece siyasi tarih temelinde izah edilmeye çalışılmaktadır. Benim çalışmam birçok eksiği bulunmakla birlikte Hind'in bir ilim havzasına dönüşme serüvenini müstakil olarak incelemesi bakımından diğer çalışmalardan ayrılabilir. Hind'deki ilmi birikimin ve İslam geleneğinin Bâbürlüler döneminde tam anlamıyla bir medeniyet havzası mahiyeti kazandığını kendimce göstermeye çalıştım.
Hocam Müslüman Türkler 10.yy'dan 19.yy'ın sonlarına kadar Hindistan'da çeşitli ve oylumlu çalışmalara konu olacak kadar derin bir sanat, siyaset, din, felsefe havzası oluşturuyorlar. Peki bu geniş havzadan bugün bize yani Türkiye Müslümanlara aktarılan, bizim payımıza düşen nedir? Yani nasıl bir rabıta kurabiliriz Müslüman Hindistan ve Müslüman Türkiye arasında?
Anadolu ilim havzası ile Hind havzasının aslında benzerlik arz eden ve kesişen birçok ortak yönü bulunmaktadır. Her iki havza arasında tahmin edilenden daha fazla bir ilmî irtibatın bulunduğunu söyleyebilirim. Örneğin Hindistan'da kâleme alınmış birçok eser Anadolu ilim havzasına gelmiş aynı şekilde Anadolu'dan da Hind'e giderek şerh edilen ve hakkında hâşiye yazılan birçok eser tespit edilebilmektedir. Örnek verecek olursak İmâm-ı Rabbânî'nin Mektubât'ı Anadolu coğrafyasında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'si kadar olmasa da şöhret bulmuş, tasavvuf sahasında kabul görmüş eserlerden biridir. Bu eser Osmanlı Türkçesine de çevrilmiştir. İmam-ı Rabbânî'nin talebesi Abdülhakîm b. Şemsiddîn Muhammed es-Siyâlkûtî'nin (v. 1067/1657) Fenârî'nin haşiyesine eleştiri olarak yazdığı Hâşiye ‘alâ Şerhi'l-Mevâkıf'ı ile Hâşiye ‘alâ Şerhi'l-Akâid'i Anadolu havzasındaki kelam çalışmalarının temel metinlerinden biri hâline gelmiştir. Delhi Türk Sultanlığı döneminde Dâvud b. Yusuf el-Hatîb'in (7/13. asır) yazdığı el-Fetâva'l-Gıyâsiyye ve Bâbürlüler dönemde hazırlanan el- Fetâvâ'l-Âlemgiriyye Osmanlı hukuk düşüncesinin kaynakları arasına girmiştir.
Bâbürlüler'in son döneminden itibaren bölgede öne çıkan hadis şerhleri bugün bile ülkemizdeki akademisyenlerin temel referanslarını oluşturmaktadır. İngilizlerin bölgedeki hâkimiyet sahası 1857'de ülkenin tamamını ele geçirinceye kadar giderek genişlemiştir. 1857'deki başarısız ayaklanma ile müslümanlar bu bölgede tarihlerinde ilk defa gayr-i müslim bir idarenin yönetimini tecrübe etmişlerdir. Bu durum hayatlarında birçok değişikliği beraberinde getirmiştir. Âlimler bu konuda müslüman halka yol göstermeye çalışmış, İngiliz yönetimi ile uzlaşarak birlikte yaşamayı savunanlar ve ülkenin dâru'l-harp olduğunu kabul ederek fiilî mücadeleyi öngörenler olmak üzere iki farklı tavır ortaya çıkmıştır. Hintli âlimlerin bir kısmı da bu süreçte Hicaz'a hicret etmeyi tercih etmiş ve orada ilmî faaliyetlerine devam etmişlerdir. Hindistan'ın dâru'l-harp sayılması gerektiğine yönelik fetvâ Şah Veliyyullah'ın oğlu Şah Abdüazîz tarafından verilmiştir. Bu fetvâ Hint alt kıtasındaki cihâd hareketlerinin temelini oluşturmaktadır.
1857'den itibaren "Doğu Hindistan Şirketi" meselesi... Siyasetin ötesinde ne tür meselelere yönelik faaliyetleri oldu İngilizlerin? Ve tüm bunlardan sonra Müslümanlar nasıl bir mücadele verdi?
Hind'in Batı medeniyetiyle ilk yüzleşen havza olması onu diğer havzalardan ayıran önemli bir yönüdür. Modernizmin öncüsü olarak kabul edilen Seyyid Ahmed Han sözünü ettiğimiz bu yüzleşme neticesinde Hindistan'da ortaya çıkmış ve etrafında çok sayıda takipçi toplamıştır. Batı'nın bu bölgeye ilgisi 1497'de Vasco de Gama'nın Ümit Burnu'ndan geçerek Hindistan'a giden deniz yolunu keşfetmesi ile başlamıştır. Bu keşif Hind bölgesindeki kolonizasyon faaliyetlerinin başlamasında bir milat olmuştur. Portekizliler Hindistan'da varlık gösteren ilk Avrupalılardır. Onların ardından Hollandalılar, Fransızlar ve İngilizler Hindistan'a bu yolla ulaşarak uluslararası deniz ticaretine başlamışlardır. 1600'de kurulan Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) 1612'de batı sahilindeki Sûrat'ta ticarî girişimlerine başlamıştır.
18. yüzyıl ihya hareketlerinden biri olarak Dihlevîliği incelerken Doğu Hindistan Şirketi'nin ülkedeki faaliyetlerine yönelik birçok çalışmaya göz atma fırsatı buldum. Yıllar içerisinde neredeyse tüm sahil şeridine hâkim olan bu şirket güvenliklerini sağlamak için kaleler inşa etmiş ve ticari faaliyetlerini geliştirmek üzere de fabrikalar kurmuşlardır. Pamuklu ve ipekli tekstil ürünleri yaptıkları ticaretin önemli bir kısmını oluşturmuş bunun yanı sıra ipek, çivit, kahve ve çay gibi ürünleri de Avrupa'ya taşımışlardır. Karşılaştıkları hukukî meselelerin çözümünde kendi hukuk sistemlerini zaman içerisinde uygulamaya başlayan ve mahkemelerini kuran bu şirket 1757'den sonra bölgede hâkimiyet sağlayan siyasî bir güç hâline gelmiştir. Bengal ilk resmî İngiliz sömürgesidir. İngilizlere karşı fiili mücâdeleye başlayan Mücâhidûn Hareketi az önce bahsettiğim ihyâ hareketi önderi Şah Veliyyullah'ın ilmî çevresi içerisinde onun görüşlerini temel alarak doğmuştur.
Sorunuzda ifade ettiğiniz üzere İngilizlerin değişen tavrında Hintli müslümanların Osmanlı coğrafyasındaki gelişmelerle yakından ilgilenmelerinin, onlara bedenen ve maddî yardımda bulunma girişimlerinin etkili olduğunu söyleyebilirim. 18. yüzyılın ikinci yarısında itibaren yoğun bir misyonerlik faaliyetine bölgede şahit olmaktayız. Bu faaliyetlere karşı çıkan ulemâ devletten hiçbir destek almadan kendi okullarını halkın yardımı ile kurmuş ve klasik İslamî eğitimin bu bölgede devam etmesi için büyük çaba sarf etmiştir. Zira bu dönemde İngilizlerin birçok okulu kapattığı yahut da dini eğitim kaldırarak bu okulları kendi eğitim anlayışlarına hizmet eden yerlere çevirdikleri görülmektedir. Müslümanlar on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren İngilizce biliyor olsalar bile yüksek memurluk seviyelerine atanamamışlar, resmî dairelerde alt seviyelerdeki işlerde görevlendirilmişlerdir. Kalküta, Ponâ ve Agra'da yeni kolejler açılmış, mevcut kolejlerde de İngilizce eğitimine verilen önem artmıştır.
Hindistan'da kurulan kolejlerde İngiltere'deki eğitim sistemine göre daha fazla İncil eğitimi verilmiş ve Hindu gençler Hristiyanlaştırılmaya çalışılmıştır. Yaşanan bu acı sürecin siyasi desteği de kaybeden müslümanları kendi çabaları ile mücadele etmeye sevk ettiğini ve farklı cemaatlerin medreseler açarak bu sürece destek vermeye çalıştıklarını söyleyebilirim. Yakın bir zamanda yayımlanan Taha İsmet Özel'in İngiliz Doğu Hindistan Şirketi adlı ülkemizde kâleme alınmış en kapsamlı çalışmayı bu şirketin tarihini okumak isteyenlere tavsiye ederim.
Sömürgecilik sonrası iyice azınlık hâle gelen Müslümanların yeni tartışma alanları nelerdi? İngilizlerin getirdiği Batı eğitim sistemine karşı, ilim sahası nasıl bir mücadele verdi? Ayrıca bu dönemlerde ortaya çıkan pek çok cemaat Müslümanlar arasındaki dayanışmayı sağlayabilmiş miydi?
Bâbürlü Devleti'nin 1857'de yıkılmasından sonra Hindistan'daki hâkimiyetlerini kaybeden müslümanların İngilizler'in kültürlerini ve Hristiyanlığı yayma çalışmaları karşısında bir arada kalarak dayanışma içinde olmalarını, din ile irtibatlarını kuvvetlendirmelerini ve çocuklarının iyi bir İslâmî eğitim almalarını sağlamak gibi hedeflerle farklı cemaatler ortaya çıkmıştır. En önemlileri arasında Ehl-i Hadis, Birelvî ve Diyobend cemaatleri sayılabilir. Hanefî mezhebine dair uç bir yorumu temsil eden ve yukarıdaki cemaatlerin aksine bölgesel bir hareket olarak kalan Ferâiziyye'yi de bu cemaatlere dâhil etmek mümkündür.
Fikrî temellerini Şah Veliyyullah'a dayandırmakla birlikte İslam düşünce geleneğinde farklı çizgilere sahip bu hareketler/cemaatler arasında önemli ihtilaflar yaşanmıştır. Ehl-i Hadis cemaati taklidi ve bir delil olarak kıyası mutlak olarak reddetmesi, ictihadı savunması ve Sünnet'in ihyâsına yönelik çalışmaları ile öne çıkmıştır. Ehl-i Hadis Diyobendîliğe Hanefî mezhebine intisabı savunmaları, Birelvîlere tasavvufa karşı çıkmamaları, Mevdûdî'nin Cemaat-i İslâmî'sine siyasal İslamcı olmaları, Ehl-i Kur'ân'a da hadisleri inkâr etmeleri sebebiyle karşı çıkmıştır. Câferileri ise şirket düşmekle suçlamışlardır. Hint alt kıtasında erken dönemden itibaren hâkim mezhep olan Hanefîliğe karşı bu dönemde en esaslı eleştirileri yönelten ilim çevresi Ehl-i Hadis'tir. 19. yüzyılda Hint alt kıtasında yapılan ilmî tartışmaların odağında Hanefîler ile Ehl-i Hadis arasındaki hadis-fıkıh merkezli ihtilafların yer aldığı söylenebilir. Bu tartışmalar birbirlerini eleştirmek üzere kâleme alınmış eserlerden oluşan geniş bir literatürü ortaya çıkarmıştır. Hatta bu tartışmalar kimi zaman kavgalara da dönüşmüştür.