Hikayeci eşraftan Sait Bey nasıl Faik oldu?
İki gün sonra bir sandalda gördü Sait’i. Lan Ali gördü. Denizin arkadaşı Sait’i. Güzel bir insandı Sait. Aslen Sakaryalıydı. “Ne işi vardı ki burada?” Denir mi öyle. Yaşıyordu işte. Ailesinin variyeti fena değildi. Ya Rabb’i şükür. Sait de denize açılıyor, balık tutuyor, tuttuğu balıkların yarısını denize geri atıyor, ıslık çalıyor, şarkı söylüyor, hayal kuruyordu. Lan Ali, mevzuyu anlar gibi oldu.
Cumhuriyetin ilan edildiğini duyduğu an, ilan edilenin tam olarak ne olduğunu öğrenmek için, yoksul evinin sokağa açılan kapısından kafasını uzatır Ali Bey. Yirmi dört yaşındadır. İnsanlar birbirlerine isimleriyle hitap ederler o yıllar elbet. Soyadı kanununa daha çok vardır. Haricen lakaplarıyla ve kimin evladı olduklarını ifade eden ön eklerle de hitap ederler insanlar birbirlerine. Ama Ali Bey gariptir biraz, kendisine “bey” denilmesini istiyordur. Çevresinde zaten pek aklı başında insan olmadığı için kendisine “bey” demesini istediği kişiler, kendisine “bey” diyorlardır da. Ama cumhuriyetin ilan edildiğini duyunca vaziyeti garipser Ali Bey, cumhuriyetin ne olduğunu bilmemektedir, neler oluyor ve dahası neler olacak şimdi diye kaygılana düşüne sokak kapısından kafasını uzatmaya meyleder.
Oturduğu muhit denize yakındır, dolayısıyla bir martının sesini duyar kafasını uzatırken. Bunu hayra yorar. Martılar hem uçuyor hem ötüyordur. O hâlde pek de sorun yoktur. Çıkar evinden denize doğru yürür. Bir deprem olur. Oturduğu muhitte evlerin ekserisi ahşaptır ki, yıkım olmaz pek. Yine de Ali Bey bu hadiseden fena etkilenir. O günlerde tanıştığı bir yazarın yıllar sonra yazdığı bir hikâyeye göre sallanan ahşap konağın içinde deprem esnasında ayakta durması mümkün olmamıştır, duvara tutunmak için kendisini ileriye attığında sarsıntının da ivmelemesiyle tutunmak istediği duvara alnının çatısını gömmüştür. O vakitten sonra Ali Bey’in adı değişir. Artık ona insanlar Ali Bey değil, Lan Ali demeye başlar. Beylikten Lan'lığa düşüş, elbette bu anlatının esası değildir, ama bilinir ki, hikayede neyin üstünü örtersen, o daha çok parıldar.
Ali Bey’in beyni yumuşayınca her şey değişti. Lan Ali kafatasının içinde bir takım adamlar koşturup durmaya, bir şeyler yapıp etmeye, bazen çalıp söylemeye bazen çırpmaya; bazen atıp beklemeye bazen tutmaya başladılar. Lan Ali, bu olanlara ne ad versin bilemedi, proje mi dese, hayat mı dese, taslak mı dese, yara mı dese bilemedi. Artık bütün bir, ne olduğunu bilmediği şeyi aklından yapıp tamama erdiriyor, akabinde de elinin emeği gözünün nuruna büyük keyifle bakarak “Hey Ya Rabb’im ben neler yapıyorum böyle?” diyordu. Ama eser, hayat, taslak, proje henüz kafada olduğundan aslında eser olmuyor, olsa olsa taslak oluyordu. Ama neyin taslağı oluyor, Lan Ali bunu da bilmiyordu. Bu sebeple kendisinden başkaca kimse Lan Ali’nin eserini görmüyordu. Ama ne fena bir şeydi ki, Lan Ali, günde bazen iki taslak, proje, hayat, eseri kafasında kuruyordu.
Günlerden bir gün, rüzgar yumuşak esti, Lan Ali’nin yumuşamış beynine epeyce hoş tesir etti, Ali sahilde çakıllarla ince dalgaların birbirlerine gide gele oynaştığı yerde buldu kendini. Yerden bir taş aldı, denizde sektireyim diye düşündü, sonra aklındaki taslaklardan birinde taş sektirmek için bir deniz kızını alnından vuran çocuğun yüz ifadesi canlandı ve çömeldi kıyıda, ağlamaya başladı. Yirmi dört yaşındaydı Lan Ali. On yedi yaşında bir genç uzaklardan onu gördü ki, kayıtsız kalamadı geldi yanı başına Ali’nin. “Abi”, dedi “Neden ağlıyorsun?” Ali kaldırdı başını, bu açık renk kumral saçlı gence baktı.
İçimde bir şey var. Bana bir şey yapıyor.
Dedi. Genç üzüldü. Üzülebilen bir insandı zaten. Yine de “Benim de.” demedi, diyemedi. Gülümsedi onun yerine. Çöktü o da. Biraz konuştular. Denizden ve balıklardan bahsettiler. Ali kafasının içindeki taslaklardan bahsetti. Genç, düşündü taşındı, “Ali Abi, taslak değil onlar galiba, başka hayatlar galiba.” dedi. Ama ne dediğini tam kendisi de bilmiyordu. Akşama doğru ayrıldılar. Ayrılırken genç, Lan Ali’ye adını da söyledi, Ben Sait, dedi. Denizle arkadaşım.
İki gün sonra bir sandalda gördü Sait’i. Lan Ali gördü. Denizin arkadaşı Sait’i. Güzel bir insandı Sait. Aslen Sakaryalıydı. “Ne işi vardı ki burada?” denir mi öyle. Yaşıyordu işte. Ailesinin variyeti fena değildi. Ya Rabbi şükür. Sait de denize açılıyor, balık tutuyor, tuttuğu balıkların yarısını denize geri atıyor, ıslık çalıyor, şarkı söylüyor, hayal kuruyordu. Lan Ali, mevzuyu anlar gibi oldu. Deprem olduğunda dışarıdaydı Ali, ama hikâyeye göre evde kafayı duvara gömmüştü. (Bu hikâyenin başında da öyle dendi zaten) Anladı Ali. Aklı başında değildi. Bir şey olduğundan ya da olmadığından da değildi. Bazıları böyleydi. Ali böyleydi.
Sandala yürüdü Lan Ali. Cebine attı elini. Bir şeyler çıkardı. "Sait" dedi.
Benim kafa gidik, kafamın içinde benim gibilerden çok var ama bir türlü doğru düzgün çıkmıyor dışarı. Bey değil, Lan’ım, sokaktaki adamım ben. Olmayacak böyle, anlatabiliyor muyum? Ben söyleyeyim, sen yaz olur mu? Belki düzelir yamuk kafam.
Sait güldü. Olur Ali abi de ne bu acelen, gel bir soluklan, dedi. Ali “yooook” der gibi kaldırdı hem başını hem elini. “Kıyamet kopuyor be Sait, yazmazsan çıldıracağım, anlatabiliyor muyum, vakit kalmadı.” Akabinde uzattı elini ve dolayısıyla elindekileri. Bir kurşun kalem ve bir çakı vardı elinde. O gün Lan Ali, bir kurşun kalem ve bir çakı hediye etti Sait Bey’e. Gerisini biliyorsunuz.