Her tercih haddizatında bir terk ediştir

ZANA ÖNGEÇ
Abone Ol

“Sıkı adamlar”, “güzel şahitlik”, “herkes i̇çine baksın” ve “i̇nsan makamı” kitaplarının yazarı; editör ve yayın danişmanı Saadettin Acar ile portre kitapları ve insanın kemâlat yolculuğu üzerine konuştuk.

Sıkı Adamlar, yaklaşık çeyrek asır sonra hangi duruma ya da ihtiyaca binaen yeniden basıldı?

Kitap benim ilk yazdığım ciddi emek vererek ve işe yarar umuduyla Kırklar Dergisi’nde yayınlanan metinlerden oluşuyor. Bu metinleri biraz da kendi okuduklarımdan aldığım notlar sonucunda yazıya dönüştürdüm. Bunlar okuduğum yazarlarla benim yeni yeni tanışmamın başlangıcıdır aslında. Okuyorum, tanışıyorum, onların benim üzerimdeki etkisi ölçüsünde notlar alıyorum. Sonra evet ben buradan bir yazı çıkarırım deyip işe koyuluyorum. Buradaki yazılar, çok duygusal ve heyecanlı bir gencin ilk okumalarından, dev isimlerle ilk karşılaşmasının sonucunda yazdıklarıdır.

Uzun bir aradan sonra yeniden yayınlanma sürecinden bahseder misiniz?

Tabii söz konusu yazılar peyderpey yayınladıktan sonra kitaplaştı. Kitaplaştıktan sonra dönüp yeniden baskısı yapılır mı diye bakmadım. Zaten Sıkı Adamlar’dan sonra birkaç kitap daha çıktı. Yirmi küsur yılı geçtikten sonra arkadaşlarımızın zaman zaman kitaba dair kendilerinde güzel izler bıraktığına dair müspet beyanları vesilesiyle kitaba yeniden dönüp baktım. Şunu da belirtmeliyim ki evet bizim o dönem ki müktesebatımız, bu isimlerle ilgili kanaatlerimiz zaman içerisinde elbette değişti, gelişti. Yeni okumalar yaptık ama o metinlerin de bu isimleri tanıma noktasında arkadaşlara bir yol hazırlığı olabileceğini de inandım. Bugünden bakınca bu metinler kendince biraz zayıf, yer yer cesur, haddini aşan metinler. Ama bir taraftan da bir nesil geliyor alttan ve bunlar da bu isimlerle karşılaşıyorlar. Kardeşlerimize en azından bir yol azığı, yola çıkarken tutunacakları birkaç kelime olabilir yönünde inancım. Bu sebeple metinlerin ruhuna hiç dokunmadan, sadece bazı tashihler yaparak Sıkı Adamlar’ı yeniden yayınladım.

Nitekim bir dönemin notları. Faydalı, okuru etkisi altına alan notlar…

O gün yayınlandığı dönemde başta ben olmak üzere bazı insanlar üzerinde etki bıraktığına inanıyordum. Bugün yine faydalı olabileceğine dair inancım oluştuğu için tekrar yayınladım. Evet biz insanız değişiyor, gelişiyoruz, müktesebatımız, malumatımız artıyor ama eğer bu açıdan bakacaksak bizim dün yazdığımız hiçbir metne sahip çıkmamamız gerek. Çünkü hepimiz, üç, beş, on yıl önce yazdığımız metinlere yeniden baktığımızda bir sürü kusur bulabiliriz. Öyle değil de böyle yazmalıydım diyebiliriz. Evet, Sıkı Adamlar bir dönemin notlarıydı. O dönemde bu isimlere bakışımı bu şekilde ifade etmişim. Onları aynen muhafaza ederek bir dönemimin ruh halini korumayı murat ettim.

Yani bir genç okur girizgâh olarak Sıkı Adamlar’ı eline aldığında kitaptaki isimlerden örneğin Sezai Karakoç hakkında bir yargıya, düşünceye varabilir.

Bittabi Sezai Karakoç’u tanıyacak, sevecektir. Ben sadece etkilendiğim, sevdiğim insanları, kişisel yolculuğumda bana dokunan isimleri yazdım. Onlara karşı duygusalım. Bu muhabbetin, bu hürmetin metinlere de sindiğini söyleyebilirim. Dolayısıyla kapsamlı bir yargı olmasa da sevebileceklerini, en azından merak edeceklerini umuyorum.

Portre yazmak ciddi emek gerektiren bir çalışma. Sıkı adamlar gibi Güzel Şahitlik isimli kitabınız da portrelerden oluşuyor. Portre yazmak ciddi ve zor bir iş. Portre yazmanızın nedeni nedir?

Sıkı adamlar profil kitap.

Açıkçası benim sevdiğim bir iş. Şahsen hayat hikayelerini merak ederim. Bunun ötesinde acizane şöyle düşünüyorum; insanın yazdıkları şahsiyetinden bağımsız şeyler değil. Yazı yazarından bağımsız olamaz. Ben okumalarımı her zaman yazarın şahsiyeti ve kişiliğiyle birlikte değerlendirdim ve hep o şahsiyetin gölgesinde o metinlere yaklaştım. Yani yazılanla şahsiyet arasında bir uçurum beklenemez bence. Ama modern zamanlarda böyle bir zorunluluk da yok doğrusu. Hani insanlar şahsiyetten bağımsız olarak da bir metni ele alıp okuyabiliyor, sevebiliyor, bir tutarlılık arayışında olmayabiliyor. Ama en azından kendi tecrübem itibarıyla söylüyorum; yazar ile yazdıkları arasındaki tutarlılık her zaman önemlidir. Başka bir dünyada yaşayıp başka bir hayatın rolünü yapmak bana samimi, dürüst bir yaklaşımmış gibi gelmiyor. Bir Müslüman olarak da bu tutarlılığı önemsiyorum. Yani her halükârda tutarlılık. İslam’ın bir vecibesi olarak da bunu anlamışımdır. Ayet-i Kerime çok açık bir şekilde bizi uyarıyor: Neden yapmadıklarınızı söylüyorsunuz? Neden hayatınızda yeri olmayan meseleleri anlatıyorsunuz. Allah’ın kullarına bir sitemi olarak anlamalı bu ayeti. Dolayısıyla burada yaşamak ve yapmak veya yazmak arasında hep bir paralellik, hep bir özdeşlik aramışımdır.

Portre yazarken, bu şiirleri kim yazdı, hangi saikle, heyecanla, duyguyla yazdı diye uzunca bir yolculuğa çıkıyorsunuz aslında değil mi?

Tabii ki. Portreleri, insanların yazdıklarının samimiyetinin de anlaşılabileceği bir yer olarak görüyorum. Okuduğunuz eserin sahibine eğildiğinizde o metinleri yazdıran kaynağa yönlendiriyor. Diğer türlü yapmacık olur. Ama o hayata baktığınızda, o hayatın bütünü içerisinde yazdıklarının nereye denk düştüğünü araştırdığınızda yazılanların etkisi de artıyor. Kalpten gelen ve hayatla tutarlılık arz eden sözler daha etkili olur. Çok parlak ve süslü olmasalar bile o sözlerin insan üzerindeki etkisi çok daha fazladır. Bir yaşanmışlığın izi vardır o sözlerde. Dolayısıyla benim kişisel olarak portreye yönelmem ve bu noktada yazılanları okumamın temelinde hep bu vardır. Portre önemlidir. Ha tabii şu da var; başka bir Sezai Bey, Cemil Meriç ya da İsmet Özel portresi de mümkün. Baktığınız yerden bir insana bir şablon çiziyorsunuz neticede. Kendi dünyanızdakini yazıyorsunuz aslında. Bu çok sahici, gerçekçi de olmayabilir. Başka bir göz okuduğunda “ama bu şunu söylüyor, ben bu adamı böyle tanıdım, bu metinlerini bu gözle okudum, bu şekilde bununla bir ünsiyet kurdum.” diyebilir. Kendinizce bir gerçeklik inşa ediyorsunuz. Belki de kendiniz ‘yeni bir şahsiyet’ oluşturuyorsunuz. Ondan da emin değilim, yer yer mitleştiriyorsunuz belki. Olabilir. Çünkü yoğun bir hayranlık, muhabbet var. Onlarla ilişkilerinizde bu duygular, onların bazı eksiklerinin gölgede kalmasına sebep olabiliyor. Çünkü onu sevdiğiniz için hep güzel taraflarına odaklanmışsınız. Güzel Şahitlik kitabımda da yazdığım isimlerin bana güzel gelen, beni heyecanlandıran taraflarına odaklandım. Bundan dolayı adı Güzel Şahitlik oldu. Hayatla yazı arasındaki o tutarlılığı bulmak, bir muhabbetin neticesinde o insanlara yönelmek ve o muhabbetin heyecanıyla başka taraflarını da görmek. Dolayısıyla benim yazdıklarımda eleştiri yoktur. Sadece yer yer soru işaretleri vardır.

Tasavvuftaki sîret-sûret, mana-madde uyumu aslında aradığınız anladığım kadarıyla. Bu anlamda sizinle örtüştüğü kadarıyla yorumlamanız. Tam da burada şunu sormak istiyorum: Birçok ‘sıkı, güzel adamımız’ var. Kitaplardaki isimleri bir araya getiren şey sadece yukarıda bahsettiğiniz uyum mu?

Söz konusu uyum elbette ki önemli. Ama sadece bu değil. Birçok şey sayılabilir. Yalnızca bu kadar iyi adam var demek gibi bir hadsizliğim de yok. Demeye çalıştığım; benim adamlarım ya da benim yetişebildiğim, okuyabildiğim, dokunabildiğim bunlar. Elbette bununla sınırlandırılamaz. Elbette benim başka türlü yine çok sevdiğim, hürmet ettiğim isimler de var ama yazamamışımdır. Dolayısıyla benim böyle baştan bir çerçeve çizip “Sıkı Adamlar’da sekiz tane adam yazacağım.” diye bir hesaplamam olmadı. Dediğim gibi benim sevdiğim okuduğum ve okurken de etkilenip notlar aldığım isimler. Bunlar pekâlâ çoğaltılabilirdi. Hatta bazıları için ‘burada olmayabilirdi’ de denilebilir.

Yani objektif değil; şahsi, subjektif bir tecrübeden söz ediyorsunuz burada...

Evet. Onun için ısrarla söylüyorum. Benim objektiflik iddiam yok. Objektif, meselelere dışarıdan bakabilen bir insan değilim. Okurken o meseleyle, isimle hemhal olmaya çalışıyorum ve sonra onu yazıyorum. Dolayısıyla bu başkası için okunmaya değer bile olmayabilir ya da başkası oku ama benim etkilendiğim şekilde etkilenmeyebilir. Bu bizim biraz daha şahsi olarak geldiğimiz dünyayla, kültürle ilgili. Bu isimleri okudum, notlar aldım ve bu hacme ulaştı, sonra da bir kitaba. Başka isimler de yazdım ama kitaplara almadım. Pekâlâ bu kitaba da girebilirdi hatta bazı dostlar “acaba bunu revize edip yeni isimleri de mi koysanız” dediler. Ama o zaman başka bir şey olacaktı. Bir dönemki tanıklığım olmaktan çıkacak ve bir seçkiye dönüşecekti. E o seçkiyi, bugün yaptığım için bundan yirmi yıl öncesinin metinleri olmaktan çıkacaktı. Çünkü her tercih haddizatında bir terk ediştir. Dolayısıyla birilerini dışarıda bırakacak, birilerini içeride tutacaktık. O gün bu isimleri hangi gerekçeyle, ruh haliyle, müktesebatla, kelimeyle yazdıysam olduğu gibi o fotoğrafı tekrar, yirmi küsur yıl sonra, ortaya koymak istedim.

Saadettin Acar.

Portreleri yazma süreci boyunca duygularınızı, sezgilerinizi, tercihlerinizi ve okumalarınızı göz önünde bulundurarak sormak istiyorum; sizce portre yazarken objektif kalmak mümkün mü?

Elbette değil. Yani şu kadar insan içinden bir insanı seçmek bile objektifliğin önündeki engel değil mi? Objektiflik diye bir iddia var. İkimiz de bir film seyrediyoruz. Beğeniyoruz ama ondan aldığımız haz, ona yüklediğimiz anlam birbirinin tıpatıp aynısı olabilir mi? Yani bu kadar kişi içerisinde tercih yapmak başlı başına subjektif bir tavır değil midir? Ben ‘objektiflik’ yerine hakkaniyet duygusu diyorum kendimce. Müslüman son tahlilde bir hakkaniyet duygusuna sahip olan insandır. Onda İslam’ın kendisine kazandırdığı inceltilmiş bir hakkaniyet, adalet duygusu vardır, bir zevk-i selim diyelim. Böylece daha tutarlı ve daha anlamlı oluyor. Her şeyi geçin, içinde yetiştiğiniz eğitim sistemi sizin objektif kalmanıza ne kadar izin verebilir? Normalde bizim anladığımız anlamda objektiflik, hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan, hiçbir dış saiki göz önünde bulundurmadan bir meseleye olması gerektiği gibi yaklaşmaktır. Peki bu mümkün mü? Yani seküler dünyanın bize dayatmaları, eğitim sisteminin yönlendirmeleri bizi objektiflikten uzaklaştırmak için yeterli değil mi zaten?

Nitekim sıyrılamadığımız bir alışkanlıklar dünyasındayız.

Evet. Bu alışkanlıklar dünyası bizi yönlendiriyor ve bu yönlendirmeler bizi bazı kavramları tercih etmeye, bazılarını terk etmeye itiyor. Hangi birimiz kendimizi içinde bulunduğumuz dünyadan tamamen soyutlayabiliyoruz ki; pazardan, sokaktan, medyadan, okuduklarımızdan etki altında kalmadan bir tercihte bulunabiliyoruz ki? Bana kalırsa objektiflik bir uydurma, yutturmaca. Hiçbir insan objektif olamaz. Nihai anlamda bir objektiflikten söz ediyorum. Bütün yaşadıklarımız, okuduklarımız, gördüklerimiz bir şekilde bizi bir şeyi sevmeye, bir şeyden nefret etmeye, bir şeye yaklaşmaya, bir şeyden uzaklaşmaya iten faktörlerdir. Peki tüm bunlardan sarfınazar etmek mümkün mü? Dolayısıyla objektiflik bir masal, bir hikâye, bir iddia. Bunun yanında hakkaniyet duygumuz gelişirse eğer biz o duygumuzla bazı kavramları, bazı meseleleri daha doğru ifade edebilir, onlarla daha doğru bir bağlantı kurabiliriz. Bunun dışında bizim içinde bulunduğumuz dünyanın bütün etkilerini bir kenara atıp onların dışında bir söz söyleyebilmemize imkân olduğunu düşünmüyorum.

Her iki portre kitabınızda da söz konusu isimlere işaret ediyorsunuz. Aslında burada şu sorunun da cevabını vermiş oluyorsunuz: “Kimi, niçin okumalı?” Okura neler önerirsiniz?

Aslında bu soruyu her yaşta kişi kendisine sorar. Okumak, insanın yarasına bir merhem arayışıdır. Okuyarak iyileşiyor, noksanlığımızı tamamlamaya çalışıyoruz. Ancak kemâl sahibi olan yeni bir şey öğrenme çabasında olmaz. İnsanız ve eksiğiz. Bu eksiklik tamamlanmalı. Peki ne okumalı? Kendisinde ne eksikse onu okumalı. Benim eksikliğimi tamamlayanları, bana iyi gelenleri okudum ve yazdım. Yaramı iyileştiren başkasının yarasını iyileştirmeyebilir. Çünkü o ilaç o yaraya müptela olan için şifadır. İnsan yarasına merhem olacak ilacı tavsiyelerle, işaretlerle almalı. Dolayısıyla her reçete bir yaraya da işaret. Her okuma listesi kendimizce bizim ihtiyaç duyduğumuz tarafımıza işaret ediyor. Bunun genellenebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bana iyi gelen bir kitabın herkesi iyileştirebileceğine inanmıyorum. Bizim tecrübemiz bizimle ilgilidir, herkes için söz konusu olmayabilir. Ama bunun yanı sıra hepimizi iyileştirecek temel bazı isimler de elbette vardır.

Sıkı Adamlar’ın takdiminde geçen; “Parmağımla ayı, ya da ay diye bildiğimi işaret ettim sadece… Okur parmağa takılıp kalmasın, parmağın gösterdiği istikâmete dikkatle baksın.” ifadelerinizi biraz daha açar mısınız?

İsmet Özel bunu aktarıyor bir kitabında. Hazreti Mevlâna’dan mülhemdir. Kendimizi aradan çıkararak bazı isimleri işaret ediyoruz. Israrlı bir şekilde bir yeri işaret etmeye çalışıyoruz. Bu işaret esnasında eğer işaret eden nesneye odaklanırsanız, onunla yetinip meşgul olursanız işaret edileni ıskalarsınız. Halbuki işaret edilen önemli. Burada da yazarın kendisini ne kadar geride tuttuğunun önemi var. Eğer bu işaret esnasında işaret edileni gölgeleyecek kadar kendini ön plana çıkarmışsa işaret edilen de kıymetinden bir şey kaybedebilir. Dolayısıyla parmakla bir yeri göstermek kıymetli ama okurun da o işaret edenle yetinmemesi, işaret edilene yönelmesi ve o işaret edilen üzerinde kendince okumalar yapması, o işaret edileni yeniden anlamlandırmaya çalışması lazım. Kemâl meselesi…Doğumundan ölümüne kadar kemâle erişmek üzere bir yolculukta insan. Sizin parmağınızla işaret ettiğiniz şahsiyetlerin de işaret ettiği bir şey var. Kemâle erişmek üzere bir yolculukta olduğumuzu hatırlatıyorlar. En büyük derdimiz, mevziimiz, mevzumuz belki de bu. Bunlardan uzaklaştığımızı ifade ediyorsunuz kitabın takdiminde. O işaret ettiğiniz isimler uzaklaşmamanın yolunu işaret ediyorlar mı, nasıl? Şuradan başlamalı; siz birilerini işaret ediyorsunuz evet ama o işaret edilenler de son tahlilde birer işaretçidirler, nihai nokta değiller. Yani tüm yazdıklarımızdan bağımsız olarak bir derdimiz var. İşaret ettiklerimizle aynı dertler. Müktesebatınız, cümlelerimiz o büyük derdi anlamaya yetmiyordur. Doğru bir şekilde dile getirdiğini düşündüklerinize gidiyorsunuz. Dolayısıyla siz meselenizi, derdinizi anlatmak yerine sizden daha iyi anlatmış birisini işaret etmekle yetiniyorsunuz. Neticede bu isimler de bizim nihai gayemiz değil. Bu isimlerin işaret ettiğidir asıl bizim mevzuumuz. Okuduğumuzda onlar da kendi içerisinde bazı vesileleri, bazı araçları işaret ediyor ve bu böyle silsileyle bir yerlere kadar gidiyor.

Nereye varıyor bu silsile yani son kerte nedir?

Benim için şudur: ‘İlâhî ente maksûdî, ve rıdake matlûbî.’ yani Allah’ım bütün maksudum sensin, bütün meselem rızana ulaşabilmektir. Müslüman olarak gaye Allah’a ulaşmak, Allah’ın rızasını elde etmek. İşaret ettiğimiz, bizi heyecanlandıran isimlerin de bu yolculukta bizim elimizden tutabileceğine dair inancımız var. Kul aracıdır, gaye değil. Efendimiz (sav) bizi son tahlilde Allah’a ulaştırmak için gayret eder. Yani O (sav) bile kendisini nihai gaye olarak göstermez. Bu isimlerin işaret edilmesi önemli ama isimlerin mesele edindiği başlıklar bu mevzunun kıymetini belirler. Durdukları mevzi kıymetli. Nereden konuşuyorlar, nereye konuşuyorlar, neye işaret ediyorlar, dertleri ne?

Hayat yolculuğunda o mevzularımızdan uzaklaşıyoruz bir şekilde. Mevzileri terk ediyoruz. Mecburen ya da tercihen başka bir yere doğru evriliyoruz.Bu isimlerin benim için başka kıymeti de o mevziiyi terk etmemeleri ve o mevzularını hiçbir zaman unutmamaları. Dünyadaki değişim ve dönüşümler bile hiçbir zaman onlar için mevzilerini terk etmeye sebep olmamıştır. Mevzularından asla uzaklaşmamışlardır. Hep bir noktada kalmışlardır. O siperi hiç terk etmemişler. Onları işaret etmekle, onların önemini belirtmekle aslında değişmeyen, değişmemesi gereken bir mevzunun da altını çizmeye çalışıyoruz. Sıkı adamlar gibi ne olursa olsun değişmemesi gereken mevzularımız, terk etmememiz gereken bir mevziimiz var.

Yani mevziiyi terk etmemek, mevzunun içinde olmak, siperde kalmak tüm mesele…

Biz Müslümanız. Müslümanlığın söylem derekesinde kalması bir nakısadır. Müslümanlık büyük bir iddiadır. Bir tutarlılık, süreklilik, bağlılık, sadakat, fedakârlık ve vefa istiyor. Dolayısıyla Müslüman olmanın bize yüklediği bu anlamları terk ettiğimiz andan itibaren iddia ettiğimiz Müslümanlık bir laftan, bir sözden, bir iddiadan ibaret kalır. İslam bizim için herhangi bir ideoloji seviyesine iner. Yani herhangi bir fikir, bir söz yığınına dönüşür. İslam’ı ideoloji olarak görmeyişimiz bundandır. Zaman zaman giyip zaman zaman çıkaracağımız bir elbise değildir. Hayatın bütünü içerisinde bizimle olması gereken bir mevzu, bir büyük meseledir İslam. Dolayısıyla buradaki süreklilik, devamlılık, mevzuya sadakat esas mesele. Netice olarak Allah’a ulaşabilmek, Allah’ın rızasını elde edebilmek, Müslümanca yaşamak, öbür tarafta hesabı verilebilir bir hayatla Allah’ın huzuruna çıkabilmek. Yani gerçekten bunu dışarı çıkardığımız andan itibaren, bunları yok saydığımız andan itibaren Müslümanlık iddiamızın hiçbir anlamı kalmaz. Sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum: Müslüman olarak bizler mevziiyi terk etmeyeceğiz, mevzuunun içerisinde olacağız, siperde bekleyeceğiz inşallah, buradaki vademiz dolana dek.