Heidegger'de fırlatılmışlık duygusu: Tek başına inşa, iskân ve yer-varlık ilişkisi

GÜLSENA AFRA ERSAN
Abone Ol

Taşradaki yaşantısı özgün, soyutlanmış ama bununla birlikte şeylerin sonsuz yakınlığına yaklaşmış bir yaşantıdır. Düşüncelerinin ve yaşantısının uzlaştığı, uyuştuğu bir yerdir kulübesi. Mesken kavramını, inşa etmekle iskan etmenin nüansını bu sebeple özellikle vurgulamıştır: mesken, fırlatılmışın tutunduğu ve orada sakin olduğu varlık çerçevesidir.

  • "Şiirsel biçimde, insan mesken tutar."

Bu cümle, Heidegger'in Hölderlin'in şiirinden alıntıladığı bir cümle ve metninin adı. Bu yalın ifade, Heidegger'in yer-varlık ilişkisine dair düşüncelerinin de toparlanmış, başlık hâline getirilmiş bir derlemesi olmakla beraber, yine düşünürün tabiriyle "sade bir inceleme" ile ele alınırsa bize mesken, varoluşun sıyrılmışlığı ve fırlatılmışlıkla ilgili farklı düşünsel perspektifler sunacaktır. Bu alt başlıklardan ilki olan mesken kelimesi, etimolojik olarak sakin kelimesinden gelir. Sakin kalmak-sakin olmak. Yani bir yere yerleşmenin, yurt edinmenin tanımı o yerde "sakin" olmak. Mekân-sükunet ilişkisine işaret eder bu tanım. Durmayı arzuladığımız yeri evimiz yaparız ve durmakla düşünmenin- eylemenin ilişkisi başlar. Durma noktası eylem-düşünce ilişkisinde bir eşik niteliğini teşkil eder: Her düşünce, eylemden kopuşun imgesi, her eylem de düşünceden kopuşun imgesidir çünkü. Fakat Heidegger'in düşünce organizasyonunda ise tersi olarak, mekânın varlığın ontolojik konumuna dair işlevselliğiyle beraber bu ikisinin birbirine eklemlendiği-kaynaştığı görülür. Düşünce ve eylemin durmayı aşarak birbirine eşlik ettiği yer; doğal akışa dâhil olarak çalışmanın, ritmin, intizamın alanına işaret eder böylelikle.

Bu yüzden Heidegger'de düşüncenin koşullarının doğa gibi doğal, karmaşayla nizam kazanan bir dizilimle ilerlediğini görürüz. Felsefesinin mihenk taşı kavramlarından olan "fırlatılmışlık", Heidegger'in metinlerine daldıkça karşımıza bir çeşit "kopuş imgesi" olarak çıkmaktadır. Ait olduğu bir yerden; yerleştiği, kök saldığı ve bütünleştiği bir formdan -sökülme- hâli. Oradalıktan kazınma ve kopuş imgesiyle -sakini olarak- meskene tutunmayı temsil eden bir hâldir bu. Varlığın referans olarak önceliğini, yani ontolojik konumunu tesis eden mesken duygusu, aynı zamanda varlığın "fırlatılmış" olarak fırlatıldığı andan itibaren -ölüme doğru bir varlıkolduğunu da vurgular çünkü. Bu ölüme doğrulukta dünyada ikâmet eden Dasein için, dünyayı mesken tutmuş bir varlık denilebilir. Dasein, fırlatıldığı yerde açılan/açılmış bir varlıktır ve buradaki açılma salt Dasein'dan dünyaya değil, dünyadan da Dasein'a doğru gerçekleşir. Dünya hâlet-i ruhiyeyi baz alarak farklı biçimlerde açılır, kendini başka şekillerde gösterir. Bu açılma biçimlerinin belirginleştiği, vurgulandığı en iyi örnekleri düşünürün kulübesiyle ilgili yapılan yakın okumalar verir.

Heidegger'in "Niçin Taşrada Kalıyorum?" 1 adlı metninde düşüncesinin mesken tuttuğu alanla birlikte açılması/ gelişmesi/değişmesi izlenir. Öncelikle kaldığı kulübeyi anlatır, sonra bu gözlemlerin bir araştırmacıya ait olabileceğini, kendisininse kulübesiyle ilgili çok daha farklı düşünceleri olduğunu okuruz. Heidegger kır manzarasını gözlemlemez, tam tersine taşranın düzenine düşünceleriyle eşlik eder. Gözlemci, araştırmacı değildir; manzaranın, mevsimlerin, günlerin değişimini, kayaların sertliğini, çayırların sade ihtişamını, köknar ağaçlarının gelişimlerini kendi tabiriyle bizzat "yaşar". Bunların hepsi onun düşüncesinin, yaşantısının içine akar. Ama bu zaman kollayan, hesaplı bir süreç değildir; Heidegger kendini tümüyle çalışmalarına verirken doğanın bu sade ihtişamı ve -şiirsel biçimde kaotik yapısı-nın çalışmalarına nüfuz ettiğini ifade eder. Düşüncesi köylülerin çalışmaları gibidir; onların ağaçlarla, bahçelerle uğraşması gibi doğaldır ve onlarla ilişkilidir. Şehirli bir insan buraya geldiğinde eksantrik ve sentetik bir perspektifle incelemeler yaparken, Heidegger'in düşüncelerine yön verir kaldığı kulübe.

Heidegger'in felsefi angajmanında yer varlık arasındaki teklifsiz; sade ama görkemli, içten ama saygılı, derin ama karmaşasız düşünce seyri hep belirgindir.

Taşradaki yaşantısı özgün, soyutlanmış ama bununla birlikte şeylerin sonsuz yakınlığına yaklaşmış bir yaşantıdır. Heidegger için düşüncelerinin ve yaşantısının uzlaştığı, uyuştuğu bir yerdir kulübesi. Mesken kavramını, inşa etmekle iskan etmenin nüansını bu sebeple özellikle vurgulamıştır: mesken, fırlatılmışın tutunduğu ve orada sakin olduğu varlık çerçevesidir. Kulübenin mesken olarak ihtiva ettiği özel önem ise, gündelik yaşantının tahrif edilmediği, modernitenin henüz yeteri kadar ulaşamadığı taşrada bulunmasıdır. Çünkü doğada Tanrı'nın düzeni vardır. Doğa düzensizliğin düzeni tarafından yönetilir. Kaosun intizamına tabidir. Tanrı'nın yaratımındaki en ehemmiyetli nokta, biricik olmasıdır. Yaradılış tekildir; birbirine benzer ama aynını üretmez. Birbiriyle örtüşür ama kopyalamaz, yer yer zıtlaşır ama zıtlıklar ahengi bozmaz. Şehrin hesaplılığı, yapay matematiği, sentetik görsel algısı doğada yoktur. Doğada yaradılış ve üretim emek ister, bakım ve ilgi ister, biriciktir. İnsan ürettiğine mesafeyle yaklaşmaz, üretimiyle birliktedir. Onunla düşünür, onunla hisseder, dünyanın açılma biçimi bu ilişkiler ağıyla farklı suretlerle, farklı sorularla önüne gelir.

Fırlatılmışlığı mesken tutulan alanla, düşünceyi de yaşantıyla temas ettirerek iç içe geçirmek, çalışmalara derinlik kazandırır. Kendi koşullarını üstlenmek, "ben olmak, sen olmak" insanın hayatını idame ettirdiği mekânın imkânlarını tanımasıyla mümkün olur. Mekânın imkânlarına yakından bakmak ise sadece sunduğu perspektife değil, ayrıca tüm ilişkilerden bağımsız kendi olağan akışındaki hâliyle bağ kurabilmekle gerçekleşir. Varlığın anlamı ve "ne"liği üzerine olan düşüncenin kategorisini derinleştirmek için, varlığın mevcut olduğu yerle ilişkisini de ele almak gereklidir bu yüzden. Heidegger'in felsefi angajmanında yer-varlık arasındaki teklifsiz; sade ama görkemli, içten ama saygılı, derin ama karmaşasız düşünce seyri hep belirgindir. Ölüme doğru bir varlık olan Dasein'ın mesken tuttuğu yerle ilişkisi ona bu doğallığı tesis etmektedir. Köyde tanıştığı oldukça yaşlı, sık sık sohbet ettiği bir kadından bahseder Heidegger. Kendisiyle sohbet etmek için sarp bir yamacı çıkarak yanına gelir, pek çok eski hikâye ve deyiş anlatırmış o yaşlı kadın.

Öldüğü geceyi ailesiyle sohbet ederek geçirmiş, ölmeden bir buçuk saat önce de "Profesör" e selamlarını iletmiş. Heidegger bu selamın, felsefesiyle alâkalı uluslararası bir gazetede geçecek bir haberden çok daha değerli olduğunu kaydeder kendisi için. Çünkü bu selam, ölüme doğru bir varlık olduğunu anlayan, dünyayı fırlatılmışlığıyla mesken tutma özelliğini içeren bir selamdır. Selamın gelirken ki o sadeliği; yaşam kadar kolay ve doğum kadar doğal bir ölümü imler. Bu yapaylıktan uzak; şehrin, ilişkilerin, düşüncelerin insan eliyle tahrif edilmiş yanılsamalarından uzak, düşüncesi için mümkün bir işleyiş alanı, gerçeklikle derinleşen bir etkileşim tesis eder doğada.

Hölderlin'den ilham aldığı gibi:

  • Yaşam hep didinmekse eğer, bir insan
  • Gözlerini yukarı kaldırıp diyebilir: öyle
  • Olmak ister miydim ben de? Evet. Şefkat [Freundlichkeit]
  • Saflık, hâlâ kaldıysa şayet yüreğinde, insan
  • Boy ölçüşemez yersizce
  • Tanrı'yla. Bilinmez midir Tanrı?
  • Belirgin midir gökyüzü gibi? Yeğlerdim
  • İnanmayı sonuncusuna. İnsanın ölçüsüdür bu [Des Menschen Maaß ist's].
  • Hüner dolu, ama şiirsel biçimde, insan
  • Mesken tutar bu yeryüzünde. Ama daha saf değildir
  • Yıldızlı gecenin gölgesi,
  • Böyle söylersem eğer,
  • Tanrı'nın sûreti denen insandan.
  • Bir ölçü var mıdır yeryüzünde? Yoktur
  • Hiç.
  • "Şiirsel biçimde, insan mesken tutar."
  • 1. Martin Heidegger, Niçin Taşrada Kalıyorum?, Çev. Sadık Erol ER-Mustafa YILDIRIM (İstanbul: Cogito YKY, 2010), 421.