Hatice Piave gecenin içindengelen ulu

MUSTAFA AKAR
Abone Ol

Hatice Pia ile aramızda bir bayram namazı coşkusu olurdu sürekli ve birbirimizin en çaresiz hallerinin antolojisini çıkartarak, sevdiğimiz şairlerin şiirlerinden çaldığımız mısralardaki gibi davranırdık birbirimize. Aşk, kimliklerimizden sıyrılıp başka hayatçıkları birbirimize taptaze somun ekmek gibi bölüştürdüğümüz bir nimetti.

  • Kim olduğunu ne bilirlerdi, şimdi korkunç zordu onu sevmek; ve o buna yalnız birinin gücünün yeteceğini seziyordu ama o biri istemiyordu henüz R. M. Rilke

Hatice Pia’yı sanki yüz yıldır tanıyordum. Birden hayatımın en derinlerine kadar sızmıştı ve bunu bir masaldan aşırılmış üç beş satırla anlatamazdım. Mükemmel gerçekçi olduğum zamanlardı. Askerden dönmüştüm, üzerimde güney yorgunluğu denilen bir hastalık olduğunu söylüyordu doktor arkadaşlarımdan birisi ve sürekli gözümden birisi Hatice Pia diye seğiriyordu. Dokunduğum her şey merhaba diyordu. Aşkın bir hal değildi yaşadığım. Mucizelerin her biri gündelik işlerden birisi olarak alışkanlık kazanmıştı hayatımda.

Bazı insanlar bulundukları ortama anlatılamaz bir etki bırakırlar. Sanki her şey onları memnun etmek için yapılır hale gelir. Herkes ona ayak uydurmak zorundadır. O olmadığı zaman da bütün planlar biraz eksik, biraz yarım kalır ve bu insanlar hemen her zaman kaybedenlerden olurlar; çünkü ancak kaybedenlerin anlatılacak bir hikayesi vardır. Hatice Pia onlardan biriydi. Cennetle cehennem arasında rastlanabilecek en yakıcı, en çılgın maviye çalardı gözleri. Dostluk üzerine söylenmiş en güzel sözlerden birisiydi Hatice Pia. Dostluğun da bir aşk gibi yaşanabildiği uzak zamanlardan birinden dünyamıza düşmüş ve aramıza karışmıştı.

Gece Kafe’de buluşurduk sürekli. Gece Kafe hepi topu 20 kişinin sığınabileceği bir mekandı. Gündüzleri aylak liselilerin takıldığı, geceleri ise gerçek sakinlerinin doldurduğu bir düş eviydi. Murat abi uzun saçlarıyla birlikte işletirdi kafeyi ve sürekli Bob Dylan çalınırdı. Bob’un duvarlardaki efsane fotoğraflarına, karşı duvardan Patti Smith gülümserdi. Patti’nin bir palto için yaktığı ağıtların altında Döşeğimde Ölürken’i okurdum ve içeriye muhakkak şarkıcı değil şair olmak isteyen Hatice Pia girerdi.

illüstrasyon: Cemile Ağaç

Bazen birine ne kadar sıkı sarılırsan sarıl, onu kollarının arasında hissedemezsin. Bazısının da arada ne kadar mesafe olursa olsun telefondaki bir ‘alo’su bile yeter, o sarılışı tekrar yaşamana, onu yanındaymış gibi hissetmene. Hatice Pia çok sıkı sarılırdı bana ve onun kollarının arasında modern dünyanın bir canavarı daha tahtalıyı boylardı. Hatice Pia ile aramızda bir bayram namazı coşkusu olurdu sürekli ve birbirimizin en çaresiz hallerinin antolojisini çıkartarak, sevdiğimiz şairlerin şiirlerinden çaldığımız mısralardaki gibi davranırdık birbirimize. Aşk, kimliklerimizden sıyrılıp başka hayatçıkları birbirimize taptaze somun ekmek gibi bölüştürdüğümüz bir nimetti. Her ayın sonunda ondan hediye olarak aldığım Attila İlhan şapkalarını aynanın karşısında denerken, Hatice Pia Mersin limanındaki sevgilisine şiirler yazardı. Kötü şiirlerdi bunlar. Kara saçlarına yakışmayacak kadar kötüydü. Tüm bunları düşünür Gece Kafe’de çekirdek çitleterek büyük şair olacağımız hayallerine dalardık. Ben şapkamı Leonard Cohen’le takas edip, bir müzik grubunun bateristi olurken, Hatice Pia şiirde diretti.

Leş gibi bir mekanda müzik yapıyorduk para kazanmak adına.

Ellerim The Doors çalarken, kalbim Zekai Dede’nin “Gönlüm heves-i zülf-i siyehkâre düşürdün” bestesini terennüm ediyordu.

İyi içen, kötü yaşayan bir sürü arkadaş edinmiştim. Bir gece en alevli rock şarkıların ekseninde uçarken, kafeye biri geldi ve ta gözlerimin içine baktı. Arada yanına gittim ve kim olduğunu sordum. Beyaz sakallarının arasından söyledikleri yüksek sesli müziğin arasında kayboluyordu ve ona Gecenin İçinden Gelen Ulu adını taktım. Asıl adı Eser’di. Eser abi yani Gecenin İçinden Gelen Ulu, Karadeniz ormanlarına dadanan bir haşarı türünü araştırmaya gelmiş bir mühendisti. İyi müzik yapıyorsunuz ama yaptığınız müziğe ruh üfleyemiyorsunuz demişti Eser abi. Sonraki günlerde müziği bitirince kaldığı motele gidiyor, sabahlara kadar konuşuyorduk. İnsanın gözü neyi görürse değeri o kadardır diyordu, Eser abi. Hayatımı semantik analize tabi tutuyordu ve içine hayret nidaları karışmış öykülerimi ontolojik bir serüven açısından ele alıyordu. Deli projeler geliştirdik Eser abi ile. Aramızda başka türlü bir lisan icat etmiştik artık. Umudu olan her insanın teselli beklemesi gibiydi Gecenin İçinden Gelen Ulu. Hatice Pia da katılır olmuştu sohbetlerimize. Üçümüz bir araya gelip Kim olduğunu ne bilirlerdi, şimdi korkunç zordu onu sevmek; ve o buna yalnız birinin gücünün yeteceğini seziyordu ama o biri istemiyordu henüz R. M. Rilke Hatice Pia ile aramızda bir bayram namazı coşkusu olurdu sürekli ve birbirimizin en çaresiz hallerinin antolojisini çıkartarak, sevdiğimiz şairlerin şiirlerinden çaldığımız mısralardaki gibi davranırdık birbirimize. Aşk, kimliklerimizden sıyrılıp başka hayatçıkları birbirimize taptaze somun ekmek gibi bölüştürdüğümüz bir nimetti. Hatice Pia ve Gecenin İçinden Gelen saatlerce susuyorduk. Bazen Hatice Pia’nın konuşkan saçları da ses etmese, o derin sessizlik kollarımıza jilet atardı. Sanki Mevlid’in Velâdet Bahri Bekir Sıtkı Sezgin tarafından okunuyormuş gibi bir cezbe haliydi bizimkisi. Hayat üzerimize sıkıntı jetlerinden bomba yağdırmayı durdurmuştu bir müddet.

O mekânda en çok Led Zeppelin çalıyorduk ve kalbimde Neşet Ertaş’ın saçları ağarıyordu. Gece Kafe’ye dönüp Patti’nin afişi altındaki yerime kurulup Döşeğimde Ölürken’i bağıra ağlaya okuma isteği içimde çığırıyordu ve Hatice Pia Pelikan kalemiyle yazdığı şiirlerde Rilke’den medet dileniyordu. Yollarda hiç tanımadığı birinin yanına yaklaşıp onlardan hikâyelerini çalıyordu Hatice Pia. Hiç tanımadığım dostları vardı. Onlara kendini Hardal ismiyle tanıtıyordu. Farklı bir sürü karakterden birine sığınıyordu her keresinde. Bir gün adamlardan birinin adres defterini ele geçirdi ve Gece Kafe’de yine farklı planlarından birini anlatmaya başladı. Telefon numaralarını teker teker arayacak, hikâyesi en iyi olanın hayatını canlı bomba olarak uçuracaktı. Annesi babası yoktu Hatice Pia’nın ve uzun saçlarıyla kafeyi işleten Murat abinin anlattıklarına bakılırsa çok kötü bir evde yaşayıp o lanet olasıca plazada çaycılık yapıyordu. Bunu çok sonra öğrenmiştim. İki kaybedenden bir kazanan çıkmıyordu. Bunu Gecenin İçinden Gelen Ulu’ya anlatıyordum ve kasetçalarda muhakkak o sırada Sensiz Cihanda Âşıka İşret Reva Mıdır şarkısı çalıyordu ve kalbimin ilhaka uğramış kentine havadan füze yağıyordu.

Sonra sonra açıldı Eser abi. Uzun yıllar yalnız yaşamıştı. Hızlı solcu olduğu 80’li yıllar. Bir kızı pek acayip sevmiş. Devrim evliliği yapmışlar. Kız devrim evliliği gecesinde bırakıp kaçmış, sabahına tutuklanmış Eser abi. 7 sene yatmış içeride. Kızdan hiç haber alamamış. Sonra Eskişehir’de bir Rufai babasıyla tanışmış. Hayatı değişmiş anlayacağınız. Hayatının kaymış köprüsünü yerine oturtmuş o baba. Müşahade, keşf ve hikmet peşi sıra gelmiş. Bir gece rüya görmüş. Düşmüş yola. Anadolu’yu il il, ilçe ilçe dolaşmış. “Benim bu topraklara bir borcum vardı ve onu ödedim. Yurtdışına hiç çıkmadım. Bu toprakların içinde ayak basmadığım hiçbir pafta kalmasın istedim.” Öyle de yapmış. Otobüsten otobüse, trenden trene, enteresan hikâyelerin peşinden koşmuş. Konya ovasında sabaha doğru üzerine çiğ yağıp sabah namazı kılarken, Kadirli’de bir lise tiyatrosunda Kafka’yı oynarken, Babadağ’dan paraşütle atlayıp İsm-i Celal zikrini çekerken, Espiye’de pipo içip Rimbaud okurken, Ankara Kızılay’da uzun saçlı solculara Heiddegger’den peşrev çekerken de aynı Eser abi imiş. İnsanlara meraklı, kendi aczinin farkında bir sohbet şeyhi. Onunla konuşurken kendimize rastlardık Hatice Pia ile. Birisinin sohbeti size kendinize rastlama imkânı sunuyorsa onun ellerine yapışın.

O son gece sabaha kadar çok güzel uyuduğumu hatırlıyorum. Sabah kalktığımda ise Hatice Pia ve Eser abi ile kahvaltı yapacaktık. Tirebolu’daki buluşmaya çok erken gittim. Denizin ıslık çalan dost sesi ile dolaştım biraz. Bir kahvede kendime üç koyu çay ısmarladım. One more cup of coffe’yi ıslıkla çaldım yarım saat. Şol Cennetin Irmakları Kitabevi’ne girdim. Mesnevi’yi elime alıp tefeül yaptım. Kervan kelimesi çıktı. Ona takıldım. Saati gelince Eser abi geldi. Oturduk ve içine Samsun 216 karıştırılmış suskunluklarımızın üzerinden geçtik yeniden. Ona tefeüldeki kervan kelimesini sordum. Hatice Pia’ya işaret dedi. Bütün iyi dostlukların bir gün biteceğini ve tek o dostun kalacağını anlattı. Çok kızdım ona, fena kızdım. Her şeyin bu kadar elden avuçtan kayıp gitmesine içerlendim. Hatice Pia geldi sonra. Üzgün müydü, mutlu mu? Anlayamadım hiç.

Kadınların bazı üzgünlükleri çığırtkan bir mutluluğa gebe. Bazı sevinçlerinin arkasından ise dev melankoli dalgaları esiyor üzerinize. Hangisini seçmeli. Dağlara çıktık o gün üçümüz. Şehir binasının bodrum katlarından özün özüne tırmandık. Ağaçların kovuklarına baktık. Hatice Pia son şiirini okudu. Ona ıslıkla eşlik ettim. “Gündelik lisanımın içine sığdırdım senin dünyanı/otobanda tek başına kalmış bir general gibi/korkudan titriyorum/gel ve yağmala beni.” Eser abi hep gülümsedi o anki varoluşumuza. O da bir ariften satırlar okudu: “Dünya bir ırmak gibidir. Derenin içinden akar gider. Biz bu ırmağın dışındayız. Zaman ırmaktaki su gibi akar gider. Irmağa düşen bizim gölgelerimizdir.” Zamanın dışında, duyduğumuz ve gördüğümüz akışında, hissettiğimiz gidişinde… Her şeyin içinden sıyrılıp çıkmış gibiydim. Elimde bir makine vardı ve düğmesine dokunmuş, her şeyi dondurmuştum. İnsanlar, doğa, gökyüzü… Elimi makinenin düğmesinden çeksem, elimden kayıp gidecekti tüm bunlar. O mutlu gün gibi. Artık hepsi çok gerilerde bir yerde kaldı. Eser abi öbür dünyaya göçtü. Hatice Pia evlenmiş çocukları olmuş. Zaman ırmağının üzerindeki gemi hepimizi almış götürüyor. Ben o geminin yeni kalktığı zamanlar, elindeki bagetle zamanı durdurabilme gücüne sahip bilge bir davulcu, Hatice Pia hastanede doktor sırası beklerken siyasetçilerin yedi sülalesine söven bir Türk şairiydi aslında, mükemmel şimdi ile aciz geçmiş arasında bir yerlerde.