Halidîlik ve İslamcıhareketlere etkileri
İttihad-ı İslam siyaseti çerçevesinde tarikatların gücünden yararlanmayı düşünen Sultan II.Abdülhamid’in bu siyasetinde aktif rol alan Halidilerin başında Abdülhamid’le yakın ilişkideolan Ahmet el-Evradî’nin halifesi Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî gelmektedir.
Bir önceki sayıda İslamcılığın köklerini, Hindistan’ın işgaliyle başlayan süreçte uyanmaya başlayan direniş ruhuna bağlamış, Mevlana Halid-i Bağdadi ve irşad faaliyetlerinin İslamcılığın bir siyasi akım olarak ortaya çıkışındaki kilit rolüne temas etmiştik. Bu sayıda Mevlana Halid-i Bağdadi’nin ve takipçilerinin Osmanlı Coğrafyasında ve Anadolu’da yürüttüğü faaliyetlere ve etkilerine daha yakından bakalım.
Halid-i Bağdadi manevi bir işaretle Hindistan’a gitmiş orada Abdullah Dihlevi’ye intisab etmiştir. 35 yaşında iken icazet aldıktan sonra Delhi’de bir sene daha kalan Me vlânâ Hâlid’i mürşidi irşat vazifesi ile memleketine gönderir. Bu yolculuğa çıkarken Dehlevî hazretleri, Bağdâdî’yi bizzat k endisi Cihânâbad’ı çıktıkt an sonra beş-altı kilometre kadar uğurlar. Son arzusu sorulduğunda verdiği cevap dikkate şâyândır: “Son arzum dindir, dînin k emâli ve kuvvet bulması için de dün - yayı isterim.”
Halid-i Bağdadi’nin Mürşidinden son arzusu, onun mücadele pratiğinin ip uçlarını barındırmaktadır. Sonraki yıllarda da görüleceği gibi, O’nun bütün Osmanlı coğrafyasında kurduğu teşkilatlanma Tasavvufu dünya meşgalelerinden arınma olarak telakki eden anlayışların tamamen dışındadır. Eğitim, siyaset, ictimai meseleler tarikatin ilgi alanındadır. Halidilik bu yönüyle Osmanlının son dönemlerinden itibaren Anadolu ve yakın coğrafyada belirleyici bir güç olmuştur. Manevi irşad yolunu, toplum hayatının her vechesiyle buluşturmakta kayda değer bir başarı göstermiştir. Halid-i Bağdadi’nin İslam Dünyasının içine sürüklenmekte olduğu tehlikeyi görmektedir. Hindistan İşgal edilmiştir; kuşkusuz bu ümmet için büyük bir felakettir. Ancak Osmanlı coğrafyasının benzer bir akibete düçar olmasının telafisi imkansız zararlar doğuracağının da farkındadır. Bu nedenle irşad faaliyetlerinin ana eksenini Osmanlı toprakları oluşturmaktadır. Bağdadi’ye göre İslam dünyasının en temel sorunu, Müminlerin malı olan ilmi kaybetmektir, bu konuda Batı’nın gerisine düşmektir. Zamanına göre son derece yerinde bir tespitle, “Mektubat- i Mağribiyye”si’nde bu durumu şöyle ifade etmiştir.
“Doğulu ve Batılı mensuplarım birbirlerinden ayrılsınlar; aralarında manevi kardeşlik ilişkisinden başka bir bağlantı bulunmasın. Çünkü, Doğu’dan mürsid doğar; ancak Batı’da alim olamadan göçer. Batı’dan ise alim doğar. O zaman, Batı’da güneş de doğar. Ben bir ağaç diktim; büyüdü; bir dalı Doğu’ya, bir dalı Batı’ya ayrıldı. Her ikisi de başka başka meyve verirler. Doğu’nun meyvesi tohuma kaçmıştır; Batı’nınki ise tazedir. Batılı Doğulu’dan uzak duracaktır. Çünkü, Doğulu, müminlerin malı olan ilmi “kaybetmekten” sabıkalıdır. Batı’dakiler, bu “kayıp ilmi” bulacaklardır. Emanetlerim Doğu’da kalacak; fakat “Batı’nın” olacaktır. Bunun için, ağacımın gövdesine bir zeval “nöbetçi” bıraktım.”
Türkiye’nin siyasi ve toplumsal dini hayatında önemli rol oynamış, Halidiyye’nin önemli temsilcilerinden Mehmet Zahid Kotku hazretlerinin özellikle mühendis ağırlıklı talebelerinde bu yitik malın asıl sahibi olma iddiası bariz biçimde öne çıkar. Merhum Necmeddin Erbakan’ın ağır sanayi hamlesi ısrarı, ekonomiden eğitime her alanda yeni bir model ortaya koyma yolundaki bitmez tükenmez azmi, kuvvetli bağımsızlık ve ittihad-ı İslam vurgusu tarikatın vizyonuyla yakından alakalıdır.
Tarikatın İstanbul ve Osmanlı Coğrafyasında yayılmaya başladığı yıllar II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağını ilga ettiği ve beraberinde Bektaşi dergahlarını kapattığı yıllardır. Oluşan boşlukta çok hızlı bir şekilde yayılma imkanı bulan tarikat, ilk zamanlar, devlet ricali tarafından kuşkuyla karşılanmıştır. Bu dönemde tarikat müntesipleri kovuşturmaya, sürgünlere maruz kalmış buna rağmen devlet ricali arasında da müntesipler bulmuştur. İttihad-ı İslam siyaseti çerçevesinde tarikatların gücünden yararlanmayı düşünen Sultan II. Abdülhamid’in bu siyasetinde aktif rol alan Halidilerin başında Abdülhamid’le yakın ilişkide olan Ahmet el-Evradî’nin halifesi Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî gelmektedir. Gümüşhanevî yoluyla Halidîlik Abdülhamid İslamcılığıyla çakışmıştır. Bu damar Türkiye İslamcılığında etkileri günümüzde de devam etmekte olan bir yol açmıştır.
Türkiye’de ana akım İslamcığın temel dayanaklarından biri olan Halidiliğin toplumsal tabana sirayet etmesinde bu çakışmanın büyük rolü vardır. Kültürel coğrafyamızın şekil- lenmesinde en önemli amillerden olan tasavvufun İslamcılığın teşekkülünde bu denli etkin olması İslami hareketlerin marjinalize olmasını ve Sol hareketlerde görünen yıkıcı savrulmayı engellemiştir.
Özellikle siyasi alanda mücadele eden hareketler, doğrudan devlet karşıtlığı yerine devletin dönüştürülebilir olduğunu telkin etmişler, devleti yok etmeye yönelmemişler, en kritik anlarda bile toplumsal kargaşaya zemin hazırlayacak girişimlerden uzak durmuşlardır. Öte yandan özellikle siyaset sahnesinde açık bir mücadele yöntemini benimsemişler, sisteme ve sistemin sahiplerine eleştirilerini en üst perdeden yöneltmişler, ama asla vatan, bayrak gibi değerlerle sorunlu olmamışlardır. Toplumsal zemini kaybetmemek için azami gayret göstermişler, bu topraklarda yüzyıllardır kök salmış, ortak hafızayı oluşturan değerleri sahiplenmişler, bazılarınca çok arzu edilmesine rağmen, İran Şiacılığı ve Vahhabi selefizminin bu ülkede kök salmasının önündeki en büyük engel olmuşlardır. Kendi geleneğinden beslenen ve halk içinde kök salan bir hareket olarak, küresel hakimiyet odaklarının oyuncağı olmamış, onların himayelerinde ikbal sevdasına düşmemişlerdir. Bu yüzyıldan başlayarak günümüze gelinceye kadar Namık Kemal, Abdülhamid Han ve Balkanlardan Buhara’ya kadar Türk İslamcılığını kökleri ve yansımalarını anlamaya çalışacağız.