Hakikatin zamanı
Her şeyin gerçek ölçüsüdür zaman. Korkumuz da sığınağımız da odur. Kendi ölçümüzle bölüp; geçmiş ve gelecek ve bugün diye sınıflandırdığımız hikâyenin kendisi de ya beklemek ya da kaçmaktır hepimiz için.
Zaman, bizim sanal ölçülerimize rağmen en güçlü gerçek olarak oradadır. Orada, olduğu yerde durmaktadır. Sanıldığının aksine zaman ilerlemez. Zaman değişmez. O durur sadece.
Değişen şey onun etrafından geçip gidenlerdir. O durur ve etrafındaki dekor değişir sadece. O durur ve biz geçeriz içinden. Her adımda gördüğümüz yeni açı, onun değiştiği vehmini verir zihnimize. Kendisini merkeze koyan insanın acizliği. Bilmeden ya da isteyerek aldanmanın serüveni.
***
Dayatılmış gerçeklikle sahih gerçeklik arasında süren savaşa sahne olan yerin adıdır işte dünya. Her ikisinden birini tercih edenlerle tam arada kalanların arasında edindiğimiz roller yaşadığımız hayat.
Kendinden emin ve kendini dayatan sahte gerçeklikle sahih ve sahici olanın peşinde duran çabanın savaşı. Doğmakla başlayan bir olmak süreci. Ve ancak ölümle sona erecek bir yangın.
Her yerde, her vesileyle, her şekilde kendini dayatan üniformalı gerçekliğe inat, ‘hayal’ diye reddedilse de sahih gerçekliğin safında durmaya davet.
***
Her güzel olanda olduğu gibi, onun da bir bedeli var elbette. “Bin demir kapıyla hesaplaşmaktan omzun çürümelidir”deki teklif bu. Sırtındaki yüklerle omzunu çürütmeyi göze almaktır işte sahih bir dünyanın kapısını açıp kalbi temiz tutmanın yolu.
Kalp; o bizim her gün yeniden başlanan vazifemiz!
İTHAF
Lofça’da doğdu. Yıl: 1822. Fatih Camii Medresesi’nde okudu. Matematik, astronomi, tarih, coğrafya, hukuk, edebiyat ve daha birçok disiplin ilgisini çekti… Hepsinde derinleşti de. Arapça, Farsça, Fransızca ve Bulgarca öğrendi. Çocuk yaşlarında üst düzey bir eğitim başarısı gösterdi. Daha talebelik yıllarında hocalık icazeti aldı. 22 yaşında hâkim oldu.
Dehasını besleyen şey, çalışkanlığıydı. Yetmiş üç yıllık ömrünün her anını çalışmakla geçirdi. Hayatında sadece bayram günlerinde okumaya ara verdi. 19. Yüzyıl Osmanlı’sının yetiştirdiği en büyük dehalardan, en çalışkan kafalardan biriydi hiç şüphesiz. Sadece Osmanlı’ya değil, modern Türkiye’ye ve İslam dünyasının hemen her yerine de büyük katkılar sundu.
İlk Türkçe dilbilgisi kitabı olan Kavid-i Osmaniye’yi yazdı. İlk modern İslam Hukuku kitabı olan Mecelle’yi yazdı. 1855’te resmi devlet tarihçisi olarak görevlendirildi ve Osmanlı Tarihi’ni yazdı, Tezakir-i Cevdet’i kaleme aldı. Mekke kadılığı ve Anadolu Kazaskerliği yaptı. Sadece son asır Osmanlı’sının değil, bütün İslam tarihinin en önemli devlet adamlarından biri oldu. Yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, Osmanlı devlet geleneğine sunduğu katkılarla tarihin önünde yediden yetmişe hepimiz için devasa bir anıt olarak durdu ve duruyor. Milletleri yaşatan büyük evlatlarıdır ya. O büyük evlatların en büyüklerinden biriydi o.
Devlet nedir, millet nedir, ciddiyet nedir, hezarfen insan nedir, hepsini tek başına hepimize gösterdi ve göstermeye de devam ediyor. Bu sayımızı ona ithaf ediyoruz. 1895 Mayıs’ında ahirete uğurladığımız o büyük bilgeye. Tarihin gördüğü en büyük kafalardan biri olan Paşa’mıza…
Ahmet Cevdet Paşa’ya…