Gurbetten bir mektup gelmişse...

GÖKHAN DUMAN
Abone Ol

Geçmişin tılsımı kelimeleri kimi zaman bir zarfın içerisinde, kimi zaman radyodan süzülen bir türküde, kim zaman da el kadar bir bandın çıkardığı tanıdık bir ses aracılığıyla taşınırdı uzaklara. Farklı yollar kat ederek ulaşırlardı sahiplerine. Ancak hepsinin ortak bir adı vardı: Onların hepsi mektuptu.

"...Pakize abla adresimi istemiş. Ona bayramda bir kart atmış, cevap vermek mecburiyetinde bırakmayayım diye adres yazmamıştım, adresimi öğrenip bana cevap yazması çok hoşuma gitti.

Küçük hayatlarımıza küçük mutluluklar katardı mektuplar. Bir de içerisinden fotoğraf çıktıysa o gün dünyanın en mutlu insanı olurdu mektup sahibi.

Mektubumu artık burada bitireyim, ikinizi de sevgi ve hasretle kucaklar, akraba ve komşulara selamlarımı yollarım. Mine belli etmeden Sabriye ablanın, Gülsüm ablanın kapı numaralarına baksın da onlara da birer bayram kartı atayım. Bir de İsmail dayının adresi olsa iyi olur. Hoşçakalın. Türkân." (Batı Almanya, 1986) Eskiden mektuplar vardı. Hasret, özlem ve sevgi kokan mektuplar yollar, tepeler aşıp bize sevdiklerimizden haberler getirirdi. Mektup yazmak gönül işi, mektup yolu beklemekse sabır işiydi. Pencerenin bir köşesinden postacının yolu gözlemek, günde bilmem kaç kez posta kutusunu açıp içinde bir şey var mı diye kontrol etmek düşerdi nasibimize. Postacıyı ilk gören yolunu keser, mektupları aldığı gibi sahibine koşar müjdesini almadan da mektubu vermezdi.

Küçük hayatlarımıza küçük mutluluklar katardı mektuplar. Bir de içerisinden fotoğraf çıktıysa o gün dünyanın en mutlu insanı olurdu mektup sahibi. "Babası bak oğlumuz geçen sefer yolladığın tulumu giyip poz verdi, amma da yakışıklı olmuş değil mi?" O fotoğrafa kaç defa bakılacak, kaç kere ceketin cebinden çıkarılacak, öpüp koklanacak Allah bilir. Mektup tılsımlı bir şeydi, hayatımızdan sessizce çıkıp gitti. Mektuplar en çok da gurbetin yolunu kısaltmaya yarıyordu belki de. Şimdiki gibi elimizin altında akıllı telefonların, whatsapp'ın, sosyal medyanın olmadığı dönemlerde mektup en önemli iletişim aracıydı. Gurbette olanlar memleketlerinde olup bitenleri öğrenmek, birbirlerine anlatmak için mektup yolu gözlüyordu.

  • Yurtların girişinde göçmen işçilerin ülkelerine göre posta kutuları ayrılır, Türkiye'den gelen mektuplar, üzerinde "Türkei" yazan kutuya bırakılırdı. Bir mektubun gidişi gelişi neredeyse bir ayı bulurdu.

Mektup yalnızca gelen kişiye ait olmazdı, bir mektup geldiyse eğer o mektuptan herkes nasiplenirdi. Odalarda toplanılır, memleketin havasından, suyundan, tarlasından, ekininden, çocukların okulundan, sağlık ocağına gelen yeni hekimden, kurban fiyatlarına varıncaya dek ne varsa bir bir dinlenir, ardından meside olup da yetişemeyenler için bir daha tekrar edilirdi. "O zamanlar mektubu gelene hürmet edilirdi. İşte şu adamın düşüneni, seveni varmış diye. Bir de memleketteki en son havadisler onda olurdu. O yüzden birinin mektubu geldiyse hemen gidip göz aydınlığı verirdik." Gurbetten bir mektup gelmişse evin tüm ahalisi, yakın akrabalar hatta komşular evin orta yerinde toplanır, okuma yazması olan kişi yüksek sesle mektubu tane tane okurdu. Mektubun okunması devam ederken kimi zaman tebessüm edilir, kim zaman da gözyaşlarına hâkim olunamazdı. Bilenler bilir, eskiden eşlere mektup yazmak ya da mektubun içerisinde eşine bir şeyler söylemek ayıp karşılanırmış.

Radyoların başına oturulur, saatlerce Muzaffer Sarısözen'den, Ruhi Su'dan, Yücel Paşmakçı'dan bir türkü, bir şarkı yolu gözlenirdi.

Bizim belki şimdilerde pek anlam veremeyeceğimiz bu adet eskiden bir saygı ve hürmet göstergesiymiş. Evin büyükleri olur da duyar, görür diye çekinirlermiş. Ama bunu bir şekilde aşmanın yollarını da ararlarmış. Gitmeden eşiyle anlaşıp kimsenin tanımadığı hayali bir isim belirleyip, mektupta o kişiye selam söyleyerek aslında eşine selam söyleyenler, yine aynı şekilde anlaşıp mektubun bitişine üç nokta koyarak, seni unutmadım diyenler ve mahalleden başka bir arkadaşının ismine mektup göndererek gizlice eşine, sevdiğine mektubunu ulaştıranlar… Çok değil henüz 20-30 yıl önce bunların hepsi yaşanıyordu. Annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz, ninelerimiz bunları hatırlayıp gülümsüyorlardır şimdi belki. Bunca zahmetle, ince fikirle yoğrulan duygular şimdinin kısa mesajlarından çok daha değerli ve anlamlıydı.

"Biz eşimize mektup yazamazdık. Anne babamıza yazar, herkes iyi mi diye sorardık. Onlar da herkes iyi, sana da çok selamı var diye yazardı." Gurbete gidenlerin ilk göz ağrısı mektuplar olsa da zamanla Türkçe radyoların yayına başlamasıyla memleketten daha hızlı havadisler alınmaya başlandı. Çok geçmeden ilk Türkçe radyo yayını başladı. Batı Alman Radyo ve Televizyon Kurumu WDR, 1964'te her gün 45 dakika olmak üzere Türkçe yayınlarına başladı. Daha önce Almanya'ya gelen göçmen işçiler için İtalyanca, Yunanca ve İspanyolca yayınlar yapılıyordu.

  • Türklerin gelişiyle birlikte WDR "Köln Radyosu" ismiyle Türkçe yayınlarını başlatmış oldu. Aynı dönemlerde "TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu" da karasal yayın üzerinden Almanya'ya ulaşmaya başlamıştı.

Bir akşam saatinde yurt odasında radyoyu kurcalarken bir anda tanıdık bir Anadolu türküsü duyan Türk işçiler o anda ne hissetmişlerdi? Türküler memleketin yolunu daha kısaltıyordu belki de. O yüzden radyoların başına oturulur, saatlerce Muzaffer Sarısözen'den, Ruhi Su'dan, Yücel Paşmakçı'dan bir türkü, bir şarkı yolu gözlenirdi. Bazen de haftada bir kez yapılan istek saati beklenirdi heyecanla. Bir saat kadar süren istek programında sevdiklerinin isimlerini, şehirlerini söyleyerek onlara bir şarkı armağan ederlerdi. Kalplerinden geçenleri ve söylemek isteyip de söyleyemediklerini o şarkı aracılığıyla anlatırlardı sevdiklerine. Bu da bir nevi mektuptu aslında. "Babam radyo yayını teybe kaydetmeyi öğretmişti. Her gün o mesideyken Türkçe haberleri, şarkıları, türküleri teybe çekerdim. Babam işten gece 1 gibi gelir, salonda sessizce kaseti dinler, öyle yatardı."

Gurbetten bir mektup gelmişse evin tüm ahalisi, yakın akrabalar hatta komşular evin orta yerinde toplanır, okuma yazması olan kişi yüksek sesle mektubu tane tane okurdu.

Alman televizyonunda Türkçe yayın

23 Aralık 1965 günü Türkleri farklı bir heyecan yaşıyordu. Günler öncesinden duyurusu yapılan ilk Türkçe televizyon yayınını izlemek için fabrika ve yurt kantinlerinde ya da televizyonu olan tanıdıklarının evlerinde toplanıyorlardı. ARD kanalının C stüdyosunda hazır bulunan Türk sunucular Zümrüt Uygurmen ve Örsan Öymen canlı yayına bağlandığında, o gece Almanya'da en çok izlenecek yayın da başlamış oluyordu. Sunucular anonslarını Almanca ve Türkçe yaparak Türklerin ve Almanların aynı anda programı izlemesini kolaylaştırıyordu. Programın yayın akışına bakıldığında bugün belki de hiçbir Alman televizyonun yayınlamayacağı bir içerikte hazırlanmıştı. Aralık ayının Ramazan ayına denk gelmesi dolayısıyla program, Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başlıyor, ardından Noel arifesindeki Almanlar için Demreli Noel Baba belgeseli yayınlanıyordu. Canlı yayın Türk büyükelçisinin işçilerimize mesajı, Türkiye'den haberler, Türk işçilerin ortak yatırımlarıyla ilgili kısa bir film, Karadeniz yöresinden horon oyunu ile devam ediyordu.

Kalplerinden geçenleri ve söylemek isteyip de söyleyemediklerini o şarkı aracılığıyla anlatırlardı sevdiklerine.

Sunucular ekrana veda ederken son olarak Muzaffer Akgün'den bir türkü ile gece sona eriyordu. O gece Türk işçilerin keyfine diyecek yoktu. Birkaç saatliğine nerede olduklarını unutmuş, memleketlerine doğru kısa bir yolculuğa çıkmışlardı. "Bizim evde akşam haberleri ayakta izlenirdi. Televizyonu aldığımız yıl Kıbrıs Harekâtı başladı. Babam da haberlerde şimdi bayrak çıkacak, Türkiye'yi gösterecek, ayıp olur diye hepimizi ayağa dikerdi." Türkiye'den gelen işçilerin ve ailelerin sayısı arttıkça, radyolar ve televizyonlar da giderek Türkçe yayınlarını arttırmaya başladı. Köln Radyosu'nun yanı sıra SWR, NDR, RBB, Hessen, Münih ve Hamburg radyoları da belirli gün ve saatlerde Türkçe yayınlara yer veriyordu. Hem TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu'nu hem de Almanya'daki diğer radyoları dinleyebilmek için herkes bir radyo satın almanın peşine düşüyordu. Grundig ya da Schaub Lorenz marka radyolarını omuzlarına takıyor, memleketlerine giderken bile radyolarıyla gidiyorlardı.

Sesli mektup

Almanya'daki ilk nesil Türkler, mektuplar ve radyolar aracılığıyla Türkiye ile olan bağlarını sürdürebiliyordu. Bir süre sonra hepsinin dikkatini çekecek yeni bir elektronik eşya vitrinlerdeki yerini almaya başladı. Kayıt yapan teypler bir anda yurtların, pansiyonların baş köşesine kuruldu. Herkes sesini banta çekip, eşine, ailesine, sevdiklerine gönderiyordu. Köylerde, kasabalarda, şehirlerde "sesli mektup gelmiş" deyip başına toplanıyorlar, gurbette olanın kanlı canlı sesini dinliyor, ardından en başa alıp bir daha tekrar ediyorlardı. Teybi ve bandı evin yüksek bir yerinde muhafaza ediyorlardı. Bu eşyayı korumaktan çok, onu gönderene olan saygıdandı. Bant o evdeki en değerli şeydi, çünkü içerisinde eşlerinin, babalarının, çocuklarının sesini taşıyordu. "Banta konuşup yolluyordum ama teyp annemlerde olduğundan eşime özel bir şey diyemiyordum.

Gökhan Duman: Gurbetçi işçiler sadece uykularında özgürler
SkyRoad

En son bantta ona bir türkü söyledim. O anladı." Geçmişin tılsımı kelimeleri kimi zaman bir zarfın içerisinde, kimi zaman radyodan süzülen bir türküde, kim zaman da el kadar bir bandın çıkardığı tanıdık bir ses aracılığıyla taşınırdı uzaklara. Farklı yollar kat ederek ulaşırlardı sahiplerine. Ancak hepsinin ortak bir adı vardı: Onların hepsi mektuptu.