Gönül Dağı'ndaki gedelli, benim hayallerime mekân olmuştur
Gönül Dağı'ndaki karakterler senden, benden, bizden karakterler o açıdan ütopik olduklarını düşünmüyorum. Bu kahramanlar ütopya nedir haberdar değiller. Hayatları basit, hayalleri var ama bu hayaller altında ezilmiyorlar.
Mustafa Çiftci'yle hikâyelerinden uyarlanan ve kısa sürede büyük bir ilgi gören dizifilm Gönül Dağı'nı konuştuk. Gönül Dağı üzerinden taşra ve merkez ayrımını da ele aldığımız söyleşide Çiftci, Gedelli'nin hayallerine mekân olduğunu söyledi.
Gönül Dağı bizim bildiğimiz kadarıyla sizin yayımlanmamış hikâyelerinizden uyarlanmış bir televizyon dizisi. Hikâyelerinizin diziye uyarlanma süreci nasıl oldu?
Evet bu hikâyeler kitaplara girmemiş ama Star gazetesinde yayımlanan hikâyeler. Bu hikâyelerden önce yapımcımız Ferhat Eşsiz'le kitaplarım vesilesiyle tanıştık. Meselelere bakışımız uyuştu. Bu güzel birlikteliğin hayırlı bir neticesiyle proje ortaya çıktı. Ortaya çıkan işte bir de kalem ekibi var. Senaristler Ali Asaf Elmas, Mustafa Becit, Teoman Gök sıkı çalışıyorlar. Onlarla da taşraya, mizaha, hikâyeye bakışımız çok örtüşüyor bu memnuniyet verici. Nazar değmesin.
Siz de bizim gibi merakla takip ediyor musunuz diziyi, yoksa "nasıl olsa hikâyesini ben yazdım" deyip daha mı profesyonel yaklaşıyorsunuz meseleye?
Ben de seyrediyorum tabii. Ben geç yatmam ama dizimizin hatrına oturuyoruz o saatlere kadar.
Gönül Dağı'ndan sonra okurlarınızdan nasıl tepkiler aldınız, okur kitlenizde bir artış oldu mu sizce?
Okur kitlesine yeni tanışıklıklar sayesinde katılım oluyor. Dizi bu anlamda eser ile kitleyi buluşturmak konusunda televizyonun imkânlarını iyi kullanıyor. Ama ne kadar da olsa edebiyata ilgi hep biraz kısıtlı kalıyor. Bu da işin doğası gereği herhâlde.
Ekrana uyarlanan hikâyelerinizdeki karakterlerin ve olayların gerçekle ilişkisiyle dizideki karakter ve olayların gerçekle ilişkisine dair neler söyleyebilirsiniz? Yani diziyi çok ütopik bulanlar var o açıdan soruyorum, sizin Anadolu'nuza benziyor mu dizideki Gedelli?
Gönül Dağı'ndaki karakterler senden, benden, bizden karakterler o açıdan ütopik olduklarını düşünmüyorum. Bu kahramanlar ütopya nedir haberdar değiller. Hayatları basit, hayalleri var ama bu hayaller altında ezilmiyorlar. Türkü dinliyorlar. Evleri, arabaları mütevazi, hayatlarını çile çeker gibi değil nakış işleyen genç kızların sabrıyla yaşıyorlar. Benim Anadolu'm gözlerinizi kapatınca aklınızdan hemen geçiveren bildik bir Anadolu zaten... O açıdan Gedelli hayallerime mekân olmuştur...
Gönül Dağı gözlemlediğim kadarıyla bir "öz sevgisi"ne sebep oldu. Bu kendini beğenmişlik ve kibirden ayrı bir şey elbette. Yani "biz özünde güzel insanlarız" düşüncesini aşıladığını hissediyorum Gönül Dağı'nın. Buna dair neler söylersiniz?
Biz büyük bir milletiz. Masalı, türküsü, acısı, sabrı, kabulleri, redleri ile büyük bir medeniyetimiz var. İnsanlarımız özlüyor tabii kaybettiğini düşündüğü bazı değerleri. Dizi bir hatırlayışa hizmet ediyorsa ne mutlu bize. Kendine öz saygısı olmak kibir değildir. Kibir nesilden nesile aktarılamaz bir yüktür. Ama öz sevgi ve saygıyı bir emanet olarak taşımak başka bir şeydir. Diziler neticede televizyon için yapılan işleridr fazla anlam yükünü çekemezler ama bir damlacık su bile taşısa o da bir şeydir. Çünkü ekranlar böyle işlere pek tenezzül etmiyorlar. O açıdan mesuliyetimiz büyüktür.
Bir de şöyle bir durum mevcut: Dizi karakterlerinde yaslandığı halı yastıktan, uzandığı divana, çay içtiği hisli demlikten, gözünü diktiği bozkıra kadar var olan tüm şartları kabullenme ve beraberinde bir memnuniyet hâli var. Siz de yaşadığınız yerde bunu gözlemleyebiliyor ve bunu anlamlı buluyor musunuz?
Kendinden emin olmak bir medeniyet nişanesidir. Kişi ait olduğu medeniyetin, dünyası ve ahireti için sorulmuş tüm sorulara verdiği makul, mantıklı, merhametli cevapları olduğunu bilirse kendinden emin oluyor. Kabullenmek ise en önemli başa çıkma yollarından biridir. Kabul kişiyi isyan çukurundan çıkarır selamete erdirir. İsyan perdedir, kabul o perdeyi sıyırır. Kıymetli bir duygudur bu.
Muhakkak... Gönül Dağı, "Bir taşra kasabasında yaşayan insanların hikâyesini anlatıyor" şeklinde tanımlanıyor genellikle. Buradan yola çıkarak, merkez ve taşra ifadeleri sizin için ne anlam ifade ediyor? Merkez neresi, taşra neresi? Bu tür tanımlara itibar ediyor musunuz?
Kabul edelim ki bir merkez bir de taşra var. Ama "taşra" rahatsız olunacak bir kelime değil. Bazıları tahkir etmek için taşra ifadesini kullanır ama burada da yaşanan bir hayat var, buradakiler de insan ve insana mahsus iyilikler, güzellikler, sıkıntılar, acılar burada da var. Meseleye insan her yerde insan diye bakarsanız coğrafi tanımların sadece haritalarda işe yaradığını anlarsınız. Yeryüzünü kendine mescit kılmış bir dinin mensubuyuz sizce bizim mekân sıkıntımız olur mu? Merkez taşraya bakarken birazcık anlamak için baksa, taşra merkezden bahsederken her türlü sıkıntıyı merkez mahreçli görmekten vazgeçse yani ortada buluşsalar ne güzel olur. İlginçtir biz modernleşmeyi merkez gördük belledik. İşte merkezin taşıdığı o modernlik teknolojiyle öyle bir ortam sağladı ki artık yüklediğiniz bir video ile merkezin bütün tekelini aşabiliyorsunuz. Bu da teknolojinin kendi yaptığı canavara mağlup olması gibidir.
TAŞRANIN RUTİNİ, VAKTİN KIYMETİNİ BİLEN İÇİN BÜYÜK BİR NİMET
Dizideki kasabasının günlük hayatı oldukça hareketli. Bu durum bir yandan akla edebiyatta hep dilimize dolanan o "taşra sıkıntısı" ifadesini getiriyor. Neden taşra bir sıkıntıyla birlikte anılıyor? Büyük şehirden gidenin "taşra"yla uyumlanamadığı yer oranın rutini midir, nedir?
Rutin kıymetlidir. Size öz disiplin sağlar, vaktin kıymetini bilen için büyük nimettir. Taşraya gelenin canı sıkılır, taşrada yaşayanların böyle bir derdi yok. Dışarıdan gelen kişi de gönüllü gelmemiştir ki. Ya sürülmüştür ya tayin edilmiştir. Ve geldiği yeri arar. Bu doğaldır. Eğer eli kalem tutuyorsa sürgün gelen kişi yaşadığı sıkıntıyı anlatır. Okur da zanneder ki taşranın muazzam bir sıkıntısı var. Hayır buraya mahsus bir taşra sıkıntısı yok. Buradaki sıkıntı da her insanın yaşadığı gibi ve o kadar bir sıkıntıdır. Ama sanatçı kısmı kendine bunalım bulmak konusunda mahirdir. Taşraya sıkıntılı bir dürbünden bakmak da işin kolay yanıdır. Edebiyata göre taşranın bir sıkıntısı var(mış) ama taşranın bu sıkıntıdan haberi yok buna ne buyrulur?
Az önceki soruyu şuradan derinleştirmek istiyorum: Hepimizin iki bayram, düğün ve cenazelerde gittiği, yaz tatilinin bir kısmını geçirdiği bir köyü, bir kasabası vardır ve herkes orayı çok sever. Buna rağmen oralara kesin bir dönüş yapmayı ise hiç düşünemeyiz. Orada temelli yaşamak zor gelir bize. Bu arada kalmışlık bana hep acı verir. Memleketin kendisinden ziyade tahayyülünü sevmek... Bu durum size ne düşündürüyor?
Arada kalmışlık kaçınılmaz. İnsanımızı göçe zorlayanlar utansın. İnsanlar doğdukları yerde huzurlu olsalardı giderler miydi? Ama bırakın doğduğu yerde huzuru, insanlar karnını dahi doyuramadığı için yollara düşmüş. Tek parti rejimi insanları baskıyla, dipçikle yerinden kıpırdatmamış ama sonradan büyük şehre gitme imkânını bulanlar akın akın göç etmiş. Şimdi onların çocukları, torunları için anne baba memleketi uzak bir ihtimâl olarak var. O konuda arada kalmışlık hissiyatını yaşamakta haklısınız.
BANA METROPOLÜ SEVMEMEK ÖĞRETİLDİ
Peki memleketinde yaşamayı seçmiş biri olarak Yozgat'ın sizin edebi ve düşünsel süreçlerinize etkisi nasıl oluyor, Yozgat yazarken size ne katıyor?
Hani bazı çiçekler yerini sevince daha bir güzel açar ya. Yozgat benim sevdiğim yerdir. Metropolü sevmemek de öğrenilmiş bir şeydir. Metropolü sevmemeyi bana belletenlere rahmet diliyorum Mevla'mdan. Nerede huzurluysan orada kalacaksın. Metropolde huzuru yakalamışsa bir kişi bu tercihi de hürmete layıktır. Kimse için mecburi ikamet isteyemeyiz.
Küçükken televizyonda memleketinizin adı geçince bile heyecanlanıp duygulandığınızı belirtmişsiniz bir röportajınızda. Ben de bir Erzurumlu olarak benzer duyguları taşıdığımı söyleyebilirim. Sizce bir insan doğduğu yerle ilgili neden böyle tırnak içinde "tuhaf" hassasiyetlere sahip olur? Bu modern bir duyarlılık sanki?
Ben bir dönem Afrika'da yaşadım. Orada kuru yemiş olarak çekirdek yoktur. Kimse bilmez ve yemez. Ancak kuş yemidir çekirdek. Ama biz çekirdeği özlemişiz. Türkiye'den gelen bir kargonun içinden bir avuç çekirdek çıktı. İnanmazsınız sevinçten deli olduk. Bıraksan memleketten mektup almış gibi ağlayacağız. Bu hissiyat insanın fıtratında var. Bence modernlik idiyet törpülemeyi pek sever ve heyecanımızı, hissiyatımızı yönetmeyi ister. Herkes aynı şeyden mutlu olsun, aynı şeyden heyecan duysun ister. Ama modernlik ne yaparsa yapsın insanı memleketinden haber almak mutlu eder.
"Benim kariyerim annemi sevmek." diyen birisiniz. Kariyeri annesini sevmek olan birisinin kazancına ne düşüyor? Sizin buradan bir evlat ve bir yazar olarak payınıza aldığınız ne oldu?
Annemi sevmek hissiyatını kalbime düşüren Mevla'ma şükrümü ödemekten acizim. Annemden bana kalanları saymaya gücüm yetmez. Bir gönül insanıydı, öylesi bir insanın yanında yetişmenin ne demek olduğunu anlatmak zor. Şimdi öyle özlüyorum, öyle arıyorum ki anlatamam. Sabır diliyorum Mevla'dan...
Amin. Allah rahmet eylesin. Son olarak, geçmişi özlemek ve yeniye temkinli yaklaşmaya dair bir soru: Ne var geçmişte, yeni olana doğru hızla giden dünyada, birilerinin sürekli geriye bakıp ayaklarını sürümesini sağlayan? Ya da yeniden, gelecekten neden korkar bazılarımız?
Tarih, gelecek için bizim sarj istasyonumuz gibidir. Geleceğe bakmaktan bahsederken neden geçmişe bakmaktan pek bahsetmiyoruz? Gelecekten korkanlar "geçmiş enerjisi yokluğu" çekiyorlar. Benim gelecekten korkum yok. Umudum var. Ben Müslüman'ım umut etmek bana emirdir. Umutsuzluğu haram gören bir din gelecekten tedirgin olmana izin verir mi? Allah korkacak iş vermesin.