Gençlik ateşinin yaktıkları ve modern ihtiyarlık açmazları
Gençlik, ebedi gidişi sembolleştiren ölümün örtbas edildiği bir tür “yeni başlangıçlar” evidir. Orada her gün bir öncesi ve bir sonrasından koparılmış bir yaşam yıkıcı başıboşlukla sil baş yeniden tasarlanıp durur.
“Yaşlı kuşağın eskimiş, tutarsız, güvensiz düşünceleri bile, sonrakilerin parıltılı budalalığından daha verimli bir diyalog zemini sunar bize. İhtiyarlarımızın o nörotik tuhaflıkları, ruhsal sakatlıkları bile, bu hasta sağlıkla, bu kural haline getirilmiş çocuksulukla karşılaştırıldığında, bir kişilik sağlamlığı, insanca çabalar sonucunda elde edilmiş bir özellik olarak görünür. O zaman dehşetle farkına varırız: Geçmişte, dünyayı temsil ettiği için ailemizle çatışırken, çoğu kez, kötü bir dünyaya karşı daha da kötüsünün gizli sözcülüğünü yapmışızdır aslında.” Böyle der Adorno. Ve haklıdır da. Çünkü modern kültürde tüm dünyanın kendisinde toplandığı yanılsamasıyla aldanan gençlik, belki de sırf bu yüzden kendi dışındaki dünyaya karşı sert bir umarsızlık içindedir. Bu umarsızlık, bugün, etrafına aşılmaz yüksek duvarlar örerek tecrübe ettiği özgürlük ile yaşamın nihai maksadı olarak algıladığı mutluluk mitleriyle bütünleşmiştir. Gençlik, bu yüzden özgürlük talebiyle esir; sürekli mutluluk arayışıyla huzursuzdur.
Yine de hemen her gün haberlerde, reklamlarda, dizilerde, sosyal medyada, sokaklarda ve hatta aynalarda o seküler vaazcı ses hep aynı şeyi emreder: “Genç ol!”. Artık bir dış ses olmaktan çıkarak bireyin içinde kesintisiz yankılanan bu emirde daima genç kalmanın mümkünsüz sırları fısıldanır. Bunun için genç olmayı takıntıya dönüştürmüş şöhretlilerin parlak ve pürüzsüz görünümleri öykündürülür. Sağlıklı beslenmenin ya da düzenli egzersizin ötesinde takip edilmesi gereken arındırıcı ritüellerin altı çizilir. Yutulacak bol vitaminli haplar, yapılacak estetik/tıbbi müdahaleler, benimsenecek yeni trendler işaret edilir. Wilhelm Schmid “Sonsuza kadar genç” [forever young] niyazında dışa vuran bu arzu üretimiyle “her yerde hazır ve nazır ebedi bir Ben” propagandası yapıldığını iddia eder. Gençlik, ebedi gidişi sembolleştiren ölümün örtbas edildiği bir tür “yeni başlangıçlar” evidir. Orada her gün bir öncesi ve bir sonrasından koparılmış bir yaşam yıkıcı başıboşlukla sil baş yeniden tasarlanıp durur.
Geride kalması gereken her acı, böylece yeni bir başlangıç isteğinin gerekçesi olur ve bu kısır döngü sürgit devam eder. Bu, gençlik figüründe ikonlaşan düşüncesiz-eyleme tavrının ve hesaplamasız-tüketimciliğin motivasyonudur.
Gençlik, kutsallarını tek etmiş seküler çağın kendi kutsal-üretiminin en güçlü imgesidir. O sonsuzluğu herkesin bir şekilde yeniden ve sürekli elde edebileceğine inandırıldığı bir endüstri fantazisidir. Öte yandan modern kültürde gençlik söylemi, muhtevasını gençlerin tayin ettiği bir “ifade” de değildir. O, içeriği her şeyle doldurulmaya müsait bir boşluktur. Öyle ki güce ve modaya angaje olduğu için her dönemin kendine özgü gençlik anlatısı bu boşlukta geçici de olsa yerini alır. Örneğin bu çağda gençlik artık sadece ve basitçe bir ömür evresi değil; yaşama sevgisiyle dolu ölmesiz bir dünya görüşünün ideal/ize simgesidir. Bu o kadar fenomolojiktir ki, gençlik artık “doğal” bir “oluş”u değil; “yapısal” bir “oluşum”u ifade eder.
“Genç ol” veya “genç kal” emirleri bu nedenle “genç görünme”nin esaslarına koşuttur. Her ikisinde de ölümün ve ölüm fikrinin taşıyıcısı olan ihtiyarlığın o atıl, o kirli, o bezgin, o tiksindirici imajından kaçma arzusu hakimdir. Gençlik, bir zamanlar yüceltilmiş olan ne varsa, bugün onun antitezi, hatta düşmanıdır sanki. Çağdaş gençlik ideolojisi “birikmesiz” bir akışı imler. Geçmişten getirilen sosyo-kültürel miras burada, bu gençlik tavrında, içeriği ve öznesi meçhul bir “değişim” istenciyle aniden boşa çıkarılır. Tıpkı bir telefonu, arabayı veya ayakkabıyı “yeni”siyle değiştirir gibi, en kadim öğretiler bile herhangi bir vefa veya incinme hissi duymadan biteviye tüketiliverir. Genç-olmayanların dramı ise tam da bu ikilemde saklıdır: Onlar bir yandan maziyi kendi omuzlarından gençlerin ellerine bırakarak son demlerinde sükûn bulmayı umarlarken diğer yandan gençleri kendi değişim talepleri içinde katışıksız anlamaya zorlanırlar. Üstelik bu anlama çabası müdahalesiz ve nasihatsiz olmalıdır. Öyle ki sanki tüm yaşam, özgürlüklerine halel getirmeden var gücüyle gençliğe doğru akmalı; her şey ve herkes emek sarfetmeye bile gerek bırakmadan gençlerin saadeti için çalışmalıdır.
Gençlik evresinde olmadığı hâlde gençliği yeniden ve sonsuzca arzulamaya itilmenin zımni mesajı da buradadır: Genç olmak önemsenmek demektir. İstenen bir yaşama sahip olma gücünü daima “kendinde” bulmak demektir. Mutlu olmak için hiçbir zaman geç kalınmadığına inanmak demektir. Geleceğin güzel günler getireceği umudunu tazelemek demektir. Ölüm korkusunu aşan bir özgürlük vaadine sığınmak demektir. Buna karşın ihtiyarlık, sadece gençliğin değil; güzelliğin ve neşenin zıttı ve kâbusudur. Bu minvalde bir zamanlar ‘son söz’ün sahibi olan büyükler, bugün cümlenin dışına itilmiştir. Nasihatleriyle sıkıcı, tercihleriyle tutucu, ilkeleriyle boğucu, bedenleriyle iğreti ve ölüm çağrışımlarıyla tekinsizdirler. Üretimcilik ve tüketimcilik zincirinin en zayıf halkaları onlardır. Bu nedenle toplumsal ağın gözden uzak ücralarına ötelenip; izole ölüm odalarında bilinmezliğe büründürülürler.
İhtiyarlara yer yoktur: Onlar göreceklerini görmüş, yaşayacaklarını yaşamış, diyeceklerini demişlerdir ve sıra artık gençlerdedir. İhtiyarlar, modern tüketimci kültürün cilalayageldiği gençlik figürünün karşıt-imgesi olduğu kadar, yaşama sevgisinin mutlak ötekisi’dir. O bir tür bulaşıcı hastalık gibi kendinden uzak durulması gereken bir virüstür. İhtiyarlık marjinal bir durumdur. Beklenmeyen bir kaza veya temsiliyetsiz istisnadır. Tıpkı gençlik gibi, o da kaçınılmaz bir yazgı değil; modern bireyin tercihiymiş gibi pazarlanır. “Yaşlılık” der Baudrillard, “biyolojik sonun yaklaşması değil; sizi, gençliğinizin fiziksel ve düşünsel kullanım imkânlarından uzaklaştıran ve giderek uzayan bir sarmaldır”. Yaşlıların yüzlerine yerleşmiş olan ve insan faniliğini haykıran pörsümüş tenlerindeki derin çizgiler de eşsiz bir tecrübeden ziyade, ölüm nefretini körükleyen bir aşınmışlık olarak yorumlanır.
Yüz, Georg Simmel’in tarif ettiği gibi, bilginin geometrik mekânıdır ve geçmişten bugüne bireyde kalıcı özellik halini almış her şeyin depolandığı yerdir. İhtiyarlar yüzlerine yerleşmiş çizgilerle yaşamın anlamını resmederlerken; gençliğin pürüzsüz, katışıksız yüzü ise –Simmelci okumayla- bilgisizliğin, bilmediği de bilmemenin, donanımsızlığın, kayıtsızlığın, zafiyetin, ihmalkârlığın ve köksüzlüğün portresidir. Gençlerin yüzünde henüz yaşanmamış acıların ve edinilmemiş tecrübelerin dolduracağı derin boşluklar vardır. Bir genç, olgunlaşana kadar her gün bu boşluklara düşer. Her öğrenişte yüzünde bir çizgi, bir çökelti belirir. Yine de birikmenin yerini görünmenin, eylemenin yerini göstermenin aldığı bu yüzeyler / sunumlar çağında bu çizgiler hikmete değil; çirkinliğe yorulur.
Bu yüzden bu sürekli genç kalma stratejisinin ayrıksıları olarak ihtiyarlar, sonsuz gençliği arayanların nazarında değişmez sakınma modeli olarak kalır. Oysa Prof. Sherwin B. Nuland bu kibirli arayışın beyhude olduğunu şöyle belirtir: “Tarih bizi anne sütünün kıymetli olduğu pastoral dönemden, etkisini yitiren vücut sıvılarını güçlendirip gençleştiren maymun bezlerinin yalancı bilim dönemine, ardından da şimdilerde yaşadığımız C ve E vitamini çağına getirmiştir. Ancak bugüne dek bu yöntemlerle biraz daha zaman kazanmayı başaran kimse çıkmamıştır.” Öyleyse yapılması gereken nedir? Yaşamı ve ölümü tüm evrelerinin insana bahşettiği güzellikler içinde kendi özgün simetrisiyle kabullenmek ve deneyimlemek.
Gençler, bu süreçte herkesten daha çok hata yapabilme istidadına, hatta iştiyakına ve biraz da ilginç bir şekilde imtiyazına sahip gibi görünür. Ne var ki yaşam, insanın yalnızca kendi hatalarıyla öğrenebileceği kadar uzun değildir. Bu yüzden vaktin dehşet hızla tükendiği, yolculuğun her geçen gün zorlaştığı ve azığın günbegün azaldığı bu ahir zamanda –yazının başında vurgulandığı gibi- yaşlı kuşağın eskimiş, tutarsız ve çocuksu görünen düşünceleri bugünün parıltılı budalalıklarına tercih edilmelidir. Yola çoktan düşmüşlerin, yolda düşse de yoldan düşmemişlerin, böylece yolu bilmişlerin izine basarak, sonra mümkünse bu izlere yenisini katarak yol alınmalıdır. Nitekim gerçekten de içeriksiz, gerekçesiz ve ihtiyarlığın değerleriyle kavgalı bağsız bir “değişim”i, gençler üzerinden ve gençlik vaatleriyle, üstelik sırf müphem bir özgürlük ve kaypak bir mutluluk uğruna talep etmek, kötü bir dünyaya karşı daha da kötüsünün sözcülüğünü yapmak demektir.