Federal Almanya - Arjantin: 3-2
Akşamı yerli yerine yerleştirerek, telaşeyi tesviye ederek, bir çeşit tamamına erdirerek geçer. Gün, güneş o kırılgan öpücüğünü kızıl dağlara kondurduktan sonra değil; Kut Osman yayla meydanından evine doğru, odun bacağını tıklata tıklata geçip gittikten sonra nihayete erer. Avrupa görmüştür.
Kut Osman.Tekaüt Osman dede. Yaylanın o zamanlar emekli olabilmiş tek insanı. Almanya’dan. Malulen, ama olsun. Bir bacağını Kölün’de bırakmış. Hademe olarak çalışmış. Yeri geldiğinde “Ben Avrupa’dayken...” diye söze girer. Kut, söze öyle başlayınca etrafa saygıyla karışık gizemli bir hava çöker.
Kut Osman.Tekaüt Osman dede. Yaylanın o zamanlar emekli olabilmiş tek insanı. Almanya’dan. Malulen, ama olsun. Bir bacağını Kölün’de bırakmış.
Umur görmüş, dış dövlette bulunmuştur. Bir efsane gibi saygı gören emekliliği, yüzünde fazladan bir gurur kıvrımı olarak durur. Tabakasının üst kapağında ve özel kül tablasında aynı Alman bayrağı vardır. Tabakayı açarken yüzü veciz bir ifadeyle aydınlanır. Tahtadan sol bacağı, büyükçe bir devlet nişanıdır. Avrupa’yla irtibatını dosta düşmana o odun bacak duyurur. Bir meydan okuma veya resmi bir kimlik. Ya da onun gibi bir şeydir. O odun bacaktan büyükler saygıyla kaçırırlar bakışlarını. Çocuklar ise belirgin biçimde ürkerler. Avrupa görmüştür.
***
Avrupa görgüsü sayesinde bilgisi geniş, görüşü keskindir. İneklerin tırnak hastalıklarını çobanlardan evvel o bilir. Hep dış dövlette geçirdiği o eski yıllar sayesinde. Kaçak tütünü ağzında yuvarlayıp hayvanın akmış yarasına bastırırken konuşmasında fazladan bir fenni ton sezilir. Koyunların kuyruk kurtlarını en iyi gres yağının mı, yoksa DDT’nin mi iyileştireceğini -Avrupa görmüştür- herkesten iyi bildiğine inanılır. Kırmızı benekli bataklık mantarının ölümcül ağusunu, Kurt ovasındaki kadim zaman sınır çekişmelerini, çakı tırpan yarasına işemenin yordamını ve Kenan Evren’in neden “Atatürk’ten daha büyük adam” olduğunu bilir. Avrupa görmüştür.
***
Gelecek fırtınanın yönünü de şiddetini de kestirir. Uzak dağların arasına birden sokulan bulutun, neden eyyamın ağız değiştirdiği manasına geleceğini bilir. Kara Buğra tepelerinde kaşlarını çatıveren göğün dolu mu, boran mı getireceğini bilir. Yaylaya tepeden bakan bu dağın aşağılara ne zaman sel göndereceğini, büyük por sineğinin sığırla itişip kakışmasına bakarak söyler. Tepelerden sökün edecek selin, vadi ağızlarından yaylaya ne zaman çamurlu öfke kusacağını, kadınların tavuklarını ve tezek yığınlarını sel ağızlarından ne zaman ahırlara taşımaları gerekeceğini, insanda saygı uyandıracak denli mesafeden, yani çok önceden kestirir.
Uzak tepelerde gözüken lekenin, yaylaya haftada bir gelen Bedford kamyon olduğunu herkes görür görmesine. Çünkü bu dağlarda kara güze kadar başka araba yoktur. Yine de bu bilginin yayla insanının şuur altlarından bilinç düzeyine çıkabilmesi için Kut Osman’ın onayı gerekir. Avrupa görmüştür. Ancak o gözlerini kısıp pos bıyıklarını kımıldatarak; “Gamyon bu. Geliyi!” dedikten sonra gerçekten inanılır o lekenin hareket ettiğine, kamyon olduğuna ve gerçekten de yaylaya doğru geldiğine. Nitekim, bu ciğerleri berbat emektar, bir buçuk saat kadar sonra aksıra tıksıra gelip çıktıktan sonra, bu kamyon bilgisi, her nasılsa Kut Osman’ın hayat tecrübesine yazılır. Sanki bulunsun diye teknik bilgi hanesine de yazılır. Avrupa görmüştür.
***
Caminin önündeki çekişmeli Arjantin-Almanya maçlarımız ister istemez onun gözetimi altında oynanır. Maçlarda top eğer onun yanına kaçarsa, en hararetli şamata bıçak gibi kesilir. Ahı gitmiş vahı kalmış yarı patlak plastik top, Kut Osman’ın önüne doğru yuvarlanırken -sanki edebinden- yavaşlar bile. Topun o anda fazladan yavaşladığına, yaylanın en piç, en hırçın çocuğu -Rumenige- bile inanıverir. Henüz Kut Osman’ın elinde değildir. Yerinden ha deyince kalkamaz zaten. Ama o en cesur çocuk, topu gözleriyle yine de ondan ister. Düşman tarafına yanlışlıkla geçmiş bir askerini geri isteyen mağrur, mahcup komutan gibi. Ve yaklaşırken adımları topun yavaşlığını taklit eder. Bu Alman takımı için böyleyse, bizim Arjantin’in halini varın siz düşünün. Avrupa görmüştür.
Günlük hayat telaşıyla, yayla evlerinin birbirine yaslanmış, itiş kakış içindeki teneke çatılarıyla, elti görümce zırıltılarıyla, oğul vermiş sinekli çöplükleriyle, çocuk ağlamalarıyla, otlaktan geri kalmış sakat keçi melemelerinin ve köpek havlamalarının çocuk seslerine karıştığı yayla yurdunu erkenden terk eder. Yaylanın gündelik telaşını, bütün hay huyunu arkasında bırakır ve bir kaplumbağa hızıyla, takır tukur, öğleye doğru uzaktaki caminin serinine atar postu. Yayladan uzakta tek ü tenha caminin gölgesi onundur. Avrupa görmüştür. Bağdaş kurar. Tabakasını açar. Tütün sarar. Özel muşamba kaplı, küçük ITT marka radyosundan havadisleri dinler. Eski Türkçe kitaplar karıştırır. Camideki öteberiden, sobanın tezeğinden, yakmalık kuru kendir otu tedariğinden haberdar olur. Tek tük gelen cemaat ilk ona selam verir. Akşam otlaktan yorgun argın, devrile devrile yürüyen çobanlar uzaktan onu selamlayarak geçer. Onun orada olmaklığı onlara, çobanlara, evin yüksek bir yerinde asılı duran çok kıymetli ve dokunulmaz bir aile yadigârı gibi bir gönenç, neredeyse gurur gibi bir duygu bağışlar. Avrupa görmüştür.
***
- Akşam herkesten sonra çıkar yola. Geçtiği ahır önlerinde, bir elinde çıplak çocuk, diğerinde mal alafıyla kadınlar, gündelik saygılarını esirgemezler. Genel olarak yaylanın sahibidir o. Üç aylık yayla hayatı boyunca, yayladaki herhangi bir şeyin, fikrin veya nesnenin manevi sahibidir.
Yaylayı baştan sona kat ederken, geçtiği yerlerdeki duygulara, düşüncelere odun ayağının sesiyle boyun eğdirerek yürür. Taze süt için ahır kapılarında yarı çıplak bekleşen çocuklar, onun geçişini kasten açık bırakılmış kapıların küçük aralıklarından izler. Yaşlılar çocuk şamatalarını onun korkusuyla bastırır. “Geliyor! Kut Osman! ‘Tak! ‘Tak!’ ‘Tak!’”. Akşamı yerli yerine yerleştirerek, telaşeyi tesviye ederek, bir çeşit tamamına erdirerek geçer. Gün, güneş o kırılgan öpücüğünü kızıl dağlara kondurduktan sonra değil; Kut Osman yayla meydanından evine doğru, odun bacağını tıklata tıklata geçip gittikten sonra nihayete erer. Avrupa görmüştür.
***
Bana gelince. Çok çocuklu yoksul bir ailenin görmezden gelinen bir ayrıntısıydım. Dağlarda zaman, hareket kabiliyeti bakımından yine dağlara benzer. Akıl alamaz ve kımıldatılamazdır. Hiç değişmeyen görevleri en küçük çocuğun sırtına bile bindiren hayat, içi içine sığmayan benim için külçelenmiş bir nafilelikti. Kempes’in geleceği yoktu. “Kempes” yaşadığım sıkıntılara verdiğim yanlış bir isimdi, o kadar. Aşk gibi yani. Farkındaydım. Değil Kempes, Ali Kemal veya Dozer Cemil bile olsam çıkışım yoktu. Ağır işlerden ve sığırlarla, mandalarla sırdaş olmaktan yakamı sıyırmalıydım.
Nihayet bir çıkış yolu aramış ve Kut’a takmıştım kafayı. Bu muammayı çözecektim. Zihnimi meşgul edip duran bu Kut’a ulaşmanın yolunu bulacaktım. Mümkünse ben de Avrupa görmüş olmak istiyordum. Onun kadar bilmek istiyordum. Başka bir tarzda var olmak istiyordum ve bu öncelikle Kut’un onayından geçiyordu. Sorulsa niçin ve nasıl olacağını bilemezdim elbette, ama bir şekilde hayatımı değiştireceğine inanıyordum onun. Avrupa görmüştür.
***
Kut’un beni yayladaki diğer çocuklardan bir şekilde ayırdığını hissettiğim gün, içimden karar vermiştim. “Sağa hiç yakişayi mi lan eşşek enuği!..” diye gürlemişti o gün hızar gibi sesiyle ve elindeki topu bana ayıbımmış gibi uzatarak, “sorsan gazata mazata da okursen!” Oysa topu ben atmamıştım. Alman takımından gitmişti. Sadece radyosuna çarpmıştı. Susmamıştı radyo üstelik. Ve sadece topu alma sırası -bu tehlikeli nöbet- bendeydi o anda, o kadar. Gazete mazete okumuşluğum da yoktu. Vaktiyle camide, içine çıra ve kibrit konan kese kâğıdını açıp fotoğraflarına bakmıştım yanında. Muhtemelen onu hatırlıyordu. Nasıl hafıza! Neyse.
Kut’un gürleyerek azarlaması -elbette içeriği bakımından- beni tuhaf biçimde ayrıcalıklı hissettirmişti. Benimle ilgili, bilmediğim bir kanaati varmış meğer. Tuhaf, mutlu-ekşi bir eşiği aşmış gibiydim o anda.
Beni sadece maçtan değil; oradan, yayla kâbusundan, ailemden, çileli deverandan, bütünüyle o dünyadan koparıp ayırmıştı bu tuhaf olay. İçim bir havalanmış ki. Top elimde maça dönerken, “eşşek enuği” kulaklarımı arkaya yatırmış Kut’un sözlerini düşünüyordum. Takip eden günlerde bu yargıyı kesinleştirecek, onun bana karşı saygısını büyütecek planlar yapıyor olacaktım. Hem dokunulmaz ve saygın olacaktım; hem de onun herkes için tehdit de olan varlığından, ondan daha açık bir onay alarak kurtulacaktım. Avrupa’nın gücünü yanıma alacaktım.
***
Böylece, gündüz dağlarda edindiğim yeni bilgileri, haberleri getirip ona hediye ediyordum. Bir vergi biçimi olarak. Akşamları karnı iki yana yayık gibi şişmiş mandalarımın arasında caminin önünden geçerken, yaban mantarlarını ceplerimden çıkarıp Kut’un önüne bırakıyordum. O arada onunla eşit mesafede bir kaç lakırdı ediyordum. Hakkımdaki yargısı, hayatımı değiştirecek veya bitirecek bir kanaat notuydu artık. Ölesiye çekiniyordum o kanaat notundan. Aynı anda da kendisine hayranlık duyuyordum. Kut’un hayatı ve fikirleri zihnimi büyülemiş, felç etmişti. Fiziken olmasa bile ruhen, Avrupa’ya giden yolun başıydı artık. Ve bu yolda bir çeşit kültür hizmeti gibi bir şeydi bu adam benim için.
***
Gel zaman git zaman, komşuların kapılarını çalar oldum. Akşamları çobanlıktan dönünce ilk işim buydu. Hatta gündüzleri plan yapıyordum. Kime gideceğimi, kimden nasıl isteyeceğimi sıraya bile koymuştum. Bazıları için naylon poşet biriktiriyordum. Bazı komşu teyzeler için ise ninemin hatırını ve selamını kullanıyordum. Daha kolay takaslar için, akşama kadar topladığım ve tandır közünde pişince lezzetinden insanın aklını oynatan yaban mantarını teklif ediyordum. Yaylanın en uzak evinden başlamıştım işe.
***
Ölmüş koyun leşi veya fanila kokan, çiş veya çam reçinesi, kesik süt veya çocuk bezi kokan, taş duvarlara bindirilmiş söveleri, karaçam ağacından sundurmasıyla o kara yoksul evlerden birinin kapısını çaldım bir akşam. Azık çantamdan çıkardığım naylon poşet yumağından bir tane çekip kadına uzattım. Karşılığında varsa bir kese kâğıdı torbası istiyordum. Kadın. Sakine nine. Hiç karşılaşmadığı bu takas teklifi karşısında önce şaşaladı. Bir önüne uzanmış küçük eldeki poşete, bir püskülleri yerde sürünen çantayı boynuna asmış garip komşu bücürüne baktı. Açık unuttuğu dişsiz ağzı ve gözleri büyüdü. Suratı tabak gibi boşaldı kadının. Akşam telaşı. İnek sesinin çocuk şamatasına karıştığı demler. İsimlerini evin halkı gibi andığı o dağlardan birinden sökün edip inmiş, malını mandasını sağma telaşında.
Toplanan kese kâğıdı torbaları eve gidince tarafımdan cerrah titizliğiyle açılır, aylar yıllar önce yaşamış ve -yaşanmaya değer hemen her şeyi bütün parıltısıyla kayıt altına almış Hürriyet veya Milliyet gazetesi oluverirlerdi.
Sonra çaresiz, ağrımış belini tuta tuta kalkmaya çalıştı. Doğrulurken, yeterince kuyruk yağı sürülmemiş tahta kapı menteşeleri gibi sızıldandı. Gözlerini devirip baktı bıkkınlıkla ve şefkat dolu. Havva ninenin torunu. Eh boş çevirmek olmaz. Elleri dirseklerine kadar taze süte bulanmış, sağarken ineğin huysuzluğuyla didişmiş. Onca işin arasında, elleri belinde, iki büklüm yürümeye çalıştı. Sonra bir şey hatırlamış gibi birden durup yine baktı bana. Tamam da, neden? Nedir bu tuhaf değiş tokuşun hikâyesi? Bu çocuk neyin peşinde? Sonra gözleri boşa düşmüş, kafası karışmış, ama yine de Havva ninenin bu terbiyeli yumurcağını üzmemek için, dönüp içeri girdi ve elinde birkaç kirli kese kâğıdı torbasıyla dışarı çıktı. “Yoksa çirasi mi galmamiş Havva ninenun bakayim ayoğlum!”
***
Daha ne sorular sualler. Bütün yaşlı kadınların kafasını karıştırıyordum. Hayır, çıra değildi mesele. Hiç değildi. Gülerdim hatta. Ama içimden. Yüzüm gayet ciddi, bir an önce bitirmeye bakardım işi. Tandır tutuşturmak için onca yazı, ilginç fotoğraf, bulmaca, ölüm ilanı harcanır mı? Saf mı ne! Hazineyi düzgünce katlayıp azık çantama indirirken sıradaki eve doğru yürürdüm. Yirmi sekiz hanelik yaylayı üçerli beşerli bölümlere ayırmıştım böyle. Tahminlerime göre yaz sona kadar okuyacak gazete çıkacak, hatta gelecek yaz için de artacaktı biraz.
Toplanan kese kâğıdı torbaları eve gidince tarafımdan cerrah titizliğiyle açılır, aylar yıllar önce yaşamış ve -yaşanmaya değer hemen her şeyi bütün parıltısıyla kayıt altına almış Hürriyet veya Milliyet gazetesi oluverirlerdi. Uykunun karşı konulmaz ağırlığı meraktan çipil çipil gözlerimi örtmeden önce, dış haberler sayfası yalanıp yutulmuş olurdu. Avrupa ülkelerinden haberler, devlet başkanları, bayraklar, maçlar, magazin haberleri vs. İşin önemsiz ve eğlencelik kısmı -bulmaca- gündüze ve dağlara bırakılırdı. Külçelenmiş kımıltısız zamanla can sıkıntımın biteviye çarpıştığı o ıssız, sonsuz dağların sonsuz sessizliğine. Lekesiz göğün dev kehribar parçaları gibi kesilip ufukların ardına yerleştirildiği, ineklerin otlama seslerinden başka şeyin duyulmadığı o sonsuz öğleüstlerine.
Okuduğum gazetelerin çok azını, hatta çoğunlukla içlerinden birkaç fotoğrafı yırtıp saklıyordum. Gerisini toparlayıp rüzgâra bırakıyordum. Hiç ağaç olmayan yaylamızın tamamen çıplak dağlarında, bu beyaz topaklar bir günlük yoldan bile seçiliyorlardı. Onları uzaktan seyretmek, içlerini bildiğim, sırlarını ele geçirdiğim bu büyülü beyaz topakları gözden yitinceye kadar izlemek ayrı bir eğlenceydi. Böylece o yaz cami çiçeklerinden ve renkli işkodronlardan başka çiçekler de açmaya başladı o uçsuz bucaksız otlaklarda. Beyaz ve hareketli büyük topaklar halinde, o tepeden bu boğaza, rüzgârın önünde sürüklenip durdular. Bazen yaklaşan beyaz bir kurt sürüsü gibi ürküttüler koyunları ve çobanları dinden kitaptan çıkardılar. Bazen çoban zağarlarının yerleri sinirden pençeleyip yırtınmalarına yol açtılar. Bazen bir buzağı ölesiye koşturdu önlerinde bu beyaz şeytanların. Bazen bir buzağıyı delirtip karşı tepelere kadar sürüklediler. Her defasında sigaya çekildim. Uzun öğütlere maruz kaldım. Ne hazindi: Hayvanlar ve insanlar, ister eğlensinler ister ürksünler, gazeteleri asla tanımadılar ve onların vadettiği dünyayı onaylamaya asla yanaşmadılar.
***
Güz yaklaşıyordu. Dağlardaki hayvanlar ve çobanlar gazetelerle yaşamayı artık iyiden iyiye reddediyorlardı. Şikâyet edenler, akşamları cami önünde kulağımdan tutup ikaz eden çobanlar, nineme şikâyet edenler beni bezdirmeye başlamıştı. Bu sağır duvara karşı daha fazla direnemeyeceğimi anlamıştım. Kapısını çalacağım evler de bitmişti. Ruhumun erzağı tükenmek üzereydi. Giderek çantamda gazete bulundurmak bile suç sayılmaya başlamıştı. Vazgeçmek üzereydim.
***
- Hani nasıl denir, düşmesem de inecektim; bir gün, son gazetelerimden birini okurken, başlıktaki o büyük yazıyı görüp kalakaldım: “FEDERAL ALMANYA ARJANTİN’İ 3-2 MAĞLUP ETTİ!”
***
Bu, o yaz okuduğum son gazete oldu. Tuhaf, nereden geldiğini bilmediğim gizli bir darbe, içimdeki bir teli koparmıştı. İşin rengi giderek değişmişti. O akşam dağlardan, Arjantin’in bütün yası içime çökmüş, ayaklarımı sürüye sürüye indim yaylaya. Caminin önünden geçerken -nedenini tam kestirememekle birlikte- Kut Osman’a selam vermedim.