Ezan Türkçe zaten!
Tevhid ehlinin Hakk ile hakîkat ile olan tek bağı lisan değildir. Lisan da elbette Hakk’a giden yollardan birisidir. Fakat tevhid ehlinin yani Hakk’a bağlananların gerçek ile asıl bağı, kalp dilidir. Çünkü anlamanın ve anlatmanın tek yolu lisan değildir. Hatta anlama ve anlaşma dilden çok kalp ile olur. Birbiriyle konuşanlar, tartışanlar sonunda anlaşırlarsa susarlar. Çünkü merâm hâsıl olunca kelâma ihtiyaç kalmaz. Onun için ezanın lâfzı da anadilim olan Türkçe değil diye benden uzak değildir…
Geçenlerde YouTube’da “komik videolar” başlıklı bir videoya bakıyordum. Röportajcı kadın sokakta bir adama yaklaşıyor. “Sizce ezan Türkçe okunmalı mı?” diye soruyor. Adam sanki kafasına bir şey çarpacakmış gibi dehşetle kendini geriye doğru atıyor: “Hayır, olmaz! Kürtçe olmaz! Olur mu ya? Olmaz!” diyor. O arada kirli sakallı bir arkadaş yanlarına geliyor. O da kadına: “Olmaz, olmaz!” diyor. Birinci adam tekrar: “Olmaz, Kürtçe olmaz!” diyor. Röportajcı düzeltiyor: “Yok, Türkçe, Türkçe!” Onun üzerine birinci adam: “Eee zaten Türkçe okunuyor ezan” diyor.
“Sizce ezan Türkçe okunmalı mı?” diye soruyor. Adam sanki kafasına bir şey çarpacakmış gibi dehşetle kendini geriye doğru atıyor: “Hayır, olmaz! Kürtçe olmaz! Olur mu ya? Olmaz!” diyor.
Röportajcı: “Yok, Arapça okunuyor şu anda” diye cevap veriyor. İkinci adam: “Nerde? Nerde okunuyor?” diye kadına soruyor. Kadın şaşkın bir yüz ifadesiyle: “Şu anda ezanımız Arapça okunuyor” diyor. İkinci adam itiraz ediyor, “cık” yapıyor: “Yooo, Türkçe okunuyor.” Kadın şokta! Birinci adam “Türkçe işte!” diyor, çekip gidiyor.
İkinci adam mikrofona sokulup kadına imtihan edâsıyla soruyor: “Bismillahi ne diyor?” Kadın: “Bismillahirrahmanirrahim.” Adam: “Eee, tamam! Türkçe zaten bu!” Kadın hayretle: “Arapça bunlar!” Adam arkasını dönüp giderken söyleniyor: “Yook! Kesinlikle Arapça değil. Yanlışınız var sizin yani!” Kadın hayretler içinde elinde mikrofonla kameraya bakakalıyor. Bu videoyu halkımızın cehâletine örnek olarak sosyal medyada paylaşan çok. Acı acı gülerek izleyenler çoğunluktadır herhâlde. Hatta ardından şöyle diyenler de: “Şu milletin hâline bak Allah aşkına! Ezanın Arapça değil Türkçe okunduğunu sanan ne câhil adamlar var! Eğitim şart kardeşim!”
Acaba?
Evet, abilerin cehâleti açık, zaten o yüzden komikler. Hatta “Türkçe” kelimesini “Kürtçe” sanıp dehşete kapılan abide şaşkınlıktan öte ırkçı bir sapma da tespit edebiliyoruz. Ama kişiler kendileri bilmeden de hakîkatin sözcüsü olabilirler. Bu açıdan bakınca aslında bu iki abinin sözlerinin altında benim “tevhid dili” dediğim bir gerçek olduğunu sezebiliriz.
“Gerçek” kelimesi bile burada fazla duruyor, çünkü gerçek “tevhid”dir ve tevhidden başka gerçek yoktur. Gerçek ve onun içindeki bütün gerçeklikler de el Hakk olan, yani “tek gerçek” olan Rabbimiz’den doğar, O’na erer. Bir müminin bunu bilmesi, bildiği gibi de her işinde, düşüncesinde, hayatında yaşaması gerekir. Bu “tevhid dili” üzerine bu sene Ankara’da bir dizi sohbet yaptım. Tevhidin lisana, kavramlara nasıl yansıdığını göstermeye çalıştım. Aynı zamanda tevhidin lisan dışında hayata nasıl nizam verdiğini izah etmeye gayret ettim.
Kaalden öte hâle nasıl yansıdığını göstermeye çalıştım. Müzikten mimariye, halıcılıktan hat sanatına kadar “varlık dili” demek olan üslûba, tavra, duruşa, esere nasıl yansıdığına dair örnekler verdim.
- Tevhid ehlinin Hakk ile hakîkat ile olan tek bağı lisan değildir. Lisan da elbette Hakk’a giden yollardan birisidir. Fakat tevhid ehlinin yani Hakk’a bağlananların gerçek ile asıl bağı, kalp dilidir. Çünkü anlamanın ve anlatmanın tek yolu lisan değildir. Hatta anlama ve anlaşma dilden çok kalp ile olur.
Birbiriyle konuşanlar, tartışanlar sonunda anlaşırlarsa susarlar. Çünkü merâm hâsıl olunca kelâma ihtiyaç kalmaz. Onun için ezanın lâfzı da anadilim olan Türkçe değil diye benden uzak değildir… O iki abi ezanı kalpten kabul ettikleri için onu Türkçe kadar yakın hissediyorlar. Ezanı yabancılamıyorlar. Onlar ezanın kelâmını değil, ama merâmını biliyorlar. Onun için Türkçe konuşan insanlarımız ezan, kendi dillerine çevrilince dehşete kapıldılar. Yabancıladılar, yabancılaştılar. Hatta “Tanrı” kelimesine duyulan soğukluk bile o günlerden kalmadır.
Ezan anlamadıkları bir dil olan Arapça aslına döndürüldüğünde ise vatanlarına kavuşmuş gibi sevinçle ağladılar. Kur’ân-ı Kerîm için de aynı şey geçerli. Arapça bilmeyenler onun kelâmını anlayamazlar, doğru, ama merâmını anlarlar. Kur’ân’a kalben bağlandıkları için onu kalben hissederler. Tersi de doğrudur. Nice Arapça bilenler var ama iman etmeyen Araplar Kur’ân’ı okusalar, dinleseler anlarlar ama fıkhedemezler. Yani kelâmını bilirler ama merâmını bilmezler. Bunu Arap ülkelerinde çok gördüm. Meselâ taksi şoförleri sürekli Kur’ân yayınlayan radyo kanallarını dinlerler. Bir yandan da işlerini yaparlar, milletle konuşurlar. Sanki tilâvet boş vakti doldurmak için kullanılan bir şeydir. Bu garibime gider. Çünkü o okunan Rabbânî kelâmı “anlama”larına rağmen, “anlam”lamıyorlar. Aynı zamanda “an”lamıyorlar. Yani ânı, hayatı, zamanı ona bağlamıyorlar. Hani bizde sürekli müzik çalan taksiler gibi... Veya hiç kapanmayan televizyon karşısında sohbet etmeye çabalayan bizim toplum gibi...
“Dil” sadece “lisan” demek değil, “gönül” de demek...
Burada “anlamak” kavramı üzerinde durmak gerek. “An”lamak. Bu kelime eski Türkçeden beri dilimizde. “Ân” kelimesinden, yani “esnâ, zaman” kavramından türetilmiş. Demek ki “anlamak” aynı “ân”da birleşmek demektir. Bu kelimenin İngilizce karşılığı “understand” fiilidir. O ise “arasında durmak, yakın durmak” demektir. Fransızca’da Latince’den gelen “comprendre” derler ki “beraberce almak, elde etmek” demektir. Yani “akıl ile kavramak.” Kur’ân Hakk kelâmıdır, ama diğer kelâmlardan farklıdır. Onda da günlük hayatta geçen “dağ, gök, toprak, yol, ev, sen, ben” gibi kelimeler var. Ama Hakk’ın merâmı günlük dile ve onun sınırlılığına hapsedilemez. Kur’ân okumak ve dinlemek bu yüzden ibâdettir. Yine bu yüzden Kur’ân okuyanları bir TV şovunda yarıştırmak Kur’ân’a büyük saygısızlıktır.
İbâdetin şovu, yarışması, jürisi, puanı, alkışı olmaz. Mitingi, gösterimi, gösterisi, gösterişi de... Anlatmak istediğimi aslında “dil” kavramının lisanımızdaki ikili anlamı çok güzel gösterir. “Dil” sadece “lisan” demek değil, “gönül” de demek... Evet, işte o iki abi ısrarla ezanın Türkçe olduğunu iddia ederken, ağız dilini değil gönül dilini bildiklerini söylemiş oluyorlar. Evet, dil var, dil var... Bir arkadaşım anlattı. Gençken birkaç arkadaşıyla beraber güneydoğuda bir dergâha gitmiş. Hepsi ilâhiyat talebeleri... Tabiatıyla etrafa bakıyor, geleni gideni inceliyorlarmış. Dine aykırı bir şey var mı diye tarassut ediyorlarmış. Namazdan sonra şeyh hazretleri Kürtçe kısa bir sohbet yapmış. O arkadaş diyor ki: “Arkadaşlarla sohbetten sonra dışarı çıktık. Birbirimize baktık. Arkadaşlarım ve ben Kürtçe bilmiyorduk. Konuşulandan hiçbir şey anlamamıştık, ama sohbeti hepimiz anlamıştık.” Tek bir anlama çeşidi yok...
- O yüzden dilimizde “anlamak” mânâsına gelen pek çok kelime var: idrâk etmek, fehmetmek, kavramak, telâkki etmek, fıkhetmek, intikal etmek, aklı almak, havsalası almak, vb… Bunların hepsi dil ile irtibatlıdır ama dilden ibâret değildir. Bu yüzden “adam anladı ama...” deriz ama tek tip anlama olmadığını ifade eden istisnalar ekleriz. Meselâ “adam anladı ama kavramadı,” “anladı ama idrâk etmedi,” “anlattık ama havsalası almadı” gibi...
Burada “fıkıh” kavramına da değinmek gerekir. Fıkıh kelimesinin asıl anlamı “dinin inceliklerini kavramak” demektir. Nitekim bir âyette Rabbimiz inanmayanlar için şöyle buyurur: “Onların kalpleri vardır, fakat fıkhetmezler.” Demek ki gerçek anlama kalbin içinde olduğu anlamadır. Onun için inanmayan Araplar da Arapçayı anlıyorlar ama fıkhetmiyorlar. Yani gönülleriyle, kalpleriyle Hakk’ı tasdik etmiyorlar.
Dilin sadece dil olmadığına bir örnek de şu: Bosna’da, Arnavutluk’ta bugün hâlâ Türkçe ilâhîler okunuyor. Sözleri, müziği bizdekinin aynısı... Türkçe bilmiyorlar ama bilmedikleri bir dilden ilâhileri aşkla, sanki anlıyormuşçasına okuyorlar. Sebep aynı. Ağız dilleri değil, kalp dilleri aynı da ondan.
Hatta geçen biri anlattı. Herhangi iki Arnavut biraz gerilimli bir tartışma içine girerse bunu sulha erdirmek isteyen üçüncü kişi hafif bir sesle “Şol cennetin ırmakları” diye başlayan meşhur ilâhiyi okumaya başlarmış. Sözleri Türkçe, nağmesi de aynen bizdeki gibi... O söylemeye başlayınca oradaki herkes teker teker ona katılmaya başlarmış. İlâhi giderek daha çok kişi tarafından giderek yüksek sesle ve coşkuyla okunurmuş. İşte o zaman o kapışan iki kişi inadı bırakıp ilâhiye katılırlarmış. İlâhiyi okurken öfkeleri kaybolmaya başlar, ilâhi bittiğinde ise barışmış olurlarmış. Benzeri bir âdet bizde güneydoğuda salavât getirilerek yapılır diye biliyorum. İnternette gördüğüm Boşnakça bir âmentü metni var. İmanın esaslarını öğretmek için yazmışlar.
Orada ilginç bir cümle var: “Ne zamandan beri Türk’sün?” Cevap: “Kâlu belâdan beri.” Burada dikkat edelim, “Türk” diyerek bir ırkı değil, İslâm’ı kastediyorlar. “Ezan Türkçe kardeşim” diye iddia eden abilerinkiyle aynı mantık değil mi? Zaten “Türk” kavramı yakın zamanlara kadar “Müslüman” demekti. Meselâ İngilizcede 1750’lere kadar “İslâm” kelimesi yoktu. Onun yerine “Mohammedanism,” yani Muhammedîlik, “Saracenism,” yani Şarklılık ve “Turkishness” yani “Türklük” kullanılıyordu. Sadece bir ırk ismi olarak anlaşılması nisbeten yeni bir iştir. İki asırdan beri yönümüzü, yolumuzu şaşırdığımız için her şey allak-bullak oldu. Çünkü din, yön ve yol demektir. Yön yamulunca yol da yamuldu. Kalp de, akıl da, dil de tevhid ile olan bağını kopardı. Tevhid dili zayıfladı, şivesi bozuldu, kelimeleri kayboldu. Tekrar o dili hatırlamalı, zihnimiz ve kalbimizle o dilin dilbilgisini, sözdizimini, kelime dağarcığını öğrenmeliyiz. O dili konuşmalıyız ve âlemi de o dil ile konuşturmalıyız.