Eski söz cennetinden modern şiire: Ali Ayçil
Kendime dair ilk ciddi keşfim, klişe dilin dışına çıkma arzusudur. Dışarıdan bir uyarıcı olmadan, kendi içimde kıpırdayan bir arzuydu bu. Edebiyat öğretmenim Nazmi Yıldırım bende bazı şeyler sezmiş olmalı ki, kimi akşamlar evinde birkaç arkadaşıyla yaptığı şiir okuma meclisine öğrencisini de dâhil etti.
İnsanlar konuşmalarının bir yerinde ansızın nesirden vezinli söyleşiye geçer, sonra tekrar geriye dönüp kaldıkları yerden devam ederlerdi. Biri sözün arasında “insan kısım kısım yer damar damar” deyiverirdi mesela, dinleyenler de bu dil sapmasını olağan karşılarlardı. Arzu ve Kanber, Ferhat ve Şirin, Leyla ve Mecnun anlatılırken tıpkı hayatta olduğu gibi anlatı -şiir ve hikâye- arasında imeceyle akıtılırdı. Ve türküler her yerdeydi, radyoda, bahçelerde, cam kenarlarında, düğünlerde, ölümlerde, sevdalarda, hasretlikte. Bazen bir halk ozanı atından indirilir, izzet ikramda bulunulur, birkaç deyiş söyletilirdi. Halk ozanlarına karşı anlam veremediğim derin bir hürmet, bir zamanların kam/şamanlarından süzülüp gelen garip bir saygı vardı. Büyük Türk ozanı Davut Sulari’nin atından inip bahçemize gelişini, sazını kucağına alışını hayal meyal ama hep büyülü bir hatıra olarak hafızamın derinlerinde saklamaya devam ediyorum. Evimizin selamlığında yapılan sohbetlerde her mesele bir de vezinli ifade edilirdi.Çocukluğum, merkezinde annem olan bir vezin cennetinin içinde geçti. Annem Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’ndan, Şah İsmail Hatayi’den, Âşık Sümmani’den, Emrah’tan pek çok ezbere şiir okurdu. Günlerin sözle kurulup sözle kaldırıldığı bir dil sergisinin üzerinde koşup büyüdüm.
Lisede öğrenciyken bir şey fark ettim; bu klişe dil düzeneği duyguyu kişiselleştirmeye pek de müsaade etmiyordu. Büyük bir duygu havuzunun içinde ne kadar avunabilinirse o kadar avunabiliyordunuz. Dönemin iki karşıt gazetesinden Tercüman ve Cumhuriyet’ten sırf yeni bir dil kullandığı için ikincisi bana daha cazip geliyordu. Kendime dair ilk ciddi keşfim, klişe dilin dışına çıkma arzusudur. Dışarıdan bir uyarıcı olmadan, kendi içimde kıpırdayan bir arzuydu bu. Edebiyat öğretmenim Nazmi Yıldırım bende bazı şeyler sezmiş olmalı ki, kimi akşamlar evinde birkaç arkadaşıyla yaptığı şiir okuma meclisine öğrencisini de dâhil etti. İsmet Özel’i, Sezai Karakoç’u, Necip Fazıl’ı, Attila İlhan’ı ve daha pek çok şairi ilkin onun harika sesinden, mum ışığında dinledim.İlk yazım kasabanın gazetesinde on altı yaşımdayken çıkmıştı ama henüz şiire cesaret edemiyordum. Bir yıl sonra Erzurum’a Atatürk Üniversitesi’ne gidince, çocukluğumun doğaçlama söz cennetinden matbu söz cennetine de bir geçiş yapmış oldum. Erzurum benim için ideal bir kentti de. Bu şehirde söz hala iki ırmaktan akmaya devam ediyordu; bir yandan çocukluğumun geleneksel hikâye-şiir düzeni diğer taraftan modern edebiyat. İlki halk kahvelerinde, ikincisi üniversite çevresinde revaçtaydı. İkisi arasındaki boşluk işaretleri uzun süre zihnimi meşgul etti ve sanırım şiirlerimin gerilim hattını oluşturdu.
Erzurum’da ilk zamanlar Kitapsarayı’na gelen Broy, Varlık, İnsancıl gibi dergileri takip etmeye başladım. Şiir yazıyor ama bunları çok fazla da kimseyle paylaşmıyordum. O dönemde şehrin kültür dünyasında isimleri bilinen Nazir Akalın gibi birkaç şairi de vardı; mizaçlarımız, şiir anlayışlarımız tutmamış olmalı ki fazla yakınlaşmadım, selamlaşmalarla yetindik. Öğrenci evimizin bana ait küçük odasında, dar bir tahta masa üzerinde kurşun kalemi özenle açarak yazmaya başlıyor, gece geç saatlere kadar bu masanın başında vakit geçiriyordum. Sadece şiir değil, denemeler de kaleme alıyordum. Bazıları hala arşivimde olan bu ilk gençlik denemelerimin hiçbirini yayımlamadım. Şiirlerimin yayımlanması ise ancak üniversiteyi bitirip ilk tayin yerim olan Bolu’nun Göynük ilçesine yerleşmemden sonra mümkün oldu. Mekânlar konusunda şanslıyım; bir Türk şehri olan Erzurum’dan sonra harika bir Osmanlı kasabası karşıladı beni. Rüya gibiydi Göynük; altı yüz yıllık çınar, bir dere, saat kulesi, teraslar şeklinde dizilmiş ahşap evler ve meydanın bir kıyısında Akşemsettin’in kabri. İlk daktilomu burada aldım ve oturduğum ahşap evin alt katındaki komşuyu rahatsız ede ede tuşlara basmaya başladım. Ahşap evler her türlü sesi geçirirler.
Ev arkadaşım Aziz de tıpkı Göynük gibi benim için bir şanstı. Üniversiteyi İstanbul’da okumuş, kültür camiasının içine girip çıkmış, ortamı bilen biriydi ve daha önemlisi seçici bir entelektüeldi. Benzer kitapları okuduğumuzu, benzer şeyler düşündüğümüzü fark eder etmez birlikte kalmaya karar vermiştik zaten. Şiirlerimi biraz da zorla bir dosyaya koyup İstanbul’a getiren Aziz oldu. Şiirlerim gitmiş, ben kasabada kalmıştım ve tahmin edebileceğiniz gibi hem meraktan çatlıyor hem de korkuyordum. Arkadaşım iki yıl önce yayına başlayan ve edebiyatın merkezine yerleşmiş olan Dergâh Dergisi’ne şiirlerimi bırakıp dönmüştü. Mustafa Kutlu’yu yazıhanede bulup ona teslim edemediği için, şiirlerin akıbetini kestiremeden iki hafta boşluktan haber bekledim. İki hafta sonra Dergâh antetli bir zarftan Kutlu’nun kabul mektubu çıktı, ilk şiirim de hemen bir sonraki sayıda yayımlandı. Bu an her genç şairde olduğu gibi benim için de özeldir: Aziz kasaba kütüphanesine gelen Dergâh Dergisi’ni getirip kanepede ikimizin arasına koydu ve şiirimin bulunduğu sayfayı açtı: Zafer ve yıkım, cesaret ve korku, keskinlik ve muğlaklık birbirine karıştı. Galiba terlemiştim de. Birkaç yıl sonra İstanbul’a yerleşecek, Dergâh Dergisi’nin müdavimi olacak, ismen bildiğimiz insanlarla yüz yüze tanışacak ve şiirleri artık elden teslim edecektim. Bir de İsmet Özel orada olduğu için Şule Yayınları’na girip çıkıyorduk. İlk şiir kitabım da bu yayınevinden okuyucuyla buluştu. Sonrası malum…
- Hem yaralı hem yakını bir yaralının kırıldı kuş sesinden direkleri dünyanın, kaldım eşikte sübyan kaldım cümle ovayla temmuzun köklerinde, yaşlanmış ağaçlara dert oldum. Kimi görsem dedim işte burdayım, iki ince boynumun arasında kimi görsem dilim buruk, kelimeler ölümlü, sesim anadan üryan.