Eksik kin

EREN SAFİ
Abone Ol

“Biz içimiz kan ağlasa da susuyoruz ama siz mecbur değilsiniz. Konuşamasanız da, bir şey yapamasanız da içinizden bu kini eksik etmeyin. İnancınızı eksik etmeyin.”

Yaşı 35’in altında olanlar hatırlamaz, bir Şükrü Karatepe vardı. Yine yaşı müsait olmayanların bilmeyeceği gibi, 27 Mart 1994 Türk siyasi tarihinde önemli kırılma noktalarından biridir.

Elden giden, elde kalan
Cins

27 Mart’ta Tayyip Erdoğan İstanbul, Melih Gökçek de Ankara’da büyükşehir seçimlerinde belediye başkanı oldular. Bu tarihten kısa bir süre sonra da 1995 seçimlerinde Refah Partisi seçimlerden gerçekten birinci parti olarak çıktı. Gerçekten diyorum çünkü -Allah rahmet etsin- Erbakan, girdiği her seçimden birinci parti olduğu iddiasıyla çıkmıştır. İşin tuhaf tarafı, biz de buna hâlâ inanırız. Burası biraz karışık. Geçelim.

Şükrü Karatepe, işte bu 1994 seçimlerinde Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Uzaktan bildiğimiz kadarıyla da başarılı bir belediye başkanıydı. Zaten Refahlı belediyeler efsanesi özellikle İstanbul, Ankara, Konya ve Kayseri gibi belediyelerde kısa sürede ortaya çıkmaya başlayan başarılı projelerle, uygulamalarla oluştu. Büyükşehirlerde yapılan ve doğrudan insanların hayatına değen belediye faaliyetleri, kamuoyundaki “öcü İslamcı” imajını değiştirmeye başlamıştı.

1996 Haziran’ında Necmettin Erbakan başkanlığında Refahyol hükümeti kuruldu. Sonrası malum. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısıyla girilen türbülans, Haziran ayında acil inişle sonuçlandı.

Birkaç sene önceki Sivas olayları, önce ‘91 genel, sonra ‘94 yerel seçimlerinden sonra start verilen Şeriat paranoyası ve insanların zihinlerini esir alan vahşi, barbar dinci algısı yerini yavaş yavaş makul, çalışkan ve üretken Müslüman resmine terk ediyordu. Refahlı belediye başkanları, vakur, kimlikli ve heyecanlı bir seçeneği işaret eder olmuştu. Bu seçenek, önce 1991 seçimlerinde Refah Partisi’nin %16 oy alarak sahnede kendine yer açmaya çalışmasıyla belirmeye başlamıştı. Daha sonra ilk genel seçimlerle iktidar kapısını zorlamaya başladı ve 1996 Haziran’ında Necmettin Erbakan başkanlığında Refahyol hükümeti kuruldu. Sonrası malum. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısıyla girilen türbülans, Haziran ayında acil inişle sonuçlandı.

Şükrü Karatepe’yi anmamızın sebebi, 1996 yılının 10 Kasım gününde yaptığı bir konuşma. Aslında bu konuşmayı ve Karatepe’yi çok açıklayıcı bir örnek olduğu için seçtim. Şükrü Karatepe yerine pekala Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, Hasan Mezarcı veya sayısız başka benzer örnek üzerine konuşsak, yine olurdu.

Şükrü Karatepe haddizatında oldukça nazik, makul ve tahammüllü biri olarak bilinir. Entelektüel birikimi ve akademik yetkinliği de bir siyasetçiden beklenenin fersah fersah ötesindedir. Yayınlarıyla, konferanslarıyla ve benzeri faaliyetleriyle önemli bir kültür adamı. 1996 10 Kasım’ında bir resmî törende, birtakım başka devlet yetkilileri tarafından kendisinin de aralarında olduğu siyasetçilerin gözlerinin içine baka baka onlara hakaret edilmiş, Müslüman hassasiyetlerini öne çıkaran siyasetçiler tehdit edilmiş ve aşağılanmıştı. Bu, o dönem çok şaşılacak bir şey değildi. Daha önceden -bu şimdi anacağım olayı duymayan genç arkadaşlar için çok tuhaf gelecek biliyorum ama- bir tuğgeneral, o sırada başbakan olan Erbakan için kameraların da olduğu bir toplantıda p.venk ifadesi kullanmıştı. Ne o general ne de orada o toplantıyı tertip edenlerden biriyle ilgili soruşturma açılmıştı. Yine öyle bir laikçi taciz seansı sonrasında Karatepe, bir parti toplantısında heyecanla bir konuşma yapmıştı.

Tümüyle demokratik, temsilî ve parlamenter siyaseti başka herhangi bir imada falan da bulunmadan müdafaa ettiği konuşmasının bir yerinde bu düzenin değişeceğini söylüyor ve ekliyordu: “Biz içimiz kan ağlasa da susuyoruz ama siz mecbur değilsiniz. Konuşamasanız da, bir şey yapamasanız da içinizden bu kini eksik etmeyin. İnancınızı eksik etmeyin.” Bu Şükrü Karatepe’nin aslında son konuşması oldu. Tıpkı Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz, Şevket Kazan, Hasan Mezarcı ve sayamayacağımız kadar çok başka bir sürü siyaset adamının, kültür adamının son konuşmalarını yaptığı gibi, Şükrü Karatepe de böylece kendisine bir daha açılmayacak siyaset kapısını bu konuşmayla kapatıyordu.

Müslüman hassasiyetlerini öne çıkaran siyasetçiler tehdit edilmiş ve aşağılanmıştı.

Bu yazıda Şükrü Karatepe üzerinden anlatmaya çalıştığım tarzda müdahalelerin tarihi sandığınız kadar çizgisel ve yeni değildir. Siyaset sahasında da İslam esaslarının belirleyici olması gerektiğine inanan insanlara yapılan bu tarzda ilk müdahale, 31 Mart Vakası bahane edilerek 1909 yılında yapılmıştır. Özellikle siyaset sahasında da diyorum, çünkü hayatın diğer alanlarında İslam’ın belirleyiciliği, ezici tartışılmazlığı ve görünürlüğü o yıllarda müdahale edilebilecek kıvamda değildi. Müdahale sadece siyaset sahasında ve birtakım aşırılıklar, çağdışı zorbalıklar ve geri düşünceler gibi Müslümanların üzerine yapıştırılan etiketler dolayısıyla, bu etiketler bahane edilerek yapılabilirdi. Yapıldı. Müslümanların haklarının gasp edilip gayrimüslim tebaanın şımartılması ve Batılı devletlerin müdahaleleriyle siyasete yön vermesi için kimisi Islahat Fermanı’nı, kimisi kapitülasyonları, çoğu da Tanzimat’ı milat kabul eder. Her bir kabulün gerekçesi ayrıdır ve haklıdır, ayrı. Ancak bugünkü linç ve karakter suikastı geleneğini anlamak için 31 Mart çok daha öğretici bir tarihsel vakadır.

1. Dünya Savaşı’nın, Kurtuluş Savaşı’nın, İstiklal Mahkemeleri’nin, 1. ve 2. Meclis’in, tek parti döneminin, Menderes, Demirel, Özal faktörlerinin, ‘80 öncesinin, askerî darbelerin üzerinden ışık hızıyla bugüne gelelim. Adına 28 Şubat süreci denen İslam hassasiyetini öne çıkaran insanları baskı altına alma süreci, benim kanaatimce esasen 1993 yılında başlamıştır. Bitti, yandı bitti kül oldu dense de radyoaktif serpintileri tüm ölümcül etkileriyle sürüyor. 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nin şaibeli bir şekilde ateşe verilmesiyle birlikte Müslümanlar tek tek ve toplu halde açık hedef haline getirildi. Müslümanlar bu tarihten itibaren neredeyse yirmi beş yıldır bu ülkede hesap ödüyor. Hâlâ mı diyeceksiniz. Hâlâ. Nurettin Yıldız’ın ödediği, Aşkar’ın ödediği, Cübbeli Ahmet’in ödediği; Madımak, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Berkin Elvan, ilh. üzerinden tek tek ve neredeyse her gün hep birlikte ödediğimiz fatura, aynı faturadır. Başbağlar’dan beri ise son hesabın faturasını her seferinde yeniden ödüyoruz.

  • AK Parti kurulduğunda biraz önce saydığımız “sakıncalı” isimlerin hiçbiri partiye alınmadı. Hiçbiri üye olarak bile kabul edilmedi. “Parti olarak Milli Görüş gömleğini çıkardık” dendi. “Allah rızası için siyaset yapılmaz, siyaset siyaset için yapılır” dendi.

Bu arada tam burada hatırlayalım, Fethullah Gülen Cemaati, Refah Partisi’nden hep uzak durmuştu. 28 Şubat sürecindeyse sadece uzak durmakla kalmadı, partiye karşı açıktan cephe savaşına girdi. Sonrasındaysa Cemaat’in AK Parti ittifakının altında yatan en önemli etken, İslamcılığı bir siyasi temsil olarak kabul etmemeleriydi. Ancak AK Partililer ne kadar değiştik deseler de, gömleğimizi çıkardık deseler de, ikinci ajandamız yok deseler de hep aynı baskı ve sosyal suikast tehdidi altında tutuldular. Abdullah Gül’ün, Tayyip Erdoğan’ın, Bülent Arınç’ın ve diğer birçok partilinin eski konuşmaları temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp kamuoyuna sunuldu. Müslüman kimliğiyle daha önce tek bir seferliğine bile olsa tebarüz etmiş kim varsa sürekli özür diler, mazeret belirtir ve hesap öder bir mesafede tutuldu.

Geldiğimiz noktada özellikle son üç-dört yıldır artan bir biçimde, İslami hassasiyetleri toplum ve siyaset sahasında görmek istemeyen sıradan solculardan azılı İslam düşmanlarına kadar çok geniş skalada insanlar toplu halde operasyona devam ediyor. Çok daha kristalize olmuş ve şuursuz bir şekilde. Ancak bu tuhaf ve aşırı politize olmuş kitlenin içinde çok keskin bir mühendislikle konuşlandırılmış gazeteci, sanatçı, sosyal medyacı ve özellikle PR ve reklam ajansı unsurları kelle alıyor. “Sniper”lar Müslümanları gören her çatıda nefessiz bekliyor. Bu dünyada ne kadar karışık odak varsa neredeyse tümüyle iltisaklı sivil unsurların elinde; çok kullanışlı ve siyaseten tecrübesiz, ebleh bir kitle var. Gezi’yle birlikte daha önce siyaseti bir pagan âdeti veya bir jimnastik türü sanan alakasız kitle, hormonlu bir biçimde saldırganlaştırıldı. Ortam her sakinleştiğinde kitlenin kalbine kocaman bir adrenalin iğnesi daha yapılıyor. Gözü dönmüş manyaklar on-on iki yaşındaki lise çocuklarına ömürleri boyunca taşıyacakları virüsleri ardı ardına zerk ediyorlar.

Fethullah Gülen Cemaati, Refah Partisi’nden hep uzak durmuştu. 28 Şubat sürecindeyse sadece uzak durmakla kalmadı, partiye karşı açıktan cephe savaşına girdi.

Atlaya atlaya anlatmaya devam edelim. Her fırsatta yok edilmek için etrafında dolaşan sırtlanlardan habersiz, sıradan Müslümanlar kırdıkları bir pot, ettikleri veya etmedikleri bir laf yüzünden linç ediliyor. Hah, namaz kılmayana hayvan dedi! Vur vur vur! Ateş! Çocuklarla nikah kıyılır dedi! Ateş ateş! Kadınlara laf etti! Ateş! İndir! Cumhurbaşkanıyla ilgili tek olumlu laf eden sanatçı-sepetçi “sniper” ateşiyle vuruluyor. Bir toplantıya davet edilmiş her sporcu, bilim adamı veya sanatçı, o davete icabet ettiği için hakarete, aşağılanmaya maruz bırakılıyor. ,

Müslümanların üzerine tutulan projektörler tek bir gün bunların üzerine tutulsa acaba ne olur? Ama gerçekten tutulsa.

Özel hayatlarını, cinsel hayatlarını; rezil, pespaye, mikrop yuvası, mide bulandırıcı hayatlarını gerçek anlamda görsek acaba ne olur? Televizyonlarda Gezi olaylarından beri çiçek çocuk yaptığınız teröristlerin üzerine Müslümanların üzerine saldırdığınız gibi gitsek acaba ne olur? En ahlaklınızın, en dürüst, en doğru yaşayanınızın hayatına tek bir seferliğine bizim hayatımıza girdiğiniz gibi girsek? Şunu bilin, tüm pespayeliğinizle; pisliğe, ihanete batmış, harama batmış, iğrenç, zelil hayatlarınızla, ikili itikadınızla başka ülkelere, başka itikatlara, başka kültürlere açıktan gizliden, bilerek bilmeyerek çalışıyor olsanız da biz size tahammül ediyoruz. Kim olduğunuzu biliyoruz. Rezilliğinizin, kepazeliğinizin, iğrençliğinizin farkındayız. Farkında olmadığımız için değil, merhametle emrolunduğumuz için; gücümüz yetmediğinden, yetmeyeceğinden değil, bu ülke bizim ülkemiz olduğu için tahammül ediyoruz.

Yine aynı senaryoları uygulamaya koyacaklar. Koysunlar. Hiçbir kutsal değerleri yok. İnsanları sağcı-solcu diye birbirine kırdıran katiller, ASALA üzerinden, PKK üzerinden bu toprakların çocuklarının kanına girenler, gözü dönmüş psikopatlar yine sahne alıyor. Alsınlar. Liseli çocukları ateşe atıyorlar. Siyasetin ortasına, isyanın, ateşin ortasına atıyorlar. Gezi olayları pis bir uyuşturucu gibi liselere kadar indi sonunda. Bu tutuşturdukları çıra ne kadar yer yakar, bilmiyorum. Zorbalar, manyaklar küçücük çocukları sürüyor bu aşağılık kavgaya. Tahmin etmek hiç zor değil, çok yakında birileri de Alperen Ocakları’nı da, sağda solda mahalleli gençleri kaşıdığı gibi İmam Hatipler’i de bu tuhaf manyaklığın içine sürecek. Ülkü Ocakları’ydı, sokak olaylarıydı, karşıt görüş kavgalarıydı, ekonomik krizdi, siyasi suikastlardı, bunlarla bugün Meral Akşener, yarın başka isimler için siyasetin anayolu destabilize edilecek belli ki. Etsinler.

Benim dert ettiğim kısmı AK Parti’nin iktidarının sallanması veya şu kimsenin yerine bu kimsenin bakan olması veya başbakan olması değil. Dert ettiğim şey, aslında sona yaklaşıyor olmamız ve fakat bunu görmüyor olmamız aynı zamanda. Deniz bitti. O meşhur düğmeye basılır, basılmaz; ben bilmem. O düğme hâlâ çalışıyor mu, onunla da ilgilenmiyorum. Ama artık vereceğimiz hesap, vazgeçeceğimiz adamımız kalmadı. Bugün tek tek bu insanları, hocaları, kültür adamlarını, ilim adamlarını tanrıların sunağına bırakırsak yarın toplu halde linçi hak ederiz. On beş günde bir gözlerine kestirdikleri bir müftüyü, millî eğitim müdürünü, bir kaymakamı, bir devlet görevlisini indiriyorlar. Şükrü Karatepe’yi milat kabul edersek, şu kısacık Milli Görüş tarihinde asit kuyularına atılan siyasetçi sayısı, bugün siyaset yapanların sayısından fazladır. Geçen Ramazan Tuğrul İnançer’i, arada Nurettin Yıldız’ı, bu Ramazan Mustafa Aşkar’ı linç ettiler. Sistematik bir şekilde AK Parti’nin veya Cumhurbaşkanı’nın herhangi etkinliğinde fotoğraf veren kim varsa pusuya düşürüyorlar. İtibarsızlaştırıyorlar. Yok ediyorlar. Hayatının geri kalan kısmında herkesin göreceği şekilde damgalıyorlar. Bitti. Bence sona geldik. Tam da şimdi en azından duygusal sınırlarımızı tekrar hatırlamazsak, kim olduğumuzu, bize gerçekten neden düşmanlık ettiklerini hatırlamazsak ve basiretsiz davranmaya devam edersek, sonrası çok daha çetin geçecek bir kavganın şamar oğlanına döneceğiz.

Milli Görüş tarihinde asit kuyularına atılan siyasetçi sayısı, bugün siyaset yapanların sayısından fazladır.

Bu arada, yanlış hatırladığım şeyler olabilir diye bakarken ilginç bir şey gördüm. Şükrü Karatepe bu sene cumhurbaşkanı danışmanı olmuş. Bu da yirmi sene sonra düşülmüş enteresan bir nottur. Şimdi bir şey söyleyeceğim ama düşünüyorum da yazı yazmakla konuşma yapmak çok farklı şeyler. Konuşurken kime konuştuğunu biliyorsun. İnsanlar seni anlıyor mu anlamıyor mu gözlerinin içine bakınca fark ediyorsun. Seni kaç kişi dinliyor, nasıl dinliyor biliyorsun. Yazarken tam öyle değil. Buna benzer şeyler biliyorsun yazarken de, evet. O yazıyı yazdıktan ve yayımladıktan sonra etkisini de görebiliyor, ölçebiliyorsun bir yandan. Ama bir ölçüde işte. Topluluk karşısında konuşmaktan korksam ve hiç sevmesem de aslında şimdi söyleyeceklerimi yazmayı değil de bir konuşmanın içinde topluluğa karşı söylemeyi tercih ederdim.

Siyah süt
Cins

Kardeşlerim, böyle yayınlarda istediğimiz her şeyi yazamıyoruz. Bizi kısıtlayan sınırlar, mecburiyetler var. Ama siz mecbur değilsiniz. Siz istediğinizi düşünür, istediğinizi söylersiniz. Ben şunu söylemek istiyorum size: Tanzimat’tan beri, 31 Mart’tan beri, Başbağlar’dan beri, 28 Şubat’tan beri, Gezi’den beri, Müslümanları cayır cayır yakan, tutuşturan Orta Doğu ateşinin fi tili yakılalı beri bunların derdi senin inancınladır, dertleri bu milletledir, din-i mübinledir. Sakın ye’se kapılmayın, üzülmeyin, bu düzen değişecek kardeşlerim. Ama artık adamlarınızı bu suikast çetesine vermeyin. Her biri en az altmış senede olgunlaşan mücadele meyvelerini, ilim meyvelerini, şahsiyet meyvelerini koparıp üstünde tepinmelerine izin vermeyin. Sizin bir Nurettin Yıldız Hocanızın, bir Mustafa Aşkar’ınızın tek bir tırnağı bunların topundan daha kıymetlidir, unutmayın. Sakın ha içinizdeki inancı kaybetmeyin. İçinizden o nefreti, o kini eksik etmeyin!