Edebiyatın kıymeti, mevcut düzeni reddetmesinde yatar
Akademik edebiyat incelemesi, okuyuculara ilgi göstermedi. Kendisini, okuyucuların çabuk kanmalarına karşı olarak tanımladı. Bununla birlikte, bu iki grubun okuma pratikleri arasında farklılıklar olduğu kadar benzerlikler olduğunu da iddia ediyorum.
SÖYLEŞİ: SERDAR BİLİR
ÇEVİRİ: HÜDANUR AKKUZU
Edebiyat teorisi ve eleştirisi çalışmalarıyla bilinen, Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabının yazarı Rita Felski ile edebiyat kavramını ve onun etrafında örgütlenen anlam ve etkileri Cins için konuştuk.
Edebiyat ve edebiyat eleştirisi çalışmalarına sizin katkılarınız nelerdir? Rita Felski edebiyat teorileri için neler söyledi?
İlk dört kitabım feminist eleştiri ve teoriyle ilgiliydi. 1980'lerde bu sorular hakkında düşünmeye başladığımda, feminist edebiyat eleştirisinin baskın çerçeveleri ve varsayımlarıyla çelişiyordum. Monolitik bir kadın deneyimi kavramına kesinlikle katılamam: Tüm kadınların kadın olarak ortak bir kimliği paylaştığı ve bu ortak kimliğin ayrı bir edebi geleneğin temeli olarak hizmet edebileceği fikri. Ancak, Fransız teorisinden büyük ölçüde ödünç alınan kimliğin yapısını bozmaya yönelik feminist girişimler konusunda da aynı derecede isteksizdim. Benim görüşüme göre sonuç, diğer tüm faktörler pahasına dilin önemini vurgulayan ve kendi ayrıcalıklarından bihaberken bir marjinallik durumunu idealize eden akademik bir yıkım ve ihlal söylemiydi. Bunun yerine, Beyond Feminist Aesthetics ve The Gender of Modernity gibi kitaplarda, daha tarihsel ve sosyolojik bir yaklaşım benimseyerek toplumsal cinsiyetin çeşitliliğini ve karmaşıklığını yakalamaya çalıştım.
2008'den beri, bazen yanlış anlaşılan bir kelime olan ‘posteleştiri' adlı bir alanla yakından ilişkili oldum. Post-eleştiri, eleştiri karşıtı değildir ve kesinlikle teori karşıtı değildir. Toplumsal cinsiyet ve ayrıca sınıf üzerine kapsamlı yazılar yazan biri olarak, eşitsizlikleri belirlemenin ve olduğu gibi kabul edilen varsayımları sorgulamanın öneminin gayet iyi farkındayım. Bununla birlikte, eleştirinin sınırları olduğunu savundumbu önemli bir düşünce geleneğidir, ancak edebiyat araştırmalarında tek veya baskın yöntem olmamalıdır. Son birkaç on yılda edebiyat araştırmacıları, Paul Ricoeur'un ‘şüphenin yorum bilgisi' dediği şeyi geniş çapta benimsediler. Bu cümledeki iki kavramın da gösterdiği gibi, böyle bir okuma biçimi, belirli bir ruh hâli ve belirli bir yöntemi ima eder. Ruh hâli temkinli, ihtiyatlı, güvensizdir: Eleştirmenler şüphecilikleriyle, kendilerini kandırmayı, ayartılmayı ya da kandırılmayı reddetmeleriyle övünürler. Ve bu ruh hâli, belirli yorumlama yöntemlerine yol açar: Edebi eserleri görünür değerinden almayı reddetme. Satır aralarını okumamız bekleniyor. Bu satır araları bizim, pohpohlanmayan anlamları ve zararlı güdüleri eşelemek, edebi eserlerin ‘politik bilinçdışı'nı ortaya çıkarmak olarak karşımıza çıkıyor.
Dediğim gibi, bu okuma biçimlerinin kullanımları vardır. Bununla birlikte, onlara çok fazla güvenmeye başladık ve eleştiri pratiği giderek daha kalıplaşmış ve öngörülebilir hâle geldi. Bu da edebiyatta yeni bir Ortodoksi oluşturuyor. Ayrıca edebi çalışmalar, edebiyatın farklı anlamlarını ve kullanımlarını açıklamak ve neden çalışmaya değer olduğunu haklı çıkarmak için yeterli bir dilden yoksundur. Edebi çalışmalar hâlâ büyük ölçüde Adorno ile ilişkili modernist bir estetik geleneğine bağlıdır: Edebiyatta bulunabilecek herhangi bir değer varsa, bu onun mevcut dünyayı inkâr etmesinde, direniş jestlerinde ve meta kültürünü reddetmesinde yatar. Edebi çalışmalarda olumsuza, yapı bozuma ve yabancılaştırmaya ilişkin bu tek fikirli saplantı neden?
Eleştirinin Sınırları'nda yazdığım gibi, ‘re-' ön eki ve onun algıyı yeniden bağlamlaştırma (REontectualize), yeniden yapılandırma (REconfigure) veya yeniden yükleme (REcharge) yetenekleri pahasına ‘de-' ön ekine ve onun gizemi çözme (DEmystify), istikrarsızlaştırma (DEstabilize) ve doğallıktan çıkarma (DEnaturalize) gücüne odaklanarak sanatın önemini azaltıyoruz. Edebiyat dünyada nasıl işliyor? Anlayışımızı nasıl etkileyebilir, algımızı nasıl dönüştürebilir veya bize nasıl yeni kelimeler verebilir? Bana göre eleştiri, eleştirinin araç kutusundaki değerli bir araçtır, ancak katı veya radikal düşünce ile eşanlamlı olarak görülmemelidir. Son çalışmalarımın çoğu, eleştirinin alternatiflerini ortaya çıkarmakla ilgiliydi.
‘Edebiyat Ne İşe Yarar?'(Uses of Literature) adlı bir kitap yazdınız. Kitabınızda edebiyatın kullanım alanlarını irdeliyorsunuz. Bu kullanımlar nelerdir?
Belki de her şeyden önce, ‘kullanım'ı genel veya geniş anlamda anladığımı açıklığa kavuşturmalıyım; dar bir faydacılıkla karıştırılmamalıdır. Yüksek öğrenimi ister birey ister bir bütün olarak toplum için, doğrudan pratik kullanım veya ekonomik fayda sağlayan bir deli gömleği hâline getirmeye yönelik akademik direnişi çokça paylaşıyorum. Aksine, kullanımı çok daha geniş bir anlamda anlıyorum: Edebiyat neden önemlidir? Hayatımıza nasıl bağlanır? Bunu neden önemsiyoruz? Ve burada akademik eleştirmenler ve sıradan okuyucular arasında köprüler kurmakla ilgileniyorum. Akademik edebiyat incelemesi geleneksel olarak bu okuyuculara pek fazla ilgi göstermedi- aslında genellikle kendisini onların varsayılan saflıklarına ve çabuk kanmalarına karşı tanımladı. Bununla birlikte, bu iki grubun okuma pratikleri arasında birçok farklılık olduğu kadar benzerlikler olduğunu da iddia ediyorum.
Ayrıca edebiyatın değerini tek bir özelliğe göre tanımlama girişimlerine de katılmıyorum. Edebiyat okumak için en popüler gerekçelerden bazıları, empatiye ilham verme potansiyelini veya alternatif olarak, yönünü şaşırtma, düzenini bozmak/ sarsmak veya yabancılaştırma kapasitesini içerir. Bu tür temel bir tanım bulma çabaları, onların kriterlerine uymayan pek çok edebiyat örneğini dışlamak zorunda kalır. Daha ziyade, edebiyatın birçok kullanımı ve dolayısıyla birden çok değer biçimi olduğunu savunuyorum: Ben bu konuda kararlı bir çoğulcuyum. Örneğin, türe veya belirli bir esere bağlı olarak edebiyat bize kendimizi (tanımayı) veya dünyayı (bilgiyi) daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Mest olmanın, büyülenmenin ve cezbedilmiş olmanın keyifli deneyimi veya rahatsız edilmenin, yönünü şaşırmanın, hatta saldırıya uğramanın (şokun) daha acı verici bir zevki gibi yoğun duygusal deneyimler sunabilir. Bunlar, elbette daha birçokları olmasına rağmen, kitapta bahsettiğim edebiyatın dört kullanımı.
Edebiyatın günümüzde hâlâ ideolojik işlevleri olabilir mi? Yoksa sosyal medya ve internet mi bunu devraldı?
Edebiyat, ne sinema gibi diğer popüler sanat dallarında ne de gazete ve belgesellerdeki siyasi röportajlarda ortak olmayan benzersiz bir niteliğe sahiptir. Edebi eserler zihin okuyabilir; bir roman okuduğumuzda yabancıların kafalarına girebiliriz, kurgusal karakterlerin derin korkuları, endişeleri ve sevinçleri hakkında, bize en yakın insanların iç dünyaları hakkında asla bilemeyeceğimiz kadar çok şey öğrenebiliriz. Bu çok güçlü bir teknolojidir, yani edebiyat, siyaset için çıkarımları olan çok etkili bir ‘sanal gerçeklik' biçimi olarak hizmet edebilir. Ve bu bağlamda, özdeşleşme genellikle yanlış anlaşılsa da okumanın sık görülen bir yönüdür. En son kitabım Hooked: Art and Attachment'ta, okumanın bu görünüşte sıradan ve hatta naif yönünün, edebiyatın politik kullanımları ve etkileriyle oldukça alâkalı birçok tarafı olduğunu öne sürüyorum. Örneğin, kurgusal karakterlerle özdeşleşme bir bağlılık duygusu içerebilir: yani, belirli etik ve politik görüşleri paylaştığımız için ‘aynı tarafta' olduğumuzu hissederiz. (Çok popüler bir feminist film Thelma ve Louise'in kabulünü ve benimsenmesini şekillendirdiği için bu bağlılık duygusunun alâkasını tartışıyorum.) Özdeşleşme, yukarıda söylediğim gibi, birincil veya temel özelliği olmasa da edebiyatın ilgili bir yönü olarak empatiyi de içerebilir. Başkalarının duygularını paylaşmak ve onların kötü durumuna sempati duymak, politik hassasiyetleri değiştirmenin bir başka olası yoludur.
Mohsin Hamid'in mültecilerle ilgili romanı Exit West'te empatiyi nasıl harekete geçirdiğini göz önüne alıyorum. Son olarak, özdeşleşme, özellikle marjinal gruplardan gelenler için politik olarak anlamlı olabilecek bir ‘tanınma/onaylanma'- kendimi kurgusal bir karakterde görüyorum- deneyimini de içerebilir. Yakın zamanda Didier Eribon'un işçi sınıfı çocukluğuyla ilgili çok beğenilen anı kitabı Returning to Reims' hakkında bu açıdan yazıyordum. Fransız eleştirel teori geleneği içinde, tanınma fikri genellikle hafife alınmıştır; ancak ben bu küçümsemenin, karmaşık ve ikircikli bir sürecin yanlış algılanmasına dayandığını savunuyorum. Kısacası, edebiyat, elbette garanti edilmese de politik olarak etkili kılınabilecek belirli ayırt edici niteliklere sahiptir. Edebi eser tek başına hareket etmez; çoğu, okuyucularının inançlarına, mizaçlarına ve sosyal geçmişine ve bir kitabın okunduğu bağlama bağlıdır.
Peki ya edebiyatın bizi kişisel düzeyde özümseme ya da büyüleme yolları? Duygunun rolü nedir? Bu süreci nasıl anlamalıyız?
Bu beni çok ilgilendiren ve edebiyat araştırmalarında sıklıkla ihmal edilen bir konudur. Bu ihmal bir yere kadar anlaşılabilir; üniversitede edebiyat çalışmasını haklı çıkarmak için akademisyenler, edebiyat eleştirisinin nesnel ve katı niteliklerini vurgulama ve akademik yorum ile sıradan okumanın zevkleri arasındaki farkları vurgulama ihtiyacı hissettiler. Son birkaç on yılda beşerî bilimlerde ve sosyal bilimlerde "duygusal bir dönüş" oldu; böylece, duygu hakkında konuşmak daha kabul edilebilir bir hâle geldi. Ve şimdi, akıl ve duygunun karşıt olmaktan ziyade birbiriyle yakından bağlantılı olduğu giderek daha fazla kabul ediliyor. Kendi çalışmamda bu kavrayışı iletmek için "düşünme-hissetme" (thinking-feeling) süreçleri ifadesini kullandım. Bununla birlikte, edebiyat eleştirmenlerinin yoruma odaklanma eğiliminde olduğu ve estetik deneyimin daha tarifsiz veya kavramsal olmayan yönleri hakkında çok daha az şey söylediği durum hâlâ geçerlidir.
Edebiyat Ne İşe Yarar'da, büyülenme/cezbedilme sorununu, Max Weber'in iddia ettiği gibi modernitenin büyünün bozulmasıyla eşanlamlı olup olmadığı şeklindeki daha geniş toplumsal soruyla ilişkili olduğu kadar okuyucu tepkisinin bir yönü olarak da -bir edebi eser tarafından büyülenme ya da mest olma duygusunu - araştırıyorum. Kapsamlı bir uyumlanma tartışmasında Hooked'daki ilgili sorulara dönüyorum. Uyumlanma ile, genellikle kategorize edilmesi, ifade edilmesi veya açıklanması zor olan bir sanat eserini "alma/anlamlandırma" deneyimini kastediyorum. Böyle bir uyumun sosyolojik teoriler tarafından yeterince açıklanamayacağını iddia ediyorum. Örneğin, Kazuo Ishiguro'nun herhangi bir romanı bana Pierre Bourdieu'nün terminolojisinden yararlanacak eşit miktarda "kültürel sermaye" verecektir. Yine de romanlarından bilhassa etkilenmeden bazı romanlarına hayran olabilirim. Bununla birlikte, Ishiguro'nun The Unconsoled'ını okumaya başladığımda, neredeyse iradem dışında, amansız bir şekilde içine çekildim ve kitabı bitirene kadar okumayı bırakamadım. Bu farkı nasıl değerlendireceğiz? Bir esere hayran olmak ile bir esere "bağlanmak" arasındaki fark nedir?
Modernite kavramından bahsettiniz. Bildiğiniz gibi Modernitenin Cinsiyeti'kitabınız Türkçe'ye yeni çevrildi. Kadın, toplumsal cinsiyet ve modernite ilişkilerine ilişkin görüşlerinizi bize özetler misiniz?
Bu kitabı, kadınların moderniteden dışlandığı veya moderniteyle çeliştiği görüşüne karşıt olarak yazdım- bu görüş muhafazakârlar kadar radikaller, feministler kadar anti-feministler tarafından da benimsendi. Modernitenin temel anlamda erkek tanımlı bir tarihsel süreç ve felsefi bir proje olduğu sıklıkla tartışılır. Örneğin, etkili sosyolojik teoriler modernliği, erkek proletaryaya veya erkeklikle ilişkili rasyonalizasyon süreçlerine odaklanan Marx veya Weber'den alınan fikirler açısından tanımlar. Modernite edebiyatı ve kültürü üzerine en etkili akademik çalışmalardan biri olan Marshall Berman'ın All That Melts to Air, Goethe'nin Faust'u ve Baudelaire'in Flaneur'ü modernitenin örnek kahramanları olarak sunulur. Bu argümanlar aslında yanlış değildir, ancak oldukça kısmidir. Kadınların -Berman ve bazı feministlerin inandığı gibi- moderniteye kurban edilen mağdurlar olmadığını, aynı zamanda modern dünyanın yapımında merkezi bir rol oynadıklarını savunuyorum. Bu süreci yeterince tanımlamak için moderniteyi yeniden tanımlamamız ve onun edebi ve kültürel boyutlarına daha fazla dikkat etmemiz gerekiyor.
Bu nedenle, örneğin, kitabım, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında en çok satan İngiliz romancı Marie Corelli'deki "popüler yüce"nin temsiline büyük önem veriyor; Fransız kadın dekadan yazar Rachilde'nin edebi deneylerine; kadın haklarını savunmak için modern bir devrim ve evrim dilinden yararlanan İngiliz süfrajetlerine; tüketimin ve büyük mağazanın -ve onun kadın müşterilerinin- modern dünyanın oluşumundaki merkeziliğine bakıyorum. Ayrıca, bohem erkek yazarlardan oluşan bir grubun -Huysmans, Sacher-Masoch, Wilde- burjuva erkeklik normlarına karşı bir protestoyu dile getirirken nasıl kadınsılık ile özdeşleştiğini de düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet hakkındaki fikirler, toplumsal cinsiyet metaforları, toplumsal cinsiyet pratikleri, herkesin modern dünya deneyiminin merkezinde yer alır. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan soruların çoğu bugün de ilgi görmeye devam ediyor.
Modern dünyayı genellikle kamusal ve özel alanlar arasındaki bir karşıtlık olarak düşünürüz; kamusal alan modern olarak görülürken, sözde özel alan modernitenin dışında görülmektedir. Yine de annelik ve aile ile ilgili fikirler, yemek pişirme ve ev işleri, ev dekorasyonu, alışveriş ve çocuk yetiştirme pratikleri, modern hayatın değişen biçimlerinden derinden etkilenir. İlgili bir endişe, gelenek ve modernite arasındaki karşıtlık ve kadınların geleneğin tarafında yer almasıdır. Batı'yı "iyi yeni" ile ve dünyanın geri kalanını "kötü eski" ile ilişkilendiren bu karşıtlık, elbette postkolonyal bilim adamları tarafından baştan aşağı eleştirildi ve şu anda yazmakta olduğum çağdaş Alman eleştirel teorisyenleri (Axel Honneth, Hartmut Rosa, Rahel Jaeggi) kitabıyla da oldukça alâkalı. Kısacası, modernite fikri, apaçık bir gerçekliğin tanımından ziyade oldukça tartışmalı bir kavramdır.