‘Doğunun yedinci oğlu’ ya da erken bir paralaks...

ÖMER ERDEM
Abone Ol

‘Geçmişe dönmek azap verici benim için’ diyordu. Hele şiir söz konusu olduğunda daha bir yükseliyordu bu çekinikliği.

Sezai Karakoç şiiri üzerine master tezi hazırlıyordum. Aslında yüksek lisans dersleri boyunca böylesi bir niyetim yoktu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, henüz yaşayan yazarlara açılmamıştı bu konuda. Doktora öncesinde eski yazıya yoğunlaşılması ve esaslı bir temel edinilmesi önde tutuluyordu. Belki de bölüm bu yoldan güvenle sapmak ve yeni açılımı benimle de yapmayı düşünerek önemli bir karar almıştı. Ben de hevesle ve heyecanla çalışmaya başladım. Diriliş’i ve Sezai Karakoç’u mümkün olan en uygun yöntemle araştırmak sonra da özgün sonuçlara varmam gerekecekti. Zaman zaman şairin kendisine bu uğurda yönelttiğim sorular oluyor fakat tatmin edici yanıtlar alamıyordum. ‘Geçmişe dönmek azap verici benim için’ diyordu. Hele şiir söz konusu olduğunda daha bir yükseliyordu bu çekinikliği. Benim ısrarım bazen kendisini bunaltmış olabilirdi. Ya da ‘Diriliş’in düşünce yönüyle değil edebiyat yönüyle daha çok bilinmesine karşı tutum geliştiriyordu. Ben kendisini edebiyatın ve yüksek şiirin koparılamaz bir büyük parçası görüyordum elbette. Henüz çok derinlikli ve çaplı bağlamlar kuramasam da niyetliydim ve edebiyatta ısrar ediyordum. Cemal Süreya’nın vefatı üzerine sorduğum bazı sorular üzerine ‘sen niye bu kadar Cemal Süreya’ ile ilgileniyorsun ki? Niye bir ölüm seni bu denli ilgilendiriyor ki? Diriliş bir edebiyat, şiir hareketi’ değil diye çıkışmıştı bana. Sezai Karakoç bir yandan olağanüstü derecede mütevazıyken şüpheciliğinin kabarttığı yerlerde aşılmaz bir duvar örebilirdi. Zaman zaman kendi aramızda kamuoyu yoklaması yapar tek tek görüşlerimizi sorma yüceliğini gösterirdi. Ben mizacım kadar tecrübesizliğimin etkisiyle tam ne düşünürsem onu söylemeye çalışırdım. O şahane tebessümü ile güler, tatlı tatlı ‘itiraz, itiraz zaten bu Konya da imparatorluğa hep muhalif olmuştur’ derdi. Benim Konya’lı oluşumu bir yandan sever bir yandan da ince ince hicvederdi. Ona göre bizim de yaşadığımız atomik anlar tarihin birer tekrar eden hücresi gibiydi. Evet itirazcı ve kolay ikna olmayan, ısrarcı bir yanım vardı. Bilgilerim kadar tecrübelerim de yetersiz olabilirdi, fakat Diriliş ve Karakoç benim için duygu ötesi köklerinin nereye kadar uzandığını bilmediğim çok doğal bir oluştu.

Diriliş’in son döneminde, haftalık periyotla çıkışı aksamaya başlamıştı. ‘Günlük gazeteye dönmemiz gerekir’ diye bir karar bildirdi. Fakat yanında bulunduğumuz için bize de ne düşündüğümüzü soruyordu. Çıkış öncesinde de, bizim veya benim tecrübesizliğimi göz önünde tutmadan, ne kadar basalım diye sormuştu. Sanırım 2.000’in üstünde basıyorduk dergiyi ve yarıdan çoğu iade oluyordu. Bir süre sonra Üretmen Han 413 nolu odanın önce dışına sonra da koridor boyunca Diriliş balyaları sıralanmaya başladı. Yere göğe sığdırılamayan Dirilişler handa fiziki bir mesele olmaya başladı. En sonunda da binlerce Diriliş nüshası kıyma kağıt olarak çöp oldu. Kimsenin de yüreği sızlamadı. Belki de ben bu bilgiden dolayı sıra bana geldiğinde biraz da haddimi aşarak ‘bir kaç soru sorabilir miyim?’ dedim. Elbette dedi. ‘Gazete kaç sayfa olacak, fiyat ne konulacak, haberler nasıl sağlanacak ve içimizde gazeteci olan var mı?’. ‘Tek yaprak olacak, o günkü büyük gazetelerin fiyatı ne ise o kadar olacak, UBA ve AA’na abone olunacak, gazetici olarak bizler yetişeceğiz… Ben biraz daha ileri gittim mevcut haftalık dergiyi biraz aktüelleştirmeyi denemenin daha uygun bir yol olabileceğini söyledim. Çünkü dedim tek yaprak bir gazeteyi kimse gazete diye mevcut gazete fiyatlarını bile bile almaz. UBA ve AA üzerinden habercilik yapılmaz.’ ‘Sen Diriliş’i küçümsüyorsun!’ dedi. Şüphesiz böyle durumlarda hayırlısı olsun bize vereceğiniz görevi elimden geldiğince yerine getireceğim demem gerekirdi de… Hayat öyle akmaz.

Belki de şiir üzerine sorduğum sorular karşısında geri durmasında böylesi anların da tesiri vardır. Fakat, Turan Karataş, Orhan Okay’ın takibinde doktora tezi hazırlarken çok yardımcı olduğunu gözlemlemiştik. Günlerce evden belge taşımıştı. Sonunda bu tez tamamlandı. O zamanlar Kaknüs Yayınları’nı yöneten Muhammet Çiftçi ile vapurda karşılaşmıştık. Tezin kitap olarak basılacağını ama isim aradıklarını söyledi. ‘Bize bir isim önerir misiniz?’ diye sorunca, tereddütsüz ‘Doğunun Yedinci Oğlu’ dedim. Muhammet Çiftçi bu ismi not aldı ve sonra da kitap bu isimle basılmakla kalmadı adeta Sezai Karakoç için bir sıfata dönüştü. Bugünün gözüyle baktığımda fazla heyecanlı ve yanlış bir isimlendirme olduğunu düşünüyorum. Lakin olan olmuştu. Bütün bunlara sebep Masal şiiri olabilir miydi?

Her şeyden önce bu şiir türlü problematiklerle örülüdür ve Batı’nın mutlak galibiyeti karşısında gömülmeyi tercih eden bir ruh içerir. Oysa ‘Diriliş’ gömülmekle değil ayakta/ hayatta kalmakla ilgilidir. İçten içe devleti bir baba olarak duyurmasıyla da zayıftır çünkü simgesel doğruluk tarihsel gerçekle örtüşmez. Yeni nesil tarihçiler, bu şiirde imlenen Osmanlı’nın baskın karakterinin ‘batılı’olmak olduğunu özellikle söylerler. Oğul tüketmek bir devlet geleneğidir ve yeterince irdelenmemiştir ki gerektiğinde kırk yaşındaki oğul bile şehzadeliğine bakılmadan yok edilebilir. Masal formu bizi gerçeğin dışına çıkarıp hayal gücünün imkanlarıyla yüzdürmeye yeltense de tarihsel gerçekliğin yakın ısısı karşısında etkisiz kalır.

Ayrıca, Batı ile ilk teması kuran babanın kendisidir. Diyar-Rum, Cemal Kafadar’ın kitap çapında tartıştığı gibi etkenden Osmanlı zihniyet dünyasının içinde mayalanmıştır. Şiirin ilk bölümü biraz 28. Mehmet Çelebinin Avrupa Sefaretnamesini çağrıştırsa da oğulların arka arkaya yenilgisi ve zayıflığı babaya doğru hiç tartılmaz. Baba, bir yönden devlet, sanki masum ve kutsal kabul edilir inceden. Yedinci oğul psikolojik bakımdan üstün getirilmeye çalışılsa da şiirsel dil bakımından içeriği gevşektir. Savunma psikolojisi ağır basar. Oysa Karakoç ne kişiliğiyle ne eserleriyle böyle bir tipoloji olmadığı için bu isimlendirme yerinde değildir.

Belki de şair özne ve yedinci oğul içte hiç birleşmedi. Bunu bilmiyoruz fakat eldeki veriler bu birleştirmeye yeterli değil. Henüz yirmili yaşların ortasında bulduğum bu isimlendirme hem yayıncı hem yazar ( itiraz ermediyse) hem de kitle tarafından yeterince tartılmamış gözüküyor. Doğulu olmak yer yer parlatılıp işaretlense, övülüp yüceltilse de yaygın anlamı bakımından Sezai Karakoç’u tam karşılamaz. Zaten bu şiir boyunca doğu ve batı birer karşıtlık olarak kurulur inanç ve ideoloji yönünden. ‘Doğu ne batı ne/ Suare ve matine’ mısralarını yazmış bir şairin zamanla yaşadığı bir zihinsel keskinleşme midir bu? Çünkü Karakoç, serbest duyuşun sörfüyle suare ve matine dedikten sonra ‘Sarı Saltuk Ahi Evran çalımlı bir kiraz’ mısraını bulabilen bir özgünlüğe sahiptir. Ahmet Yaşar Ocak, kült kitabı Sarı Saltuk’un batı macerasını bütün cepheleriyle araştırırken, doğunun batıyla bir olma hikayesini de çatar. Ahi Evran ise, Diyar-ı Rum’da kalarak bu yolculuğa göz kırpar. ‘Akşam kente bir Meryem gibi girer’ mısraını yazma duyarlığına sahip bir şair Meryem’i doğunun ve batının çerçevesinin dışına çıkarır. Zaten Karakoç’u özgün kılan zihinsel bağlamda yakın gösterildiği söylemlerin dışında, siper karanlığına kolayca yatmaması değil midir? Batının ne olduğunu ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiirinde evrensel bir uzama taşıyan, ‘Liliyar’ şiirinde batı mahsulü bir filmden evrensel bir kurgu yaratan mizaç burada saplanıp kalabilir mi?

Sezai Karakoç’un mütevazılıklarla örülmüş günlük yaşantısı da aslında her tür keskin ötekileştirmenin dışındadır. Onun hayata ve insana nasıl dikkatle baktığını her tür canlıya karşı içinin titrediğine çokça şahitlik ettim. O ki ‘kim verecek kedilere trafik bilgilerini’diye yazarken zaman zaman keşke vaktiyle Anadolu’yu gezdiği gibi bizzat Batıyı görseydi diyorum. Buna Doğuyu da ekleyerek söylüyorum. Çokça hayalle kavranan şeyler gerçekle yoğrulduğunda aynı sonuçlara çıksa bile dile dökülme yöntemi değişebilirdi diye düşünüyorum.

Avrupalı aydınların özellikle 19. yy’dan 20.yy’ doğru kayarken doğudan batıya dünyayı dolaşabilmelerinin sanat ve düşünce ufuklarında açtığı yeniliği düşündüğümüzde büyük bir yoksulluk yaşadığımız görülecektir. Batılılaşmayı sadece olumsuz bir refleks değil tarih fayının iteklemesiyle oluşmuş doğal bir süreç olduğunu kabul etmeden çok şey masal olmaya devam edecek gibi. Bu bakımdan Karakoç’un Masal şiiri eksik bir batılılaşma tarihi okumasının çarpıcı fakat düşünmeye elverişli bir kaynağı diye değerlendirmeye uygun.

Sürecek...