Devletin anası roman sanatının babası mı?

ÖMER ERDEM
Abone Ol

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın ilk ‘basılmış’ romanımız olduğu konusunda herkes fikir birliği içindedir. Ben bilerek ‘yazılmış’ değil ‘basılmış’ kelimesini tercih ettim çünkü teorik olarak bu ihtimal hâlâ mevcuttur. Belki, Şemseddin Sami’den önce birileri denedi roman yazmayı fakat yayın fırsatı bulamadı.

E. H. Carr’ın “Tarih, tarihçilerin yazdığı şeydir.” yargısından hareket ettiğimizde, olgunun, olayın kendisi ile onun yazıya, tarihe geçirilişi arasında hep bir açıklık var olacaktır. Tarihçi, edebiyat tarihçisi de dâhil, olan ile olması mümkün bulunan arasındaki gri alanı hep sorularla uyanık tutmak zorundadır. Bununla beraber, Tanzimat’la başlayan yeni dönemde edebiyatın kurucu metni olma rolünü adım adım roman üstlenir. Roman, tarihin özünü yüklenmeye soyun(durul)ur. Osmanlı çağı ise tamamıyla şiirdir âdeta ve kendi içinde pek çok estetik ve düşünsel bileşeni içermekle kalmaz bir toplumun tarih içindeki uzun yürüyüşünün esas vasfı da olur. 13. yy. içinden, Türkçe yazmasa bile, Mevlana’nın “Burası Rum ülkesi, buranın dili şiirdir.” demesi anlamlıdır. Zaten, Hacı Bektaş, Eşrefoğlu Rumi, Yunus Emre şiirle vardırlar. Şeyh Galip ile kapanan var edici yaratıcı hamleler, Namık Kemal’in haksız fakat sarsıcı tutumuyla iyice hırpalanarak karşılar yeni çağı. Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galip gibi şeklen tam fakat ruhen zayıf eski edebiyat temsilcileri Muallim Naci gibi kuru bir mukallitin elinde iyiden iyiye sönecektir. Her ne kadar roman hamlesi, gazeteyi bir kürsü gibi kullanmaya başlayan Şinasi’den beklense bile, Şair Evlenmesi gibi kısır bir tiyatro eseri derecesinden kurtulamaz o. Namık Kemal’in hevesi ise yeterli gelmeyecek, romanın başlaması için biraz süre gerekecektir. Tiyatro ve romanın ‘aktivist’liği yeniden tartışılmalıdır bu dönemde.

Roman tarihi üzerine çalışanlar, onun kapitalizmle yaşadığı paralel etkileşimi özellikle dillendirirler. Yeni sosyal ve ekonomik sınıflar romanda karşılık bulmaya başlar Batı’da. Kısaca romanın tarihi; Batı’daki ekonomik ve sömürgeci düzenin, şehirleşme ile birlikte yaşadığı sürece bağlıdır. Doğal bir gelişmedir bu. Bizde ise böylesi bir süreç yaşanmadığı hâlde Batılılaşma kaçınılmaz şekilde içimize sokulduğu için roman, daha dolaylı bir yol izler. Başlangıçta doğrudan tercümelerin değil adaptasyonların görülmesi hiç sebepsiz değildir.

Açıkçası Halid Ziya Uşaklıgil’e gelinceye kadar Türk yazarları, roman cahilidirler. Romanın oynadığı tarihsel rolü şeklen görmeye meyillidir Osmanlı entelektüeli. Birinci sınıf eserlerle temas kuramadıkları için de estetik terbiyeden mahrumdurlar. Devleti, milleti, tezli romanla, hatta kıssadan hisse tekniğiyle kurtarma hevesi hayli yaygındır yazılan kitaplarda. Ahmet Mithat gibi ‘girişimciler’ de dâhildir buna. Ne zaman ki Mai ve Siyah ortaya çıkar, romanın bir dil, üslup ve insan meselesi olduğu anlaşılır. Zaten modern çağ denilen de ‘dil, üslup ve insan’ meselesi değil midir? Mehmet Kaplan’ın “Romanımızın alacağı her halde Mai ve Siyah’ın payı olacaktır.” yorumu yerindedir. Mai ve Siyah, bir edebi ‘devlet’ olarak kendisini icat ederken, romanımızın da âdeta devletini çatar. Şöyle demek mümkündür sanki, devlet çökerken romanımız yükselir fakat devlet meselesi hiç gündemden düşmez. Her bir insan kendisini inşa ederken romana bir yönden bağlanır. İnsanın oluşu, romanda aranacak kadar mümkündür. Roman somuttur.

1984. Fakat bu G. Orwell’ın 1984’ü değil. Konya-Bozkır Lisesini yeni bitirmiş ve o vakitler iki basamaklı olan üniversite sınavının ilk eşiğini geçmiş, ikinci aşama için İstanbul yolundayım. Aslında bu dönüşsüz bir yolculuk. Bir daha geriye, ne olursa olsun dönülmeyecek. Aradan kırk yıl geçmiş bugünün hesabıyla. Konya Otogarı’ndayım. Cebime çok az bir harçlık konulmuş. Bu para neyin karşılığı, meçhul. Her şey meçhul aslında. Açık metin gibi. Kelimeler açıkta. Bir insan kurulacak ama ne ile ve nasıl, o da meçhul. Dinmez meraklarım var. Kitap, gördüğüm zaman kanımı kaynatan baş varlık. Bozkır’dan kalkan otobüs mola vermiş. Birazdan İstanbul’a hareket edecek. Etrafı geziniyorum. Şimdi yerinde yeller esen o garın bir köşesinde büyük bir gazete bayii-kitapçı dükkânı var. O ne? Vitrinde adını bilmediğim bir yazarın kitabı bana göz kırpıyor. Devlet Ana. Açık süt kahverengisi kapağını bir tuğ detayı süslüyor. Alıyorum. Kallavi bir kitap. 800 lira etiketi var. Bu cebimdeki paranın neredeyse dörtte biri. Birinci Bölüm: Kancık Vuruş, diye başlıyor. Ellerim terliyor. Kitap çekici. Para yok derecesinde. Tereddütsüz alıyorum. Bugüne kadar yaptığım gibi bir şeye karar vermenin heyecanı hep bana daha çekici geliyor. Kitap sayfa sayfa okudukça azalırken ben İstanbul’a yaklaşıyorum. Âdeta bir geleceğe onunla kuruluyorum. Şahsi kütüphanemin ilk kitabı Devlet Ana oluyor. Biyolojik olarak baba geride kalırken ben kendi kendimin babası olabilecek miyim?

Henüz liseyi bitirmiş bir genç için fazla cüretli hatta iddialı buluyorum kitaba sarılışımı. Kitap olmazsa toz olup dağılacağımı hissediyorum inceden inceye. İnat ediyorum. Vakit geçirmeden, Devlet Ana kadar Kemal Tahir’i de araştırıyorum. Yıllar sonra, Bağlam Yayınları vasıtasıyla okurla buluşan ‘Roman Notları’nı okudukça, bir ‘devletin’ kolay kurulamayacağını, romancının bir emekçi misali çalışması gerektiğini fark ediyorum. Dos Passos’dan mülhem “Roman kıstırılmış insanın dramıdır.” sözüne bağlanan Kemal Tahir, Devlet Ana başta olmak üzere neredeyse bütün eserlerinde bu yolu izliyor. Teze göre insanı şekillendirmeye değil, insanın şekillendirdiği teze yöneliyor. Modern roman hamleleriyle, tez, bir kitabı büyütmeye yetmiyor bugün. Dil, üslup ve kurgu öne çıkıyor. Fakat Türkiye’de romanın ne olduğu/ olacağı onun kendisiyle de bitişik hep. Yaban, Kiralık Konak, Çalıkuşu, Ateşten Gömlek devlet (veya rejim) olmasa nedir sonuçta? Kemal Tahir de bu bilinçte. ‘Devlet Ana’ isimlendirmesi sebepsiz değil.

1960 sonrasında dünyada olup bitenlere koşut yeni arayış ve tartışmalar alevleniyor ülkemizde. Bir türlü bağımsız ve güçlü olmasına ‘devlet’ razı olmuyor aydının. Kurucu, yaratıcı kim varsa ya sürgün ya kavgalı devletle. Ya da ‘zoraki diplomat’. Aydınlar, edebiyatçılar kendi aralarında tartışıyorlar yine de. Biz kimiz? Nereden geldik? Ne olmak istiyoruz? Bir yanda ikilik bir yanda dilemma. ATÜT tezine bağlı kalarak Kemal Tahir, Osmanlı’ya, yok saymadan eleştirel yöntemle bakmaktan yana. Geçmişe dönmek geleceği kurmanın yakıtı. Yorgun Savaşçı, Kelleci Memed, Büyük Mal, Yol Ayrımı, Rahmet Yolları Kesti gibi eserlerde bir yandan Cumhuriyet bir yandan Anadolu’ya bakış. Hinlik, gazetecilik, sorguculuk iç içe ve Devlet Ana, bir tez. Osmanlıyı kuran bileşenleri, savaş ve kahramanlık nidasının dışına çıkarmayı hedefliyor. Tarihe uygunluk veya sadakatten öte, ne demek tarihe uygunluk ve sadakat? Henüz yeni nesil tarihçiler de yok ortalıkta. Braudel benzeri ilim adamları yaygın değil. Köprülü bir yana, Ömer Lütfi Barkan, Sabri Ülgener yalnız. Mustafa Akdağ yavaş yavaş belirecek. Romancı, tarihçi gibi aynı zamanda. Tanzimat’la başlayan fakat bir türlü çatılamayan ve aktıkça akan devlet çatısını yapmak ve toplumu ıslanmaktan korumak. Yine tezli. Yine iddialı. Estetik yine çetin mesele.

Konya Otogarı’nda kavuştuğum Devlet Ana, kendi çizgisinde bana bir edebiyat ve düşünme vasatı kazandırıyor. Onun altında kalan her eser ve düşünce çöp nezdimde. Bu insan tekine inmiş hücresel bir değer mi? Tartışmaya açık. İktisat tarihçilerini takibe almam, usanmaz bir tarih okuru kesilmem, fakat olaylardan çok sebeplere, neden sonuç ilişkilerine odaklanmam kesin bundan. Tarık Buğra’nın başka kapıdan girip ‘Osmancık’ı çatması ilgimin içinde olsa bile, takip mesafesine özen göstermem de bundan. Carr’dan mülhem, ‘tarih edebiyatçıların yazdığı şeydir’ olma tuzağına düşebilir çünkü insan. Cemal Kafadar’ın temellendireceği “Kim varmış biz burada yoğiken.” yaklaşımını büyüteç gibi kullanıyorum. Diyar-ı Rum yorumları, Osman Gazi’nin yabancı askerleri, kısacası toprak, iktidar, oluş hikâyeleri, edebiyatın çok bakışlı estetiği ile yürümeden hiçbir şeyden tam ikna olmamayı Devlet Ana ile başlamış olmamla irtibatlandırışım anlamsız değil. Kendi tarihim buna kayıt, delil.

Bugün, Devlet Ana, modern edebiyatın kıstaslarına vurulduğunda zaaflarla çevrili bir eser olmaktan kurtulamaz. Fakat hangi kahraman girdiği büyük savaştan derin yara almadan kurtulabilir ki? Devlet Ana, ileride açtığı veya açabileceği çığır ile değil, ilk adımı atma cesaretiyle öncü kitaplardan biridir. Türkiye’de sanatın tek tek insanlar eliyle yükseliş hamleleri yazık ki toplumdan saklanıp, meyveleri esirgenmiştir. Türkiye’nin eski-yeni karşıtlığı, çatışması kolaycılığına kolaylıkla düştüğü ve popüler olanın çürük sularıyla beslenmekten geri durmadığı zamanlarda, aslında ‘ne olduğu’nun değil ‘ne olabilir’in tartışılmasına el verdiği için Kemal Tahir ve eserini akılda tutmak gerekiyor. Binlerce sayfa tutan, roman, edebiyat notları ve daha nicesi, bir insan ömrü kadar emeğinde bir toplumun yoğunlaşma kapasitesini gösterir. ‘Tahirilerin’ Türkiye entelektüel hayatına kattıkları renk, kabul ve ret yaklaşımın ötesinde ortak tecrübenin mührü olarak görülmelidir.

Mai ve Siyah roman türünün kurucu/ kurtarıcı olma öncülüğünü elinde tutmakla beraber, Devlet Ana’nın estetik ölçütlerle ve dilsel atılımlarla olmasa bile, tarihin bir edebiyat metninde beklenmedik biçimde canlandırılmak istenmesi bugün de tarihi değerde görülmelidir. Huzur, Aylak Adam, Tutunamayanlar, Bir Düğün Gecesi gibi eserler, kendi kâinatlarında belki Mai ve Siyah sülbüne daha yakındırlar. Fakat Devlet Ana, romanda sıklıkla anıldığı gibi Bitinya (Uludağ, Keşiş Dağı) gibi daima yerini korumaktadır. Anadolu (Anadoluculuk) bir kır, bir folklor hatta antikite değil, tarih meselesidir çünkü.