Cumaya gittim dönücem

ARDA AREL
Abone Ol

Robinson adaya düştüğünde henüz modern ve Pozitivist düşüncenin Avrupa’da roman türünü etkisi altına almasına iki asırdan biraz az var; Robinson’un Tanrı’yı bulmasına adada yalnız geçireceği birkaç mevsim; kendi inancıyla enaniyetinin şişmesine ise 24 sene; Anglikan Kilisesi’nin Defoe’yi riyakâr ilân etmesine ise 600 sayfa ne kadar sürede okunursa o kadar…

KİM YAZDI?

Kimi eserler tarihin hakkaniyetli sınavından öyle kuvvetli geçmiş ve öyle kültleşmişlerdir ki zamanla yazarını gölgede bırakmışlardır. İşte isminin birçoklarınca ezberlenmiş oluşuna rağmen kendi eserinin gölgesinde kalmışlardan biridir, Daniel Defoe. Üstelik kısa insan ömrüne dünyada neredeyse adını işitmeyen kimsenin kalmadığı bir romanı kaleme almanın fazlasını sığdırmıştır. Defoe, eylemin kelime olarak hakiki manada anlamına kavuşmadığı yıllarda bir eylem insanıydı. Çok kez siyasi mücadeleler verdi, farklı gruplarla defalarca ismi anıldı. Hatta hakkında Osmanlı’nın ajanıydı diyenler –ya da tam tersine bir İngiliz ajanıydı diyenler- bile mevcut. Bütün bu ününe rağmen belki üç asır önce yaşamış oluşundan, belki de tarihi her defasında kazananlarca yazılıyor oluşundan bugün hakkında kesin olan bir bilgiye sahip değiliz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki henüz romanın bile ne olduğu üzerine kimsenin bir fikri yokken; o, türün belki de yüz yıllar boyunca en çok konuşulacak, üzerine filmler çekilecek, karikatürler çizilecek, konusu bile binlerce kez başka kalemlerce kullanılacak bir örneğini vermişti.

NE YAZDI?

Hangi kitap olabilir ki bahsettiğimiz, tabii ki Robinson Crusoe… Alman asıllı, orta halli bir ailenin çocuğu olan Robinson, babasının tüm itirazlarına rağmen dünyayı görme hayalinin peşinden bir yolculuğa çıkar. Sonraları çoğu kez pişman olacağı, olgunlaşacağı ve nihayetinde inancını bulacağı serüveni onu korsanlar tarafından kurtarılana kadar üzerinde 24 senesi yalnız olmak üzere tam 28 yıl yaşayacağı adaya atacaktır. Esasen romanın hikâyesinin o dönem ismi Mas a Tierra olan adada -ki adanın şimdi adı Robinson Crusoe adasıdır- 4 sene tek başına hayatta kalan İskoç denizci Alexander Selcraig’den ve 12. asırın büyük kalemlerinden Endülüslü İbn-i Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ından - 9. asırda İbn Sina ilk defa kaleme alıyor- esinlendiği düşünülmektedir desek az kaçar; neredeyse barizdir.

NASIL YAZDI?

Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe’yi nasıl bir düşünce sistemiyle kaleme aldığına eğilirsek, o dönem Batı’da hâlâ trend olan kilise kültlerinden ciddi manada etkilenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Hatta Defoe, yer yer yazar gömleğinin üstüne kuşkusuz vaiz hırkasını giymiş olacak ki sevgili Cuma’ya ilk tanıştıkları günden itibaren her gün pazarı yaşatıyor. Başka bir deyişle Robinson adaya düştüğünde henüz modern ve Pozitivist düşüncenin Avrupa’da roman türünü etkisi altına almasına iki asırdan biraz az var; Robinson’un tanrıyı bulmasına adada yalnız geçireceği birkaç mevsim; kendi inancıyla enaniyetinin şişmesine ise 24 sene; Anglikan klisesinin Defoe’yi riyakâr ilân etmesine ise 600 sayfa ne kadar sürede okunursa o kadar…

NEDEN YAZDI?

Belki gerçekten inandığı için yazdı, belki de politikada başaramamış olmanın getirdiği eylemci ruhunun sızısını kalemiyle bir nebze olsun dindirmek için… Böyle söylüyorum çünkü Robinson Crusoe, aynı zamanda Batı’nın sömürgeciliğini ve dönemin emperyal anlayışını bugünün insanları olan bizlere yansıtan bir ayna işlevinde. Her ne kadar roman İngilizlerin sömürge yarışındaki rakipleri hakkında atıp tutan bir dize siyasi fikirle dolu olsa da günümüzün post-modern dünyasında romana çok daha geniş bir perspektifle bakma ve dönemin tarafları arasında bir fark olmadığını görme imkânına sahibiz. Ya da kısacası, siz bir de Robinson’u Cuma’ya sorun.

NEREDE YAZDI?

Usta kalemin, eserini bir adada yazmadığını biliyoruz. Doğduğu şehir olan Londra’da hayata gözlerini yumdu ve yaşamı boyunca karakterlerinin aksine uzun bir seyahate çıkmadı. En azından ondan geriye, edebiyat tarihçilerinin not düştüğü, böyle bir anı yok. Düşününce onun seyahatlerini kitaplarıyla yaptığını görmemek için herhalde kör olmak gerekir. Böylesine dünyaya aç bir zihin en azından kendine alternatif bir gerçeklik oluşturmuş olacak hikâyelerini kurgulayabilsin. Belki gerçek mana da Pasifik’in serin sularına değmedi ayağı ama Mas a Tierra’nın kumlarına bastı ve Hay ile birlikte ıssız adada yaratılışı düşledi.

NE ZAMAN YAZDI?

Kitap ilk defa 1719 senesinin nisan ayında “Yorklu Bir Denizcinin Kendi Kaleminden Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması” ismiyle yayımlandı. Sanırım henüz kitap özeti icat edilmemişti yahut “başlık” mefhumunu Defoe çok yanlış anlamıştı. Kitabın patlaması ve dünya çapında büyük ilgi görmesi ise 19 yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşti. “Issız bir adaya düşsen yanına alacağın üç şey nedir” sorusunun dostlar arasında ciddi ciddi sorulmasına ise neredeyse ıssız bir adanın kalmadığı 20. yüzyılda başlanacaktı.

ROBİNSON CRUSOE’NİN KORSANLAR TARAFINDAN KURTARILMADAN ÖNCE 28 YILINI GEÇİRDİĞİ ADADAN KORSANLAR TARAFINDAN KURTARILDIKTAN SONRA KALEME ALDIĞI, GEÇMİŞİNE DAİR PEK ACIKLI İTİRAFLAR VE ESKİ YAŞAMINA DAİR HATIRINDA KALANLAR

Ben 1632 yılında York şehrinde iyi bir aileden doğdum. Ailem oranın yerlisi değildi. Babam önce Hull’da yerleşmiş, Bremenli bir yabancıydı. Hali vakti yerinde bir tüccar olan babam daha sonra ticareti bırakıp York’a yerleşmiş, şehrin önde gelen ailelerinden Robinsonlar’ın kızı olan annemle evlenmişti. Bu yüzden adım Robinson Kretznaer olmuştu. Ama İngiltere’deki kelimeleri çarpıtma alışkanlığından dolayı şimdi bize Crusoe diyorlar. Biz de benimsedik bu ismi. Zaten arkadaşlarım da beni böyle çağırıyorlar. İki ağabeyim vardı. Biri, bir zamanlar ünlü Albay Lockhart’ın kumandanlığını yaptığı Flanders Piyade Alayı’nda Yarbay idi. Ünlü Albay, Dunkirk yakınlarında İspanyollar’a karşı yapılan savaşta ölmüştü. Öteki ağabeyimin akıbetine gelince: Bu konuda bildiklerim, annemle babamın daha sonraları benim başıma gelenler hakkında bildiklerinden daha fazla değildi. Ailenin üçüncü oğlu olarak ticaretten hiç nasibim yoktu. Çocukluğumdan beri aklım bir karış havada, kafam abuk sabuk fikirlerle doluydu. Çok yaşlı olan babam bana enikonu iyi bir eğitim vermiş, mevcut okullardan alabileceğim düzeyde bilgiyle donatmıştı beni. Ve de hukukçu olmamı istiyordu. Ama benim aklım fikrim denizlerdeydi. Denize açılmak dışında hiçbir şey beni tatmin etmiyordu. Öylesine güçlüydü ki bu isteğim, ne babamın nasihatleri, ne annemin ve arkadaşlarımın ikna çabaları, yalvarıp yakarmaları kâr etti. Sanki kaderim beni sefil bir hayat yaşamaya mahkûm etmişti.