Çok da şe’apmamak lazım

MELİH TUĞTAĞ
Abone Ol

Hocanın takke vurgusu bana ilahiyatçı olmasam da “A-ha! Mesele bu ya! Bu konuyu çok ihmal ettik. Hanımların kıyafetleri üzerinden mütedeyyin bir söylem geliştirirken, biz erkekler, bu mütesettirlik bahsinde sınıfta kaldık” dedirtti. Ardına hafızamda Mehmet Akif’in anılarında geçen “Başı açık dolaşan erkeğin mahkemede şahitliği kabul edilmezdi” mevzuu açığa çıktı.

Geçenlerde, geçenlerde dediğim bayağı oluyor aslında; Nihayet Dergisi’nin Kasım 2015 sayısını inceliyordum. Dosya konusu çok ilgi çekiciydi: “Kamusal Alanda Müslüman Erkekler.”

3 soruda Melih Tuğtağ
Cins

Yazılar arasında dolaşırken İsmail Kara hocanın “Erkeklere de başörtüsü” serlevhalı yazısı daha başlığıyla dikkatimi çekmişti. İsmail Kara, yazıda başörtüsü yasaklarını protesto etmek için üniversite önünde başörtüsü takanlardan bahsediyordu. Erkek talebeler polislere “hadi bakalım, biz de başörtülüyüz, bizi de içeri sokmayın bakalım!” demiş ve bu mizahi eylem çok etkili olmuş. Hoca bu anısını anlattıktan sonra lafı benim asıl dikkatimi çeken noktaya getiriyordu: “Fakat benim o günün şartlarında dışa çıkamayan iç konuşmalarım başka taraflara kayıp gidiyordu. Biraz da sıkıntıdan, fazla bir şey yapamamaktan… Şöyle diyordum içimden: Namazda bile başına takke takmayı çoktan terk eden siz ilahiyatçı erkek talebeler, protesto için niye kendinize yakışır bir şekilde, sünnete, geleneklerimize uygun olarak başınızı kapatmıyorsunuz da “kadınlar gibi” örtünüyorsunuz?!

Namazda bile başına takke takmayı çoktan terk eden siz ilahiyatçı erkek talebeler, protesto için niye kendinize yakışır bir şekilde, sünnete, geleneklerimize uygun olarak başınızı kapatmıyorsunuz da “kadınlar gibi” örtünüyorsunuz?!

Erkek gibi kapanın, bakın bakalım sizi içeri alacaklar mı?! O gün bunu söylemenin yeri ve zamanı değildi elbette. Ayrıca kime söyleyecektim? Fakat daha önemli olan bunun o gün de bugün de anlatılmasının, anlaşılmasının imkânsız denecek kadar zorlaşmış olmasıdır. Köprülerin altından çok sular akmış, devirler değişmişti çünkü.” Yazıyı alıntıya yazdırdık gibi oldu, ama idare edin. Sadede geliyorum.

Hocanın takke vurgusu bana ilahiyatçı olmasam da “A-ha! Mesele bu ya! Bu konuyu çok ihmal ettik. Hanımların kıyafetleri üzerinden mütedeyyin bir söylem geliştirirken, biz erkekler, bu mütesettirlik bahsinde sınıfta kaldık” dedirtti. Ardına hafızamda Mehmet Akif’in anılarında geçen “Başı açık dolaşan erkeğin mahkemede şahitliği kabul edilmezdi” mevzuu açığa çıktı. Takke gerçekten modern dünyada ya hayatımızdan çıkarttığımız, ya da ceket iç cebine hapsettiğimiz bir şeye dönüştü.

Bu kadar veri bir araya geldiğinde aksiyon kaçınılmazdır. Normalde özel mekânlarda ya da sadece namazda kullandığım çok sıradan olan, eskilerin “terlik” dediği cinsten bez takkemi evden çıkarken kafama taktım. Kendim için çok iyi, ama başka kimseyi ilgilendirmeyecek bir iş yaptığımı düşünüyordum. Adımımı dışarı atmamla beraber acayiplikler ardı ardına geldi. Önce normalde her gün görüp, hiç selam vermeyen amcalar, sanki daha önce darkside’daymışım da, onların safına yeni geçmişim gibi bir hoş geldin edasıyla ardı ardına mutlak bir kabulle selam vermeye başladı.

Ardından çok kısa bir mesafeyi minibüsle gidecektim. Minibüse bindim. Üç dakikada üç kişi fetva sordu. En son ablanın biri çantasının kancasına taktığı parmağını gösterdi. Derisi hafif kalkmış, kanamak üzereydi. “evladım sen bilirsin, abdestim bozulmuş mudur?” dedi. Haydaaaa. Bende daha önce Allah’ın nuru, mümin enerjisi yoktu da bir basit takkeyle mi geldi? Bu imaj Müslümanlığı, imajsız Müslümanın Müslüman kabul edilmemesi gibi meseleler başka bir yazının konusunu. İşin o kısmına şimdi çok değinmeyeceğim.

Fetva soranlar ve hoş geldin selamı verenlerin dışındakiler de tip tip bakmakla yetindiler. Yanımdan saçına fönle modern heykel yapmış bir çocuk geçti kimse ona bakmadı. Biri saçını kızılın “merhaba, üniversiteye yeni başladım” tonuna, diğeri ise maviye boyamış iki kız geçti, onlara da kimse bakmadı.

Fakat herkes istisnasız dönüp bana baktı. Fermuarımı falan kontrol ettim. Yok, kapalıydı. Acaba dedim, üzerime bir şey falan mı döküldü? Yooo temizdim. Her zamankinden farklı bir şey mi giyinmiştim? O da yok.

Sıradan bir takkenin bu kadar dikkat çekmiş olmasına inanmak istemiyordum, ama el mahkûm.

Sonucu kabullendim. Gideceğim yere gittim, eve döndüm. Bir daha da dışarıda takke takmam diyecek oldum, fakat yazıdaki vurgu hala aklımdaydı. Bir çözüm yolu bulmalıydım. İnsanlar üzerinde olduğumdan öte bir imaj oluşturmayacak, beni âlim, arif, hoca gibi zanlardan kurtarıp baskı altına almayacak bir çözüm bulmalıydım. Ve buldum da.

Bir yüncüye gittim. “akıllı ip” dedikleri rengarenk iplerden alıp, rengarenk takkeler ördürdüm. Niyetim öyle saçma dursunlar ki, kimse beni ciddiye almasındı. Bu yaptığımın bir aşırılık olduğunun farkındaydım. Belki dikkat çeker, tepki alırım, ama en azından taktığım bir şeyin nefsimin yangınına körükle gitmesini engellemiş olurdum, diye düşündüm. Birisi yeşil ve kahve tonlarında alacalı bulacalı, diğeri sarı, turuncu, kahverengi ve yeşilden oluşan 2 tane takkem oldu. Bir cesaret dışarı çıktım. Gelecek tepkilere hazırdım. Kimse bakmadı. Bir kişi de dönüp “ne koydun la kafana?” demedi.

Ya hu daha birkaç gün önce “normal” ve “sıradan” bir takkeyle gezdiğimde dikkat çekmişti. Şimdi “aşırı” ve “sıra dışı” bir takkeyle dolaşınca neden dikkat çekmemişti?

El-cevap: Çünkü sıra dışılıklar bizim için sıradanlaştı. Aşırılıklar norm haline dönüştü. Sıradanlık bir özür ve anomali oldu. Birkaç örnekle bu savımızı desteklemeye çalışalım.

Evlilik programları mesela. Nostalji tuzağına düşmeden seviye belirtmek için geçmişe dönüp bakalım. Bir zamanların evlendirme programlarına en yakın sistemi “çöpçatan teyze katalogu”ydu. Mahallenin çöpçatan teyzeleri bekar gençleri boyu boyuna, huyu huyuna, meşrebi meşrebine, kesesi kesesine, hülasa, dengi dengine eşleştirip, aileleri ile iletişimi sağlayıp yuva kurardı.

Fetva soranlar ve hoş geldin selamı verenlerin dışındakiler de tip tip bakmakla yetindiler.

Sonra bunun ilk ekrana taşınma örnekleri arasında Sobe/saklambaç/paravan programlarıydı. Birkaç soru sorulur, küçük flörtöz espriler yapılır, sonra seçen seçtiği seçer, olaysız dağılınırdı. Biz sonrasını bilmezdik, evlilik gibi kutsal bir müessese de bu işe alet edilmezdi. Zaten o programlara katılanlar da kendi söylemlerinden anlaşıldığı üzre, klasik Müslüman Türk aile yapısından uzak kişilerdi.

Taliplerini arayan kişilerin kendini ekrana atması hem bizim klasik aile düzenimize, hem de edebe mugayir bir şey. Yani bir aşırılık ve bir sıradışılık.

Bunlar türlü tepkilere rağmen başladı ve varlıklarını sürdürdü. İlk başlarda, bu programlara katılanlar hep “bir başkası”ydı. Tanımadığımız, tanıma ihtimalimizin olmadığı, bizden uzak kişilerdi. Bu aşırılık biçimi ekranda durduğu sürece, normalleşti. Bugün bu programlara katılıp kendini vitrine koyanlara baktığımızda komşumuz, yeğenimiz, eski sınıf arkadaşımız çıkmaları gayet muhtemel. Ya da ailecek insanların utanmadan bu programları izlemeleri, evde annesi ile kızının televizyonda gördükleri yabancıların teşhir edilmiş ilişkileri hakkında gevşek gevşek yorumlar yapmaları sıradanlaşan aşırılıkların eseri. Bu süreç flörtün aile nezdinde normalleşmesi ile de denk düşer. Ki bu da bir sıradanlaşan aşırılıktır. Bunların bizi sürüklediği ahlaki çöküntü, hepimizin malumu.

***

Nerede bir aşırılık varsa, orada onu sündürüp sıradanlaştırmak için elinde tuzla koşan bir Ayşe Arman vardır. Vakti zamanında patlasın da olay çıksın diye, elinde iğne ile toplumsal baloncuklarımızı dürttüğü bir sosyal deney yapmıştı. Çarşafla Nişantaşı’na, mini etekle Fatih Çarşamba’ya gitmişti. Fakirin fikri, insanların kendi meşreplerine, isteklerine ve tarzlarına göre gettolarını oluşturma izninin olduğu yönündedir. Çünkü bu tip istekler uç grupların işidir. Ve bize onlara özel bir yaşam alanı tanımak, onlara saygı göstermek düşer.

  • Ayşe Arman’ın bu deneyi ve onu bu deneyi yapmaya iten “her yerde olmalıyız”, “herkes her yerde olmalı” fikri o kadar söylenir oldu ki, bugün “hayat tarzımıza müdahale ediyorlar”, “Türkiye Arabistan olmuş”, “Şeriat geldi ayol. Kafamızı kesecekler.” gibi laflar çok söylenir oldu.

Ya da lüks barlarla aynı sırada, en az onlar kadar pahalı ve lüks olan bir “muhafazakar kafe”nin ortaya çıkışı bu tip bir sıradanlaşan aşırılığın eseridir. Hâlbuki “birlikte yaşama kültürü” bu demek değildir. Müslüman mimarisindeki ev ve komşuluk yapısı bunun tanımını yapar: Duvarların içinde kalan kısımda herkes hayatını yaşar, avlusunda güneşlenir, dinlenir v.s. Kendi normlarını takvasınca yaşar. Yani kendi gettosu vardır. Evini yaparken komşusunun güneşini kesmemeye dikkat ettiği gibi, evinden dışarı çıktığınca haram ölçüsüne kaymamak kaydıyla komşuları ile toplum normlarında ilişki kurar. Yani birlikte yaşama kültürü. Fakat bu “herkes, her yerde olmalı”cıların aşırılıkları sıradanlaştıkça mutasyonik, kafası karışık, kim olduğunu, nerede durması gerektiğini bilmeyen bireyler orataya çıktı.

Ayşe Arman çarşafla Nişantaşı’na, mini etekle Fatih Çarşamba’ya gitmişti.

Hanımların giyim tarzı, her ortamda o kadar aşırı tartışıldı ki önce sıradanlaştı, sonra iğreti hale dönüştü. Artık neredeyse bu konuyu tartışmak bir yana, bahsetmek bile abesle iştigal eder oldu.

Bunun zararı sıradanlaşan aşırılığın iğretileştiği noktadaki son algının sabitlenmiş ve kalıplaşmış olarak kalması oldu. Kalıbımız şu: Kapalı giyinmek -hava soğuk değilse- biraz saçma ve çokça doğulu, hatta orta doğulu bir davranıştır. Kimse kendi isteği ile tesettürü ya da görece örtülü giyinmeyi tercih edemez. Ki zaten bu gericiliktir. Açık giyinmek ise, modern ve avrupai bir davranıştır. Her modern, çağdaş, “ilerici” insan böyle giyinir. Bu aşırılık öyle sıradanlaştı ki, eylem olarak şehir meydanında soyunup bikini ile dans ederken “Size Avrupa’dan ışık getirdim” diyen ablayla ağız tadıyla dalga geçemedik. Hadi biz sadece dalga geçemedik bunun derdine yanıyoruz. Kendi mahallesindekiler de “Hanım efendi kafayı mı yediniz? Ne yapıyorsunuz? Modernlik böyle bir şey değil.” demedi. Normal ve hatta müspet karşıladılar.

***

Karşıyı taşlıyor gibi olmayalım. Eftal olanın, takvaca üstün olanın, bir yerde bir âlimin o ortam için fikir belirttiği meselelerin azamisini farzmış gibi anlatan hocalarımız yüzünden insanlar günün çoğunun abdestsiz dolaşıyor. Çünkü adam bir abdest bozuyor, sırf istibrası, hazırlığı bilmemnesi 45 dakika sürüyor.

  • Bu aşırılık belli yerlerde o kadar sıradanlaşıp yaygınlaştı ki, İslam’a o çevreler üzerinden yaklaşanlar bu tip zorluklar yüzünden ibadetten uzak kalıyorlar.

***

Buradan bir Hıristiyanlık eleştirisi yapmak ne haddim, ne de maksadım. Sadece kendi zaviyemden görüneni söyleyeceğim ki; bir rahip karşısında günah çıkartmak başlı başına bir aşırılık. Bu aşırılığın sıradanlaşmış hali ise İtalya’da bir dönemin en fazla günah çıkartılan, kilisesinin önünde gençlerin günah çıkartmak için sıraya girdiği sağır rahibin varlığı.

***

Örneklerden de görüldüğü üzere -umarım gördüğümü anlatabilmişimdir- aşırılıkların sıradanlaşması bizim zararımıza. Çünkü yolumuz, çünkü sırat-ı müstakim, her türlü aşırılıktan uzak olan orta yoldur. Ne o uçtur, ne bu uçtur. Düz ve orta yoldur. Ondan sapan, ondan uzaklaşan her yol risklidir.

Oyunlaştırılan dünya üzerine
Cins

Bu riskli alanların varlığına bir şey yapamayız, düzen böyle. Ama normalleşmesine engel olabiliriz. Yoksa durumumuz kötü. Çünkü;

Terör, bir aşırılıktır. Sıradanlaşmak üzere.

Ahlaksızlık, bir aşırılıktır. Sıradanlaşmak üzere.

Edepsizlik bir aşırılıktır. Sıradanlaşmak üzere.

Zulüm, bir aşırılıktır. Sıradanlaşmak üzere.

Aşksızlık, bir aşırılıktır. Sıradanlaşmak üzere.

Geç olmadan sırat-ı müstakimde buluşalım.