Cennetimin yeni haritaları
Uyanışımızın sembolü haline gelen Filistin davası, istilanın sadece Filistin ile kalmadığını, dünyanın geri kalanının zaten çoktan istila altında olduğu gerçeği ile yüzleşmemizi sağladı. Meydanlara dökülen insanlar sadece Filistin istilasına karşı mı birleşmişlerdi? Yoksa Dünya genelinde mi bir istila söz konusu idi?
Bilim kurgunun bir tür olarak edebiyatta ortaya çıkışını birçok eleştirmen 18. yüzyıla dayandırır. Temelinde geleceğe ve toplumsal değişim olasılığına dair bir endişe yatar ve ilk tohumlarının, Avrupa’daki en köklü değişim süreçlerinden biri olan Fransız Devrimi ile atıldığı düşünülmektedir. Toplumsal değişim endişesinin Avrupa bilincinde uyanışı böylece ütopyacı yazına yeni bir tür kazandırır. Bana göre, edebiyatın verimli topraklarında iki yüz yıl önce filizlenmiş bu türe kaygı edebiyatı da diyebiliriz. Maurice Renard, Bilimkurgu Manifestosu adlı eserinde (Fihrist Kitap, Çev: Utku Haspulat), ‘‘Bu yazın türü, doğal akışa ne kadar uygun gözükse de bir ölçüde beklemedik bir biçimde ortaya çıkan felaketlerin hayat telaşımıza nasıl çomak sokabileceğini ortaya koymaktadır. Bununla da kalmayıp, şüphenin verdiği tüyler ürperten tedirginliği omuzlarımıza yüklemiştir,” diye yazar. İnsanın geleceğe dair hissettiği karışık duygular tarafından ruhunda açılan yaraların metaforlaşarak kasvetli bir evrene dönüşmesinin hikayesidir aslında olup biten. Kurgu, dünyanın gelecekteki haline dair iyimser ya da karamsar (çoklukla karamsar) bir plan üzerinden inşa olur.
Fransız Devrimi’nin toplumlar üstünde bıraktığı sarsıcı değişimin ardından, ikinci bir sarsıcı deneyim de aydınlanma dönemi ile yaşanır kanımca. Pozitivizmin ve pozitivizmle birlikte tekrar yıldızı parlayan hümanizmin insan tanımını sekülerleştirmesi de bilimkurgu türünün ortaya çıkışını tetikleyen ikinci aşamadır. İnsan kelimesinin tanımı birden değişiverince, bu tanımla birlikte varoluşun anlamı da değişmiştir çünkü. Bu yeni anlamın bir penceresi bilime bir penceresi teknolojiye üçüncü penceresi de dipsiz bir uçuruma bakıyordu artık. Ve insan yeni elbiseler kuşanır gibi yeni anlamına bürünmüş halde o uçuruma bakıyordu. Tıpkı Nietzsche’nin dediği gibi; insan, bu dipsiz boşluktan gözlerini alamadıkça uçurum da ona bakıyordu.
Bilim ve teknolojinin, insan hayatındaki etkisi ve önemi, geçmişteki insancıl değerlerin erozyona uğramasına neden olmuştur elbette, bu erozyon bilimkurgunun kasvetli yönünü besleyen unsurlardan biridir. İnsanı insan yapan temel nüvelerin ardında bıraktığı boşluğun tekinsiz genişliğinin verdiği huzursuzluk bir yana yüce bir Babil kulesi gibi yükselen bilim ve teknolojinin ilerlemesinin hız kazanması, insanın kendi varoluşuna duyduğu hayranlığı ileri bir düzeye getirmiştir. Bilimkurgunun ilk eserlerinden biri olarak kabul gören Marry Shelley’nin Frankenstein’i bu duygu karışımını gözler önüne seren en güzel örneklerden biridir.
Bilimkurgu kelimesini ilk ortaya atan kişi, Amerikalı amatör mucit Hugo Gernsback olarak geçer. Bu düşünce Gernsback’in, 1926 yılında, Muazzam Hikayeler: Bilimselkurgu Dergisi’ni çıkarmaya başlaması ile örtüşmektedir. Bilimkurgunun, bizim bildiğimiz “bilim kurguya” doğru yolculuğunda bir önemli durak da sinema ile hemen kaynaşmasından kaynaklanır. İlk film anlatılarından biri olan George Meleis’nin 1902 tarihli Aya yolculuk adlı 14 dakikalık filmi, Jules Verne’in hikayesinin bir versiyonudur ve bilimkurgudur.
Tür, 1920’lere kadar en iyimser zamanını yaşadı. Batı’da yaşanan Belle Epoce’a (Güzel Dönem) denk düşen bu dönem süresince bilimkurgu da insanlığın geleceğine dair pembe rüyalar görüyor, bilimin ve teknolojinin insan sevgisi ile harmanlanarak çok büyük işler başaracağına inanılıyordu. Yeryüzü cennetinin inşası, çekiç sesleri eşliğinde hararetli bir şekilde devam ederken Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Ve ardından da İkinci Dünya Savaşı sökün etti. Artık çekiç seslerine bir de orağın rüzgarlı sesi eklenmişti. Bu da başka bir dönüşümün habercisiydi. Sovyet Rusya, bir ütopya ülke ideolojisi ile kurulan ‘‘Amerikan rüyası’’nın karşısında dikiliyordu. Tür, teknoloji ve güç yarışındaki iki zıt kutup arasında itme ve çekme noktasında havada asılı bir dönem yaşadı. -Bilim kurgu sinemasının en önemli metaforlarından birinin, Soğuk Savaş üzerine kurulu olduğu söylenir ama bence daha derin bir yerde, insanın yapısı ile ilgili bir gerçeğin keşfi ile bağlantılıdır aynı zamanda bu metafor. İkinci Dünya Savaşı, hümanizmin insan için biçtiği tanımda büyük gedikler açmıştı. Nazilerin ölüm
kamplarında yaşattıkları vahşet ve şiddetin, ırkçılığın dalga dalga bir salgın gibi bütün dünyayı sarması büyük bir anti-ütopyanın gerçekleşmesi niteliğindeydi. Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombası ise bu anti -devrimin tuzu biberiydi. İnsanlığa büyük fayda sağlayacağı düşünülen bilim ve teknoloji insanın kıyametini icat ediyordu.- Bu söz konusu yeni dönem, bilim kurgunun doğasındaki iyimserliği yitirmesine neden olmuştu. Yakın geleceğin tehdit altında olduğu duygusu hissedilir şekilde artmıştı. Teknoloji ve bilim insanlığı tehdit eden bir güce kolaylıkla dönüşebiliyordu. Bu, deneyim ile sabitti. Teknoloji, bir seferde 200 bin Japon sivili öldürmekte kullanılmıştı. Ve bu durum, hayatı kolaylaştıran birçok icadı gölgede bırakacak bir karanlık saçıyordu.
Bilim kurgu, yeni bir dürtü ile varlığını sürdürüyordu artık: ‘’Bugün Kapitalist dünyanın geleceğe dair edebi vizyonlarının neredeyse hepsi birer kâbus, Anti-ütopya zafer kazanmış görünüyor. ‘’özgür dünya’’nın en yaygın okunan bilim kurgu incelemesi de buna uygun bir başlık taşıyor: cehennemin yeni haritaları.’’ (Ütopya Edebiyatı- Cambridge Edebiyat Araştırmaları, Haz. Gregory Claeys.)
İşte bizim hikayemiz tam da burada başlıyor, cehennemin en yeni haritasında, uçuruma bakan o üçüncü pencerenin önünde, 7 Ekim’de.
Elektriğin icadı her ne kadar aydınlığı dünyaya yaydıysa da unutmamalı ki her ışık gölgenin varlığını da yanında getirir.
- Gölgenin Gelişi: İstilanın ayak sesleri
- İnsan ruhu ve zihni, her çağdan bir parça taşır. Kökleri ile haberleşen kocaman bir orman gibidir insanlık. Dünün deneyimi ve şimdinin kavrayışı ile geleceğinin inşasını yapar. Kolektif bilincin hikayelerinde her zaman bir gerçeklik payı vardır.
- Örneğin, Kırmızı Başlıklı Kız masalını hepimiz biliriz, küçük kız, anneannesine giderken ormanda bir kurda rastlar. Kurt bir yabancıdır. Kız, akıllıca davranır, yabancıya kuşku ile yaklaşır ve ondan uzaklaşır. Ama kurt, kızı yeme arzusundan vazgeçmez. Ve kızdan önce anneannenin evine varır. Anneanneyi bir güzel mideye indirdikten sonra da onun geceliğini giyip yatağa uzanır ve olaylar gelişir. Bu hikâye birçok şekilde okunabilir. Bu noktada canavar, yani kurt (az önce söz ettiğimiz gibi) gölgenin ta kendisidir. Hikâyenin sonunda ortaya çıkıp kızı ve anneanneyi kurtaran avcı ise insanlığın zaferidir. Bu hikâyeye, kurt yerine uzaylı yerleştirdiğimizde bu masal birden bilim kurguya dönüşebilecek bir prototiptir kanımca. Dış dünyadan gelen tehdidin, Kırmızı Başlıklı Kız’ı (insanlığı) yok etmeye çalışması ve bu istilayı gerçekleştirmek için de en güvenilir olanın (anneannenin) kılığına bürünmesi, bilim kurgudaki bedenin istilası olayı ile örtüşür. 1956 yapımı Invasion of Body Snatchers (Ceset Yiyenlerin İstilası) filminde olduğu gibi. Film, kendi yaşamını sürdürebilmek için insanların bedenini konak olarak kullanan bir varlığın dünyayı istilasını anlatır. Kahramanlarımız uzaydan gelen bu tehdidi alt etmek için uğraşır ve bu süreçte bu insanların, tanıdıkları gibi görünen ama aslında tanıdıkları insanlar olmadığını fark ederek dehşete kapılırlar. Tıpkı, Kırmızı Başlıklı Kız masalındaki anneannenin artık kendisi olmadığı gibi.
- İstila sineması diye adlandırdığım bu tür, başlı başına bir derya. Kurgu hemen hemen her zaman aynı, tıpkı bir matematik formülü gibi. Sürekli renkleri değişen ama temelinde hep aynı ana desene bağlı dokunan bir halı gibi. İnsanlık, varoluşuna veya özgürlüğüne karşı dünya dışı büyük bir tehdit (uzaylı, uzaylı virüs vs) ile karşı karşıyadır. Bir avuç farkındalık değeri yüksek sıradan insan bu tehlike ile savaşır ve sıklıkla bu mücadele insanlığın zaferi ile sonuçlanır. Gölgenin gelişi her zaman yeni kahramanlar doğurur.
- İşte bizim hikayemiz tam da burada başlıyor, cehennemin en yeni haritasında, uçuruma bakan o üçüncü pencerenin önünde, 7 Ekim’de.
- Elektriğin icadı her ne kadar aydınlığı dünyaya yaydıysa da unutmamalı ki her ışık gölgenin varlığını da yanında getirir.
Dünyanın bütün rüzgarları esin!
İnsanların söz hakkının değil, insanların arzularının söz hakkının olduğu bir dünya inşa etmek istediler.’’ (Century of Self- belgesel-)
Bir sabah, daha yeni yeni uyanmıştım. Düşünüyordum. Bütün bu son dönemde olup bitenler hakkında. Sadece yattığım yerden tavana bakıyor gibiydim; oysa içimde rüzgarlar esiyordu. Lodos, keşişleme, poyraz, samyeli ve daha adını anmadığım niceleri, dünyanın bütün rüzgarları birlik olmuş her yönden esiyordu içimde. Yıllardır yaşanan bir İstila vardı çünkü, Filistin’in topraklarının istilası. Uykudan yeni uyanmış gözlerimi kırpıştırdım. Dünyada o sabah hep birlikte uyanmıştık. Sanki yolda yürürken bir gözlük bulmuştuk ve o gözlüğü gözümüze takınca aslında olup biten her şeyi bütün çıplaklığı ile görmüştük. Bizi uyutan şey bizi büyütmüyor aksine istila ediyordu. Uyurken istila ediliyorduk. Üçüncü pencere yeniden aralanıyordu. İyimserlik bizi çoktan tek etmişti. Yazının bundan sonraki bölümünde: karamsarlıktan, umutsuzluktan, anti-ütopyalardan, melankoliden ve bunun gibi nice karanlıkların yurdu olan kör bir uçurumdan bahsedeceğiz.