Bunda insan yaşayacak!

RASİM DOĞAN
Abone Ol

Geçmişten bugüne; müstakil evlerden apartman yaşamına, güvenlikli sitelere ve sonrasında rezidanslara geçiş, teknik açıdan birçok kez araştırma konusu olmuş. Peki, bu süreçte insan karakterleri, yaşadıkları yapı ile nasıl bir etkileşime girmiştir? İçerisinde bulunduğu yapının karakterine bürünmüş müdür insan?

“On iki katlı rezistans yaptım.” diyerek başladı sözüne.

“On iki katlı rezistans yaptım.” diyerek başladı sözüne. Bi’ an “ısıtıyor mu bari?” diyerek bölmek istedim. Sonrasında “rezıdınt” diye düzeltti kendini. “On iki mi?” diye sordum. “Evet, on iki” dedi. “Allah bağışlasın! Abi, apartman desek?” dedim. “Yok” dedi, “rezistans”. “Pardon şey, rezidans. Beni de şaşırttın çocuk. Rezıdınt işte, rezıdınt yahu ...” Birbiri ardına yaptığı düzeltmeleri ile sözcüklerini, kendisinden başkasının düzeltmesine izin vermiyordu adeta. Müteahhitti. Bilhassa “residence” sözcüğünün telaffuzu onun için çok önemliydi. “Amaaaaan abi, cana gelmesin öyle değil mi? Ha rezisdans ha rezidans. Hem sen hayatımda gördüğüm en pirezantabıt ...” - “Bilerek mi yapıyorsun? Ree.. rii...” Ter için de kalmıştı. Daha fazla konuşamadı. Yalnızca kafasını sallamakla yetindi. Bir soluk aldı, arkasına yaslandı. Ben ise onu rahatlatmak adına; su dolu bardağı ona doğru uzatıp o almadan geri çekiyor, elimden düşürüyormuş gibi yapıyordum. Bu, çok eski bir Maraş dondurması geleneği idi. Böylelikle biraz da olsa keyfi yerine gelir diye düşünmüştüm. Öyle de oldu. Yine de o gece biz gittikten sonra müteahhittin bu telaffuzu sabahlara kadar çalıştığına eminim. Ertesi gün uykusuzluktan kıpkırmızı kalmış gözleri, gülümsemesi ve haklı gururu(!) onu ele verecekti.

***

Apartman meselesi bana her zaman çok ilginç gelmiştir. İlk apartman ne zaman, nereye dikilmiştir ve dahası neden dikilmiştir? Müteahhitlerin terlemesi genetik midir? Geçmişten bugüne; müstakil evlerden apartman yaşamına, güvenlikli sitelere ve sonrasında rezidanslara geçiş, teknik açıdan birçok kez araştırma konusu olmuş. Peki, bu süreçte insan karakterleri, yaşadıkları yapı ile nasıl bir etkileşime girmiştir? İçerisinde bulunduğu yapının karakterine bürünmüş müdür insan? Tabii bu soruyu sorduktan sonra bir de ardılı geliyor ister istemez: İnsanlara tepeden bakma hastalığı, yüksekten bakma hastalığı ile eş zamanlı olarak mı başlamıştır? Benim bu konuyu yazarken en sevdiğim tamlama “mütevazı ev” tamlaması olmuştu. Bir ev mütevazı olabilir miydi? O hâlde ne demeliyiz gökdelenlere misal, “kibirli gökdelenler” mi? Aslında tam da bu yüzden ben yapıların da bir karaktere ve ruha sahip olduklarını düşünürüm. İnsanlara ait duyguların aynı zamanda yapıları da temsil edebilmesi çok hoş değil mi?

Avrupa’da apartman yaşamının yaygınlaşmaya başlaması, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Avrupa’da işçiler için inşa edilen konutlar ile başlamış.

Ülkemizde bilinen anlamı ile ilk çok katlı ve çok ailelik yaşam, yani apartman yaşamı ise; tam olarak 19. yüzyıl sonlarında başlamış ve “Yel değirmeni” İstanbul’un ilk apartman semti, “Valpreda” da ise ilk apartmanlarından birisi olarak nam salmış.

Bir çeşit “kültür” olarak da, -insanların üretmiş oldukları bir kültür olarak da- aynı kültürün bu sefer modern dönemde kendisinin insan üretme vazifesini üstlendiğini düşünüyorum kısacası. Avrupa’da apartman yaşamının yaygınlaşmaya başlaması, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Avrupa’da işçiler için inşa edilen konutlar ile başlamış ve devam eden yıllarda, bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrası artan yapı maliyetleri ve nüfus haraketlilikleri ile de çoğalarak devam etmiştir. Ülkemizde bilinen anlamı ile ilk çok katlı ve çok ailelik yaşam, yani apartman yaşamı ise; tam olarak 19. yüzyıl sonlarında başlamış ve “Yel değirmeni” İstanbul’un ilk apartman semti, “Valpreda” da ise ilk apartmanlarından birisi olarak nam salmış. Valpreda Apartmanı, Haydarpaşa inşaatında çalışan işçileri ağırlar iken Avrupa’da inşa edilen konutlar da yine aynı şekilde başka işçi ve emekçi insanları ağırlamış. Konuları ayırmakta fayda var.

İlk olarak bir ihtiyaç/zorunluluk olarak apartman yaşamına geçiş ve apartmanların; sosyal sınıf itibari ile toplumun daha alt gelir grubunu oluşturan kesim tarafından bir komün yaşam biçimi olarak kullanımı. İkinci olarak bu yapıların daha modern bir hâl alması ve biraz daha fazla makyaj ile apartman yaşamının diğer sosyal sınıflara da yayılması. Son ve diğerlerinden en ayrılmış olanı olarak ise bir ihtiyaçtan doğmamış olarak rezidans hayatına geçiş. Burada ise belki sade yaşamın terki meselesini konuşabiliriz. Çünkü barınma ihtiyacından önce, “apartman yaşamı olgusu” nun; ilk olarak 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile birlikte “Batılı yaşamın bir sembolü” olarak görülmeye başladığını ve ilk örneklerini de Beyoğlu, Galata ve Karaköy gibi ilçelerde vermeye başladığını biliyoruz.

Ben kaçıyordum, o ise arıyordu
Cins

Apartman meselesine tüm bu teknik detaylarda boğulmadan biraz da duygusal yaklaştığım zamanlarda şunu da düşünmüşümdür: “Koskoca camileri yapan, Süleymaniye’yi, Selimiye’yi, Sultanahmet’i inşa eden akıl; apartman ya da yüksek yapılar dikebilecek teknolojiye mi sahip değildi? “Ama işte şehirleşme, bazı meseleler vs. “ Tüm bu “ama” lara da Kafka ile pek tabii katılabilirim. “ben haksızım, -olmayacak şey, ama şunu istiyorum senden- Ne olur haksızlığımı da paylaşsan biraz!” (Franz Kafka, Milena’ya Mektuplar) Ben lüks bir yere bir toplantıya gittiğimde, o koskoca yapıların koskoca kapılarının ardından en nihayetinde bir “insan” çıkınca kırılıyorum! Daha büyük ve gösterişli yapılar üretilirken hiç mi kimse “Bunda insan oturacak.” dememiş? Dememiş demek ki. Binalar ne kadar büyük, ne kadar ihtişamlı, ne kadar makyajlı olursa olsun içinden çıkanın hep aynı insan olması, kimi zaman size de ilginç gelmiyor mu?

Gösterişli apartman ve rezidans yaşamındaki durumu, eğer apartman kültürünün ortaya çıkışını kendimize referans alır isek bir “Napolyon Sendromu” olarak tanımlamamız mümkündür.

Gösterişli apartman ve rezidans yaşamındaki durumu, eğer apartman kültürünün ortaya çıkışını kendimize referans alır isek bir “Napolyon Sendromu” olarak tanımlamamız mümkündür. Çok fazla benzerlikleri vardır zira. En azından bizim müteahhitteki durum tam olarak bu. Gerçi, beyefendi; “residence” kelimesinin telaffuzu konusunda kendisine gelen bazı tebrik mesajlarını; “Efenim mübalağa ediyorsunuz en nihayetinde bir “rezıdınt” işte, lütuf buyurdunuz.” şeklinde savuşturuyor olsa dahi bu, onun kibrini bir yerler de unuttuğunu asla göstermezdi. Telaffuz konusunda da çok başarılı sayılmazdı. Yozgatlıydı. Kimi zaman son derece yayvan bir üslupta aksan kullanarak yapardı bunu, kimi zaman ise bu, pek de önemli olmazdı onun için. Sözcüğün ilk iki harfini söyledikten sonra gerisini yuvarlar, geveler hatta bambaşka yeni sözcükler de türetirdi. İşte böyle bir hastalığa tutulmuştu bizim müteahhit. Eminim beyefendi, hastalığının ismini, ünlü Fransız komutan Napolyon Bonapart’tan almış olmasını da memnuniyetle karşılardı.

Bu arada kısa boylu insanların yaşadığı bir sendrom olarak literatüre geçmiş Napolyon sendromu. Napolyon’un boyu da 1,69 imiş. Alarm veriyoruz yani! Boy ile ne kadar ilgili alakalı orasını pek bilemiyorum. Literatüre geçiren arkadaşlar ufak bir muziplik yapmış sanırım bu konuda. Daha ciddi bir tanım da bulunacak olursak Napolyon Sendromu’nu; bir tür aşağılık duygusu ile birlikte kendi özgün komplekslerinin bedelini başkalarına ödetmek olarak da tanımlayabiliriz. Kısacası; zamanında ezildiğini veya aşağılandığını düşünen insanların, bir şekilde bir işte muktedir olduklarında, kendisini ezdiğini düşündüğü insanlara karşı veya illa ki özellikle bu gruba karşı değil, diğer insanlara karşı da benzer bir davranış biçimi sergiliyor olmasına “Napolyon Sendromu” denilmiş. Napolyon Sendromu, rezistanslar, rezidanslar, mütevazı ve pek sempatik evler, kibir, plaza dili ve apartmanlar… Şimdi o malum kelimenin doğrusunu da unutanlar el kaldırsın…