Bosna'da ölüme giden genç Müslüman'ın son sözü: Yaşasın Türkiye!

AMİNA SİLJAK JESENKOVİC
Abone Ol

Mart ayının sonu, her yıl olduğu gibi, hava durumu bakımından oldukça öngörülemezdi. Kimi zaman âdeta bir kış ayı gibi beyaz ve soğuk, kimi zaman ise temmuz günleri gibi güneşli olabiliyordu. Hava durumu da tıpkı 1940'lı yılların ortalarında, Mart ayının sonunda, bugün de aydınlatılamayan bir ortamda hayatlarını kaybeden insanların kaderleri gibi öngörülemezdi.

Çeviri: Kayhan Gül

"Yaşadığım bu hayatta yaptığım her şeyi, bizi Yaradan adına, atalarım ve benden sonra gelecek çocuklarım ve onların çocukları için yapmaya gayret gösteriyorum. Şahsen benim, O'nun nihayetinde karar kıldıkları dışında hiçbir şeye ihtiyacım yok. Zira benim düşünebildiklerim O'nun verebileceklerinin yanına dahi yaklaşamaz. Çocuklarıma atalarına dair hatıraları emanet olarak bırakabilirsem bu bana yeter. Onların tek yapması gereken ise bunları hatırlamak ve kendi çocuklarına öğretmek!"

-Avdiya Sariç-

Bir kahramanın semavi gözyaşları

İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist Hırvat örgütü Ustaşa'ların savaşın bitiminden 9 gün önce astıkları üç Sariç kardeş hakkındaki hikâye, Saraybosna'da yaşanmış en trajik hikâyelerden biridir. Bu hikâye, benim kayınvalidemin ailesine, onun babası Fehim'e, dedesi Avdiya'ya ve öldürülen üç amcasına dair bir hikâyedir.

6 Nisan öncesi

Evimizin oturma odasında oturmuş, televizyon ekranındaki bir filme dalmıştık. Sıradan bir nisan gecesiydi. Oturma odası ile bağlı olan misafir yemek odasında bulunan saat, yaz saati uygulamasının üçüncü gününde sessiz bir şekilde çalışıyordu. Film bittiğinde Sara bana sarıldı. Başını tam kalbimin üzerine yaslamış bir hâlde gülümseyerek "Bir bardak süt alabilir miyim?" diye sordu. Birlikte mutfağa gittik. Birkaç dakika sonra oturma odasına elimde bir tepsi ile döndüm. Üzerinde çay fincanları ve Sara için de süt olan ayrı bir fincan vardı. O yavaşça ve büyük bir keyifle sıcak sütünü içerken İbrahim de kitap okuyordu.

Bu hikâye, benim kayınvalidemin ailesine, onun babası Fehim'e, dedesi Avdiya'ya ve öldürülen üç amcasına dair bir hikâyedir.

Dudaklarının üzerinde oluşan sütten beyaz bıyıklarıyla gülümseyerek "Hafta sonu ne yapacağız" diye sordu. Erkek kardeşi, "Hangi tarihe denk geliyor?" diye karşılık verdi. Herkes kendi cep telefonuna baktı. "6 ve 7 Nisan olacak" diye cevap verdim hepsinden önce. Kızım, "6 Nisan, Saraybosna'nın kurtuluşu. Önemli" dedi. "Evet, ta 1945 yılıydı. Ama o gün herkes mutlu değildi. Sizin büyük dedeniz ve onun babası, dünyadaki en üzgün insanlardı" dedim. Erkek olan başını kaldırarak, "Nasıl? Anlamıyorum!" dedi. "Saraybosna'nın kurtuluşundan sadece 9 gün önce, sizin büyük dedenizin üç erkek kardeşini Ustaşalar asmışlardı" dedim.

  • "Peki, ama neden?"
  • "Zulme karşı mücadele ettikleri için" diye cevap verdim.
  • Amer (Yazarın Kocası), "Genç Müslümanlar (Mladi Muslimanî Hareketi) içinde olduklarından!" diyerek sohbete müdâhil oldu.

"Genç Müslümanlar mı?"

Amer'in bu sözlerine şaşırmıştım. Elindeki telefonda duran bir fotoğrafı işaret ederek, "Şu arşive bir bak!" dedi. Amer, yıllar önce daktilo ile yazılmış ve artık sararmış kâğıtları göstererek, "Bu, Mariyin Dvor'da (MarijinDvor/Saraybosna'nın bir semti) asılan, annemin üç amcasının da direnç hareketinden ve tıpkı Aliya İzetbegoviç gibi Genç Müslümanlar grubundan olduklarının delili ve tarihî belgelerinden biridir." dedi. Bu, İkinci Dünya Savaşı'na katılıp hayatta kalmış ve savaşın ardından Avustralya'ya kaçmış birinin şahitliğine dair bir belgeydi. Orada, dünyanın diğer ucunda, hiçbir engelleme ile karşılaşmadan, savaştan sonra Yugoslavya'da önemli yerlere gelmiş, ama savaşın bitiminden kısa bir süre önce ırkçı Sırp Çetnik üniformalarını komünist Partizan üniformaları ile değiştirmiş olan tanıdığı bazı Partizan isimlere dair anılarını aktarabiliyordu.

  • "Yani annenin amcaları Partizanlarda değil de direniş hareketinde miymiş?"
  • Yugoslav Komünist Gençlik Birliğinden (SKOJ) bir kadının deden Fehim'e henüz hayattayken şunu demesini şimdi daha iyi anlıyorum:
  • "Ustaşalar onları asmasalardı, biz Partizanlar onları öldürürdük!"

Onlara, kayınvalidemden duyduğum bu hikâyeyi anlattım. Amer, "Bu açıklama, şimdi gerçekten anlam kazandı" dedi. "Berlin Kongresi'nden ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çekilmesinden sonra biz tamamen Allah'ın merhametine ve kendi kendimize bırakılmıştık" diyerek derin bir nefes aldım. Aynı anda da internet sayfalarında arama yapıyordum. Zira Boşnak Enstitüsü'nün kütüphanesine ait solmuş sayfalar, 74 yıl önce yaşananları anlamam için yeterli değildi. Daha fazlasını bilmem gerekiyordu. Çocuklar hafta sonu için plan yaparken, ben internette belli bazı kelimeleri aratıyordum. Annemin bir akrabası olan Nadan Filipoviç'in bir yazısı önüme çıktı. Kendisi, zalim bir Ustaşa olan Luburiç'in emriyle İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru öldürülen Saraybosnalılara dair birçok hikâye yayımlamıştı. Hem onun yazdıklarından birinde hem de ulaşmaya başardığım bazı diğer belgelerde Sariç kardeşlerin "Genç Müslümanlar" isimli harekette olduklarını okudum. Kendi içimden birçok kez, "Kendimiz hakkında neleri bilmediğimiz inanılır gibi değil!" diye tekrarladım. Odada yalnız kalmıştık. Çocuklar çoktan yataklarına gitmişti.

Bir veda, ara veya duruş yazısı
Gerçek Hayat

Kestaneler sokağı

Mart ayının sonu, her yıl olduğu gibi, hava durumu bakımından oldukça öngörülemezdi. Kimi zaman âdeta bir kış ayı gibi beyaz ve soğuk, kimi zaman ise temmuz günleri gibi güneşli olabiliyordu. Hava durumu da tıpkı 1940'lı yılların ortalarında, Mart ayının sonunda, bugün de aydınlatılamayan bir ortamda hayatlarını kaybeden insanların kaderleri gibi öngörülemezdi. En ağır işkencelere maruz kalmışlar ve kendi ebeveynleri, kardeşleri, çocukları ve komşuları önünde, terörlerinin ebediyen süreceğini düşünen insanların canavarlıklarının bir uyarısı olarak öldürülmüşlerdi. Saraybosna'nın kurtarıldığı ilkbahardı. Ta 1945 yılında, şehrin tamamen kurtuluşundan yalnızca 9 gün önceydi. Zulüm zamanlarında zulme karşı oldukları için tam 55 insan asılmıştı. Her şey, şehirde Yasenovats (Jasenovac) Toplama Kampı'nın kötü şöhretli komutanı Mask Luburiç'in hüküm sürdüğü bir dönemde Mariyin Dvor semtindeki Kestaneler Sokağı'nda yaşandı.

Dubrovnik'teki buluşma

  • Sariç ailesinin ortaya çıkışı, bir Türk olan Sarı Ömer ile Ortodoks bir ailenin kızı olan Sara Avdaloviç'in evliliklerine dair hikâye ile bağdaştırılıyor. İki yıl önce Dubrovnik'te, hayatımda ilk kez karşılaştığım Dubrovnik doğumlu bir kadınla oturuyordum. Birçok konu hakkında sohbet ettik. En çok da farklı şekillerde bağlı olduğumuz aile hakkında konuştuk. Kadın bana, "Meşhur Avdiya Sariç?

Ona Brada (Sakal) derlerdi. Onun cesareti ile ilgili Dubrovnikliler de hikâyeler anlatır." dedi. Ona bu kişinin çocuklarımın büyük dedesi olduğunu söylediğimde şaşkın gözlerle bana baktı. Cesareti ile nam salmış, eski savaş seferlerinden yaşlı Avdiya Sariç hakkındaki hikâyeler, bizim zamanımızda da anlatılmaya devam ediyor. O sadece bir kahraman değildi, aynı zamanda şiirleri Bosna Hersek halk şiirleri antolojisine girmiş bir şairdi. Avdiya Sariç 1853 yılında Gatsko'da (Gacko/Bosna Hersek'in güneyindeki şehir) dünyaya geldi. Babasının adı Reco idi. Annesi ise kimilerine göre Kosovats kimilerine göre ise Kosoviç ailesindendi.

Her şey, Yasenovats Toplama Kampı'nın kötü şöhretli komutanı Mask Luburiç'in hüküm sürdüğü Dvor semtindeki Kestaneler Sokağı'nda yaşandı.

Musa ve Nuko adlarında iki erkek kardeşi, Arnavutluk'a gelin giden ve bir daha haber alamadıkları bir kız kardeşi vardı. Adını dedesi Avdiya'dan almıştı. Dedesinin daha Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli bir kahraman olduğu ve bir düelloda Karadağlı hükümdar Nyegoş'un kardeşini öldürdüğü anlatılır. Dedesinin adını taşıyan torunun da tıpkı dedesi gibi kendi zamanında cesareti ile nam salmış olmasına şaşırmamak gerek. Eski kahramanlardan Avdiya'nın torunu olan Avdiya Sariç iki kez evlenmişti. İlk eşi, oğlu Hamdiya'yı doğurduktan sonra hayatını kaybetmişti. Bu oğlu, 100 yıldan daha uzun bir süre önce Dubrovnik'e yerleşmişti. Bir süre sonra Avdiya yeniden evlenmişti. Bu kez kendi şehrinden, Malka Şehoviç isimli bir kadınla evlenmiş ve bu kadın ona 6 erkek, 2 de kız evlat vermişti.

Avdiya ile Malka, daha Osmanlı İmparatorluğu döneminde dünyaya gelmişlerdi, çocukları ise Türklerin Bosna'dan ayrıldığı 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında doğmuşlardı. O dönemde Bosna'da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hüküm sürüyordu. Her ne kadar o dönemde düzgün tıbbi imkânlar olmadığından genç annelerin çocukları sıklıkla ölseler de Avdiya ve Malka'nın 8 çocuğundan sadece biri talihsiz bir şekilde henüz küçük yaşta hayatını kaybetmişti. Bu, onların ilk oğluydu. Süt kazanının içinde boğulmuştu. Diğer 7 çocukları ise yetişmiş, güzel ve şerefli birer genç olmuşlardı. Anne ve babaları, onların gençliğini ve gücünü görebilme ayrıcalığına nail olmuşlardı. Ardından Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı gelmişti. İki savaş da Gatsko'daki Sariç hanesini etkilemişti. Tüm diğer Bosna Hersekliler gibi Sariç ailesi de o dönemde Avusturya-Macaristan ordusuna katılmak zorunda kalmıştı.

Birinci Dünya Savaşı

Birinci Dünya Savaşı'nda Karadağlılar Avdiya Sariç'in en büyük oğlu Ruşid'i Lovçen'de öldürmüş, küçük oğlu Ragib'i esir alıp Çetinye'ye (Cetinje/Karadağ'ın krallık başkenti) götürmüşlerdi. İlginç olan şu ki; yaşlı Avdiya'nın kahramanlığına dair aynı hikâyeyi hem Saraybosna'daki Sariç ailesinin akrabalarından hem de Dubrovnik'teki o tanımadığım insanlardan duymuştum. Hikâyede o kahraman babanın, oğlu Ragib'i kurtarmak için karanlık bir gecede düşman saflarına sızmasından bahsediliyor. Dubrovnik'teki arkadaşım, "Onlarla beraber olduklarını anlasınlar diye onların bir kuzusunu almıştı" diye anlatmıştı. Gecelerce Karadağlılarla beraber ateşin kenarında oturmuş, aynı Karadağlıların öldürmek için plan yaptığı Müslüman kahraman Avdiya Sariç'ten, yani bizzat kendisi hakkında konuşmuştu.

  • Karadağlılar onun hakkında bilgi verecek herkesi ödüllendirmeye hazırdılar. Karanlık Lovçen'de ateşin etrafında toplanan Karadağlılar, Avdiya'ya giden yolu kendilerine gösterene en lezzetli kuzuyu vereceklerini söylemişler. Düşmanlarının ağzından kendi kahramanlıklarını dinlerken mest olan Avdiya, "Peki şu sizin kahraman neye benziyor?" diye sormuş.

Onu nasıl tarif etseler de görünen o ki bu konuda yanılmışlardı. Avdiya'nın bu hikâyelerle korkusuz biri olarak tanındığı zamanlar, fotoğrafların çok ama çok nadir olduğu, medyanın ise bu Hersek kayalıklarından çok uzaklarda daha yeni gelişmeye başladığı zamanlardı. Gösterdiği cesaret örneği ile Avusturya-Macaristan ordusu tarafından cesaret madalyası ile ödüllendirilmişti. Çetinye yakınlarındaki savaşın ve bir oğlunu kaybedip diğerini kurtarmasının ardından Avdiya ile Malka Sariç çifti Gatsko'dan ayrılmışlardı.

Avdiya burada yeniden çatışmaların olacağını biliyordu. Düşmanlarının kendisinden intikam almak isteyeceğinin farkındaydı. Artık bir çocuğunu daha kaybetmeye hazır olmadığını da biliyordu. Kendi canını vermeye hazırdı, ama çocuklarının hayatı kendi hayatından çok daha değerliydi. 1916 yılının Aralık ayında cepheden döndüğünde, Gatsko'daki evinde "Lovçen'deki Savaş" şiirini yazmıştı. Birkaç gün sonra ailesiyle beraber Mostar'a taşındı. Avdiya ile Malka, kızları Ruşida ve Şefika, oğulları Ragib, Fehim, Edhem ve Kasim ile Neretva Nehri üzerine kurulu bu şehirde güzel bir hayat sürdüler. Onların Mostar'daki evlerinde, daha sonra Yugoslavya başbakanı olacak Cemal Biyediç dünyaya geldi.

Yaşlı Avdiya çukura kendi başına inerek öylece atılmış bedenler arasında üç oğlunu bulmuştu. Avdiya, atıldıkları çukurdan kendi kollarında taşıyarak onları çıkarırken, anneleri Malka hayatında ilk kez halka açık bir yerde yüzündeki peçeyi kaldırmıştı.

Sarıçler Saraybosna'da

Kayınvalidemin babası, Avdiya ve Malka'nın oğlu olan Fehim Sariç, Mostar'dan Saraybosna'ya göç ettiğinde henüz reşit olmuş bir gençti. Birinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrası, günümüzden tam 100 yıl öncesiydi. Mostar'da eğitim alsa da kader onu Hersek'in taşlarından uzağa, yeşil Bosna tepelerine çekmişti. Fehim, yakışıklı ve akıllı bir delikanlıydı. Trebeviç Dağı'nın eteklerindeki bu şehirde iş bulup hayatını idame ettirmeye başladıktan sonra yaşlı babası Avdiya Sariç'i, annesini, kardeşlerini de yanına getirmişti. Çok geçmeden, babasının tavsiyesi üzerine memleketlerinden olan Aykuna Cubur isimli bir genç kızla evlenmişti. Genç, eşini ilk kez evlendiğinde görmüştü. Onunla, duydukları üzerine ya da onun namuslu biri olması nedeniyle evlenmişti. Nikâhlarının kıyıldığı gün, hoca evliliğe razı olup olmadığını Fehim'e sorduğunda sessiz kalmış, onun bu sessizliği üzerine orada bulunan insanlar gülmeye başlamıştı. Diğer odadan müstakbel gelinin sesi duyulmuştu:

"Alıyor, alıyor, başka ne olacak ki!"

Fehim ve Aykuna Sariç, işte böyle evlenmişlerdi. Aykuna, neşeli ve hamarat bir genç kızmış. Evin içinde hızlıca dolanır, yüzündeki gülücükle sıkıntı ve stres yapmadan ev işlerini kolaylıkla hâlledermiş. Herkesten önce uyanır, en son o yatarmış. Özellikle de Saraybosna kışlarında sabahları çok zor olurdu. Soğuk bir evde uyanır, üzerini giyer, eve su getirmek için bahçeye çıkarak donmuş su yalağındaki buzları kırar, ardından ateşi yakıp ekmeği mayalar ve kahve pişirirmiş. Ev ahalisini ekmeğin kokusu ve evin sıcaklığı uyandırırmış. Kovaçi Mahallesi'nde, bugün de Saraybosna'daki en güzel eski Bosna evlerinden olan büyük bir evde yaşıyorlarmış. Kısa bir süre sonra çocukları olmuş.

İlk erkek çocuklarının ölümünden sonra Aykuna 10 yıl içinde 4 sağlıklı kız çocuğu dünyaya getirmiş. Vratnik'teki ilk kapının girişindeki bu ev mutluluk ve neşe ile doluymuş. Yaşlı Avdiya Sariç, vatan savunmasında geçen fırtınalı bir hayatın ardından Hersek kayalıklarından uzakta, Bosna dağlarının yeşillikleri arasında çocukları ve torunlarıyla huzurlu bir yaşlılık dönemi geçiriyor gibiydi. Saraybosna da her geçen gün onların kendi şehri hâline dönüşüyordu. 1935 yılında Sariç ailesinden İbrahim, Saraybosna'nın belediye başkanı oldu. Ondan yıllar önce ise hakkında şarkılar söylenen meşhur Aişa Sariç, Saraybosna'nın en güzel kızı seçilmişti. Dağların zirveleri altındaki güzel Çarşı'da İkinci Dünya Savaşı başlayana dek şarkılar söylendi. Sonra şarkılar sustu.

'Bosna'da kendi cehennemimden geçtim' diyen ressam Peter Howson'ın son tablosu

İkinci Dünya Savaşı

Fehim'in üç erkek kardeşi Ragib, Edhem ve Kasim Novi Sad (Sırbistan) şehrinde eğitim gördüler. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önce Saraybosna'ya dönüp polis olarak işe başladılar. Ragib hakkında yaşadığı dönemin en akıllı adamı olduğu anlatılırmış. Rahmetli babası Fehim'in söylediklerini aktaran kayınvalidem sıklıkla, "Eğer hayatta kalsaydı kesinlikle cumhurbaşkanı olurdu!" derdi. Edhem ise yakışıklı, sporcu tipliymiş. Atları sever ve sık sık at binermiş. Kasım, en küçük çocuk olarak ailenin en çok üzerine düşülen çocuğuymuş. Güzel giyinir ve sık sık şehrin sokaklarında motosikletiyle turlarmış. Eski âdetler gereği, ebeveynler en büyük çocukları Ragib ve onun ailesiyle yaşıyormuş. Byelave Mahallesi'ndeki bir evde, bugün de polis karakolunun bulunduğu o aynı binada yaşıyorlarmış. En büyük oğul Ragib, Avdiç ailesinden bir kızla evlenmiş ve eşi 4 çocuk dünyaya getirmişti. Mudim, Emira ve Munira, Novi Sad'da, en küçük kızları Hidayeta ise 1940 yılında Byelave'de doğmuştu. Edhem Sariç'in, Muhammed ve Nusret isimli iki oğlu vardı. Kasim ise savaşın sonunda henüz yeni evlenmişti.

Savaşla beraber şehre zor zamanlar da gelmişti. İnsanlar, şehri kuşatan Ustaşalardan korkarak yaşıyorlardı. Gizlice, kendi ev ahalisinden de Saraybosnalı Yahudi komşularını saklıyorlardı. Kendi ve çocuklarının özgürlüğü için mücadele eden onurlu insanlar olarak kalabilmek adına meşhur Saraybosna Bildirisi'ni imzalamışlardı. (İmzalayanlar arasında çocuklarım İbrahim ve Sara'nın büyük dedesi, kayınpederim İbrahim'in babası Kasim Bukviç de bulunuyor. )

Bu zor zamanlarda, hayatta kalmak için mücadele edilirken, Avdiya'nın oğulları faşizme ve masum insanlar üzerinde terör estiren Ustaşalara karşı savaş veriyordu.

Her gün trenle Saraybosna'ya mülteciler geliyor, her geçen gün yiyecek daha da azalıyordu. Sırtlarında bohçası olan insanlar da onları misafir edenler de eşit derecede açtılar. Şehre gelen kamyonlar, Doğu Bosna'dan çocuklarla doluydu. Zengin Saraybosnalılar bazı çocukları himayelerine alırken, diğerleri kadar şanslı olmayan çocuklar ise Byelave'de bulunan çocuk esirgeme yurduna yerleştiriliyordu. Savaş yılları, her gün devam eden hayatta kalma mücadelesiyle geçip gidiyordu. Şehirde açlık hüküm sürüyordu. En zor zamanlar ise 1945 yılının Şubat ayında, şehre kötü bir üne sahip olan Ustaşa Maks Luburiç'in geldiği savaşın o son dönemiydi.

Bu zor zamanlarda, hayatta kalmak için mücadele edilirken, Avdiya'nın oğulları faşizme ve masum insanlar üzerinde terör estiren Ustaşalara karşı savaş veriyordu. Edhem, Ragib, Kasim ve kız kardeşleri Şefika, Saraybosna'daki direniş hareketindeydiler. Ruşida isimli kız kardeşlerinin postacı olduğu ve Partizanlara onların mesajlarını ilettiği anlatılıyor. Şefika Sariç, genç ve neşeli bir kızmış.

Tüm Saraybosna onun güzelliğinden bahsedermiş. Savaş döneminde bugünkü Hijyen Kurumu'nun binasında çalışmış. Günün birinde Ustaşalar onu habersizce iş yerinden alıp bir daha asla geri dönmediği Yasenovats Toplama Kampı'na götürmüşler. Bir şekilde altın madalyonunu Avdiya'nın kardeşi olan Musa amcasına vermeyi başarmış ve onu ailesine ulaştırmasını söylemiş. Sariç ailesinin yaşadığı trajedi, Yasenovats'ta kız kardeşlerinin zalimce öldürülmesiyle son bulmamıştı.

Bir kaybedişin hikâyesi: Drina Köprüsü
Mecra

Aynı gün üç erkek kardeşin öldürülmesi

Savaşın bitmesinden 9 gün önce, yaşlı Avdiya'nın üç oğlu, üç Sariç kardeş, Mariyin Dvor semtinde asıldılar. Kestaneler sokağında, masum 55 insanın cansız bedenleri sallanıyordu. Sariç kardeşlerin ve farklı din ve milletlerden 52 Saraybosnalının bedenleri... Ragib, Edhem ve Kasim'in bedenleri aynı yaşlı kestane ağacının üç farklı dalına asılıydı. Ölüme giderken de yan yanaydılar. Saçlarına ak düşmüş babaları ile kardeşleri Fehim, yüreklerini dağlayan ateşle kâinat büyüklüğündeki acılarıyla cansız ve asılmadan önce işkencelere maruz kalmış bedenlere bakıyorlardı. Farklı farklı hikâyeler geçmişte de bugün de şehirde anlatılıp durdu. Birileri Ragib'in şehri savunan Saraybosnalı Valter olduğunu, birileri aslında onu Valter lakaplı Vladimir Periç'in ele verdiğini ve en çok gerektiği anda silahını aldığını, hatta birileri de asılmadan önce "Yaşasın Türkiye" diye bağırdığını anlattı.

Kesin olarak bilinen şu ki; Ragib'in ardında 4, Edhem'in ardında ise 2 yetim kaldı. Kasim'in karısı ise dul kaldığında hamileydi. Birkaç ay sonra bir erkek çocuk dünyaya getirdi. O gün, 1945 yılının Mart ayı sonunda, Saraybosna'ya yağmur yağdığına inanıyorum. O gün masum insanların kanlarını yıkamak için gökyüzünün gözyaşı döktüğüne ve bu gözyaşlarının hiç kimse kahramanların da ağladığını görmesin diye yaşlı babaların gözyaşları ile karıştığına inanıyorum.

Bazıları yaşlı Avdiya'nın oğullarının bedenlerini kendi elleriyle ağaçtan indirdiğini anlatsa da bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Zira okuduğum belgelere göre, hiç kimsenin asılı bedenlere yaklaşmasına izin verilmiyordu. Dubrovnikli arkadaşımın söylediklerini yorumlarken, "Trajedi bu kadar büyük olunca, insanların ekledikleri detaylarla bunu daha da büyütmek istemesi çok normal." dedim.

Asılan Saraybosnalıların fotoğraflarına, tek bir ağaç üzerinde o üçüne bakarken, ben ölü insanların bedenlerini görmüyorum.

Asılan Saraybosnalıların fotoğraflarına, tek bir ağaç üzerinde o üçüne bakarken, ben ölü insanların bedenlerini görmüyorum. Ben aslında sadece duvağın ardında bir insan figürü ve onun yanında yorgun adımlarla Mariyin Dvor ile Ulusal Müze arasındaki Kestaneler Sokağı'ndan Byelave'ye ve en büyük oğluyla birlikte yaşadığı evine doğru giden bir yaşlı görüyorum. Saraybosna asfaltında onun attığı her adımı gördüm. Ustaşalar, 7 gün sonra öldürülen Saraybosnalıları astıkları yerlerden indirip Dariva'daki bir çukura attılar. Yaşlı Avdiya bu çukura kendi başına inerek öylece atılmış bedenler arasında üç oğlunu bulmuştu. Avdiya, atıldıkları çukurdan kendi kollarında taşıyarak onları çıkarırken, anneleri Malka hayatında ilk kez halka açık bir yerde yüzündeki peçeyi kaldırmıştı. Yaşlı Avdiya Sariç ile eşi Malka'nın 8 çocuğundan sadece 2 tanesi hayatta kalmıştı. Bir oğulları ve bir kızları...

Yaşlı Avdiya Sariç ile eşi Malka'nın 8 çocuğundan sadece 2 tanesi hayatta kalmıştı.

Acı

Savaş sona erdiğinde, Avdiya Sariç oğlu Fehim'in yanına, Vratnik'teki eski eve taşınmış, Fehim'in annesi, Avdiya'nın eşi Malka ise kızları Ruşida Kapetanoviç'in yanına gitmişti. Yaşlı kadının sessizce çok çile çektiği anlatılır. Yalnızca evde yalnız kaldığında ağlar, çocuklarının isimlerini haykırırmış. Kızının önünde ise acısını saklarmış. Üç erkek kardeşinin ve kız kardeşi Şefika'nın ölümünden 2 yıl sonra Fehim'in bir oğlu oldu. Adını Ragib koydu. Bu çocuğa hiç kimse adıyla seslenemedi. Zira öldürülen kardeşinin anısını hatırlamak acı veriyordu. Bugün de Fehim ve Aykuna Sariç çiftinin en küçük çocuklarını hiç kimse gerçek adıyla çağırmıyor. Avdiya Sariç 1953 yılında öldü. Ahirete göç ettiğinde tam 100 yaşındaydı.

Onu hatırlayanlar, ev ahalisine hem kendi hem de eşinin ölümünü önceden haber verdiğini söylüyorlar. Kayınvalidem, "Dediği gibi de oldu. " diyor. "Hiç kimse nasıl olduğunu açıklayamıyor, ama o birçok şeyi önceden görüyordu. İnsanlar onun iyi biri olduğunu söylüyordu." Avdiya'nın ölümünden sonra da Saraybosna'nın Kovaçi Mahallesi'nde hayat devam etti. Fehim'in beş çocuğu da büyüdü. Etraflarındaki hayat da değişiyordu. Aynı kalan tek şey bu Bosna evinin pencereleri altındaki çocuk gürültüleriydi. Kışları mahallenin çocukları Kovaçi'nin yokuşlu sokaklarından kızakları ile salınırlar, yazları ise bugün şehitliğin olduğu yerdeki havuzda yıkanırlardı. Avdiya ve Malka Sariç'in hayatta kalan tek oğulları bir daha asla eskisi gibi olmadı. Geçmişe dair anılarından hiç söz etmedi.

Hem kendi hem de çocukları için en güvenli olanı da buydu. Anne-babasını, kardeşlerini getirdiği bu Saraybosna'nın üzerindeki gökyüzü adeta onun peşini bırakmıyordu. Fehim, Çarşı'daki Zmay firmasında çalışıyordu. Ayrıca cenaze işleri ile ilgilenen Bakiye'nin çalışmalarında da aktifti. Bugün de Bakiye'nin onursal üyeleri arasında ismi bulunuyor. Çalışarak hatırlamaktan kaçmaya çalışıyordu. Eski Bosna evinden sürekli başında bir fötr ile çıktığı, herkese selam verdiği ve kayıpları hakkında kimseyle konuşmadığı anlatılıyor. Çarşı'dan eve dönerken ise kapının eşiğini geçer geçmez başına fesini giyermiş.

Uykusuz geceler

Fehim'in büyük ve mutlu bir ailesi, 5 çocuğu ve kendisine bağlı bir eşi vardı. Ama yine de acısını her zaman, özellikle de uykusuz gecelerde yalnız yaşardı. İnsanın kalbinin ne kadar acıya dayanabileceğini onun kalbi biliyordu. Biz, 4 kişi olduklarını ve bir gece yalnız kaldığını biliyoruz. 16 ay önce ölen rahmetli amcamın sözlerini anımsadım:

"Burada artık yapacağım ne var ki? Kardeşlerim yanımda değil!"

İsoviç kardeşler de tıpkı Sariç kardeşler gibi dört kişiydiler. Fehim Sariç, çocuklarımın büyük dedesi, Amer'in anne tarafından dedesiydi. 1970'li yılların sonunda, Saraybosna'da hayatını kaybetti. Onun ailesinin yaşadığı trajediyi bu şehir ebediyen hatırlayacak.

Siz de hatırlayın çocuklar!