Borges ve Kemeraltı
Borges özellikle altmışların yetmişlerin Kemeraltı’sında bir-iki gün gezinseydi labirenti hemen sezerdi. Bir yeri labirent yapan şey onun karmaşık yapısından çok insana has bellek tökezlemesi yaratabilme kapasitesidir. Berkeleyvari bir zaman telakkisinin de labirent inşasında harcı yok değildir.
J. L. Borges 17-18 Mayıs 1986’da Amsterdam’daki Rai Kongre salonunda Fritjof Capra, Susan Griffin, R.D. Laing, Cloé Madanes, Rollo May’le birlikte bir konuşma yapacaktı. Assolist oydu hâliyle. Kendisine Türkçe ve Hollandaca basılmış iki kitabını imzalatmayı hayal ediyordum. Mümkün olmadı. Borges rahatsızlanmıştı, o yılın Haziran ayında bu dünyadan göçtü gitti. Yukarıda ismini verdiğim yazarların kısa öykü ve denemelerini basan Kaos dergisinin özel sayısını hâlâ saklıyorum. Bellek sobasının ateş tuğlası olarak kütüphanemde duruyor. “Borges ve Kemeraltı” denememin labirent ve bellek merkezli kısmını burada sizlerle paylaşıyorum. Yazarı defalarca İzmir’de Kemeraltı sokaklarını arşınlarken hayal etmişimdir. Sonunda kelimeleri bir araya getirebildim. Kemeraltı bir labirent. Ne kadar gezersen gez tamamını görmüşüm hissiyatı vermez.
- Aynı yerlerden, sattıkları her şey diğerleriyle bire bir aynı olan satıcıların önünden defalarca geçsen de zihnimizde çalışan “her an başka, her an diğerinden farklı” jeneratörü bizi aldatır.
Mevcudatın tümü ele geçmezdir ve sürekli bir devinim içerisindedir. Bir yerden bir şeyler getirilir, insanlar bunları alır götürür, ciddi ölçüde kayıt dışıdır. El işi azlığı tekdüzelik getiriyor. Çünkü elin becerisi, kifayetsizliği, malzemenin bolluğu ya da azlığı inanılmaz bir çeşitlilik oluşturur. Buna rağmen tıpa tıp aynı gibi görünen binlerce fabrikasyon mamul bize biraz farklı görünür. Bunu unutma ve hatalı hatırlama yetimize borçluyuz. Unutmak tekdüzeliğin ilacıdır. Borges özellikle altmışların yetmişlerin Kemeraltı’sında bir-iki gün gezinseydi labirenti hemen sezerdi.
Bir yeri labirent yapan şey onun karmaşık yapısından çok insana has bellek tökezlemesi yaratabilme kapasitesidir. Berkeleyvari bir zaman telakkisinin de labirent inşasında harcı yok değildir. Borges 1942’de yazdığı “Bellek Funes”-“Funes el Memorioso” adlı öyküsünde İreneo Funes adlı bir gencin her şeyi hatırlaması yüzünden büyük bir yükün altında ezildiğini, insan bedeninin bunu kaldıramadığını, attan düşme nedeniyle aldığı yaralar yüzünden çok genç yaşta ölerek kurtulduğunu anlatır.
Adı barış, huzur; soyadı eğlenceli anlamına gelen İreneo Funes bütün ayrıntıları hatırlıyor; bu benzersiz hatırlama yetisi sayesinde sayılar yerine kelimeler ikame ediyor, nesnelerin bozulmasını, dişlerin çürümesini ve ölümün yavaşça yaklaşışını derinden hissediyordu. On iki yaşında falandım. Başkan Kennedy’nin ABD’de suikasta uğradığı sıralardı. Üçkuyular’a adı henüz verilmemişti. Fahrettin Altay’a ise daha çok vakit vardı. Kemeraltı’nda olan biten her şeyi hatırlayan bir adamı dinledim. Kolonyacılar sokağında küçük bir imalathanesi vardı. Sadece limon kolonyası imal ediyordu. Adı İhsan’dı.Kolonyacı İhsan diyorlardı. Babamla gitmiştik. Kolonya alma bahanesiyle gelmiş iki adam daha vardı. Motor gibi eskileri anlatıyordu. Birisi on küsur yıl önce falanca dükkân dediğinde hemen sahibinin ismini söylüyor, şu anda ne iş yaptığını -Kemeraltı sınırları içindeyse- söylüyordu. Herkesi ismi soyadı ve tevellüdüyle tanıyordu. Kim öldü, kim yakında yolcu, kim teneşir kaçkını etiketiyle geziyor hepsini biliyordu.
Müthiş bir bellekti. Kemeraltı’nın canlı yakın tarih kitabıydı mübarek. Anlattığı şeylerin hiçbirini bilmiyordum, ama bilenler hayret vitesi büyültüp duruyordu. Ergenlik çağının hayhuyunda bir ara o adamı unuttum. Tekrar aklıma geldiğinde kırkların kara sularına girmek üzereydim. Babam ben yirmi yaşındayken vefat etti. Ona soramazdım, neyse ki, aile dostumuz İsmail Amca yardımıma yetişti. Boya atölyesini yaşlılık nedeniyle kapatmıştı, ama her gün iş gibi Kemeraltı’na gelip eşi dostuyla çay kahve içiyor, kıraathanelerde tavla oynuyor, akşam iş çıkışıymış gibi evine dönüyordu. Önünde bunu yapabileceği upuzun iki buçuk yılı daha vardı. Bay Hafıza denen Kolonyacı İhsan’ın seksen sonlarında öldüğünü ve onun yerini birinin alacağını, ama kim olacağının henüz belli olmadığını söyledi. Bu bir ananeydi. Kemeraltı vakalarını hatmeden bir hafız silsilesi vardı. İhsan Bey’den önceki vaka hafızı Rasim Mehmet adlı bir kunduracıydı. Adam İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşlılıktan ölerek postu kolonyacı İhsan’a bırakmıştı. İreneo ile Kolonyacı İhsan çok farklı.
Borges ve benzeri bazı yazarlar gerçekçi edebiyatla bağlarını kopardılar. Daha o zamanda bile Babil-Londra-New York’un inşa ettiği sentetik gerçeklikten, hakikatsiz gelecek fikrinden hem korktular hem de bunaldılar ve büyülü gerçekliğin başı sonu belirsiz labirentlerini inşa ettiler.
İhsan Bey evliymiş, üç oğlu varmış, karısı zeytinyağlı kereviz yemeğini çok güzel yaparmış ve bazen motor gibi dur durak bilmeden anlatırmış. Ağır ağır kelime seçerek konuşan İreneo ise genç delikanlı ve bekâr. Kolonyacı duyduğu şeyleri hatırlıyormuş en çok. Aklında kalmasın diye kitap gazete falan okumazmış. O sırada televizyon ve sosyal medyanın olmaması şansı olmuş. Bir yakın arkadaşıma bir gün yarı şakayla “İleride kendinle ilgili olarak benim de tanığı olduğum ya da bana anlattığın bir şeyi unutursan bana gel, benden dinle.” demiştim. Gençken yüksek sesle söylenen telefon numaraları bile aklımda kalırdı. Bu istidatım sonradan otobiyografik metinler yazarken çok işime yaradı. Şimdilerde yedinci on yılı doldurmak üzereyken bu tür iddialarda bulunacak durumda değilim, ama hâlâ yarım yüzyıl öncesine ait bir yığın ayrıntı zihnimde dans etmeye devam ediyor. Çocukken ve ilk gençliğimde ısrarlı rüyalarım vardı.
Bunları hatırlamaya devam ediyorum mesela, ama evvelsi gün yaptığım beş telefon konuşmasının beşinin de kimle olduğunu duraksamadan sayabileceğimden kuşkuluyum. Kolonyacı İhsan eskiden tanıdığı kimselere o sıralarda ne giydiğini, nelerden bahsettiğini söylermiş. Bu özelliği de fazladan seyirci çekermiş. Birçok kimse kendi belleğini tazelemek, nostaljik duygularla sarsılmak için kolonyahaneye gelir ve “Anlatsana İhsan Abi, ben hani çocukken buraya gelmişim. Ne giymiştim? Ağzım ne tür laf yapıyordu? Babam rahmetli neler diyordu benim için.” vb. falan diye sorarlarmış. Ne yalan söyleyelim adam sağ olsaydı bunu ben de yapmak isterdim şimdi. Kunduracı Rasim’in Üçüncü Beyler Sokağı’nın bitiminde küçük bir ayakkabı tamircisi varmış. Onun belleği de müthişmiş. Daha çok maniler, türkü ve şarkı sözleri, adı sanı bilinmeyen çoğu sıradan olan şairlerin şiirlerini ve en müthişi meyhanelerde edilen en uçuk sohbetleri kelime kelime hatırlıyormuş. Çarşıda iş tutan alüftelerin, parlakçıların, ispirtocuların, goygoycuların, bul karayı al parayıcı taifesinin falan hepsinin adını bilirmiş.
Küçük dükkânı yaz-kış ayakkabı tamiri bahanesiyle gelen insanlarla dolu olurmuş. İkinci Dünya Harbi sırasında kimine göre veremden, kimine göre sirozdan ölünce yerini kolonyacı almış. Bundan Kemeraltı’nda böyle bir sınırlı, insani bellek bankaları ananesi ve saklı bir silsile olduğunu düşünmeye başladım. Bunun da peşine düşmek lazım. Borges “Bellek Funes” öyküsünde bir yerde şöyle yazar: “Herbirimiz ölümsüzüz ve er ya da geç bütün insanların her şeyi yapacağını ve bileceğini biliyoruz. Babil, Londra ve New York’un hoyrat görkemleriyle insanların hayal gücünü zapt etmişlerdir; onların o kalabalık kulelerinde ya da hızlı hızlı gidilen caddelerinde hiç kimse, fakir Güney Amerika taşrasında bahtsız Ireneo’nun gece ve gündüz üzerine çöken aman vermez gerçekliğin hararetini ve basıncını hissetmemiştir.”(Hayaller ve Hikâyeler, İletişim Yayınevi. Çev: Fatih Özgüven) Ireneo bir öncüdür. Bana bir cyborg öncülü çağrışımı yapıyor. Cyborg dedim çünkü hisleri olmayan bünyedeki bir mega bellek asla yıpratıcı ve rahatsızlık verici bir yük değildir. Tamamen organik bir yapı bütün ayrıntıyı belleğinde tutabilse o bahtsız delikanlı gibi çok acı çekerdi.
Ayrıntıların dar bir alanda sınırsız çoğalmasının zamanla kara delik benzeri bir yapıya evrilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
Ayrıntıların dar bir alanda sınırsız çoğalmasının zamanla kara delik benzeri bir yapıya evrilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. İkinci Dünya Harbi sırasında Borges ve benzeri bazı yazarlar gerçekçi edebiyatla bağlarını kopardılar. Daha o zamanda bile Babil-Londra-New York’un inşa ettiği sentetik gerçeklikten, hakikatsiz gelecek fikrinden hem korktular hem de bunaldılar ve büyülü gerçekliğin başı sonu belirsiz labirentlerini inşa ettiler. Hippilik de dâhil bütün “izm”lerin bir kandırmaca ve oyalama taktiği olabileceği şüphesiyle labirentlere dalıp bir nebze rahat nefes almaya çalıştılar. Bu labirentler eskisi kadar olmasa da bugün hâlâ popüler. Altmış ve yetmişlerdeki refah toplumlarının okuru onu bağrına bastı. Diğer ülkelerde de bunun bir yansıması oldu. Türkiye bunlardan biridir. Kemeraltı’nın haritası yoktur. Yapılan birkaçı da işe yaramaz düzeyde kötü ve külliyen kifayetsizdir. Az sayıda da olsa mutena bir haritayı yapabilecek evsafta ustalar var, onlar bilerek bu işe kalkışmazlar ve kasıtlı olarak çırak yetiştirmezler.
Bunu iki nedenden yapmazlar. Birincisi Kemeraltı’nın fiziki beden olarak sayısız kopyaları olduğundan emindirler. Her kopya ayrıntıda da olsa birbirinden olabildiğince farklı kalsın isterler. Harita yapmak sayısız Kemeraltı algı ve izlenimini tıpatıp birbirine benzer hâle getirme çabası olacaktır ki, Yüce Yaratıcı buna asla izin vermeyecektir beklentisi hâkimdir. Diğeri bir batıl inançtır. Çok kaliteli gerçeklikle bire bir örtüşen bir harita yapılırsa bu haritanın bir parçasının yırtılması durumunda o yere denk gelen alanın yıkılıp gideceğini, gözden yiteceğini, kötücül birinin haritayı ele geçirmesi hâlinde tüm alana istediği gibi tahakküm edebileceğini ve hatta isterse kâğıdı yakarak tarihi çarşıyı tümden yok edebileceğini düşünürler. Borges bu temalı bir harita öyküsü yazmıştır malum. O nedenle bahsi geçseydi anlayışla gülümseyeceğinden hiç şüphem yok.
- ... Tlön Kemeraltı’na nüfuz edebilir mi? Bence artık mümkün değil, çünkü Tlön’ün yerini zamanımızda Dijital Kafes Gerçekliği aldı. Kendi nüfuz hücreleri işbaşında. Ortamı dijital toza, bilgi kirliliği sisine dumanına boğuyor.
Bu nedenle birinin Kemeraltı’nda Alef’i görme olasılığı neredeyse imkânsız. Alef’i boş meşgale olarak aratma kursları açılıyor. Tamam bunlar var, bazıları bayağı pahalı da üstelik, ama en elzem, en hayati olan soru sorulmuyor. Bu tarihi çarşının kendine has bir Beatriz Viterbo’su var mıydı ve varsa evi neredeydi? Bunu bilseydik toza dumana rağmen Alef’i en doğru yerde aramaya başlayabilirdik.