Bize “Tam Bir Dünya” bırakan şair: Edip Cansever

HABER MASASI
Abone Ol

Şiirlerinin kişilerini kalabalıklar içinden seçerdi. Trenler, meyhaneler, oteller, onun gözlem mekânlarıydı. “Kendine sığınıp, damıtılmış bir hüzünden yarar ummak insanı çürütür” derdi. Şiirinde de söylediği gibi “kaldı ki ben içimde gezmekten yoruldum.” Nereye giderse gitsin hep İstanbul’a dönerdi. Edip Cansever dipten gelen dalganın o sessiz öfkesini iyi tanırdı. Şiirleri ironiktir: “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır” Yenilgilerden güç alarak ayağa kalkmamız gerektiğini söylerdi. Şiir dilini yeni anlatım biçimleriyle, yeni imgelerle kurmayı başarabilmişti.

Bir kent şairi Ömer Cansever

Bütün İkinci Yeni şairlerinde olduğu gibi Türkçeyi son derece kıvrak ve sade kullandı. Belki de dizelerindeki gelgitler okuyucu için çok zor ve boğucu bir kargaşanın yansımasıydı. Şiirlerindeki umutsuzluğu, yalnızlığı okuyucuyla büyük bir ustalıkla buluşturdu. Edip Cansever’de yarına ait bir umut vardır. Çünkü halkının savaşında en büyük silahtı umut ona göre. Bizi de belki onun deyimiyle bir karanfil büyüttü.

Edip Cansever ataerkil bir aileden geldiği için daima aile yaşantısına çok önem vermiştir. Çocuklarıyla olan ilişkilerinde babalık görevini ihmal etmediği gibi, özel bir arkadaşlık kurmuştur. Onların problemlerine çözüm arayan, ancak çözüm üretmeyi de gene onlara bırakan bir kişiydi. İnsan ilişkilerindeki, incelikleri dürüstlüğü hep ondan öğrendik. Bize öğüt vermeden sanki ortaya konuşurmuşçasına söylediği sözler bugün hâlâ kulaklarımızda çınlamakta. Ben kendi adıma bu yaşımda keşke babamı baba olarak değil de sadece bir dost olarak kabul etseydim diyorum.

Edip Cansever herkesin bildiği gibi dostlarıyla birlikte evde masa başında saatlerce oturmayı, sohbet etmeyi çok severdi. Annem de bu yüzden güzel yemekler yapar, birçok konuk ağırlardı. Meyhanelerde peçete üzerine mısralar yazar, ama bunların bazılarını beğenmeyip ertesi gün yırtıp atardı. Genellikle sabah öğlene kadar odasına çekilir, saatlerce çalışırdı. Şiir yazdığı zaman, yanına ancak bir kahve molasında girebilirdik.

Edip Cansever.

Edip Cansever yaşamını hep renklendirmeyi bildi. Heyecanların, dostlukların, sohbetlerin, masaların adamıydı. Belki de annemle bıkmadan gezmeleri bu yüzdendi. Ama annemin ev düzeni de onun daha iyi ve sağlıklı yaşamasını sağladı. Barok müzik severdi. Bach, Vivaldi dinlerdi. Ama Klasik Türk müziğini de dinler, hele Selahattin Pınar’ı çok severdi. Resim denince de hemen Orhan Peker olduğunu hatırlıyorum. Teknesi Dalyan koyunda durur, yazın her hafta sonu Adalar’a giderdik. Cumartesi gecesi bir koyda yatılır, midyeler pişirilir, ertesi gün tekrar dönülürdü. Teknenin bir adı yoktu. Ancak dostları Reisin Teknesi derdi.

Dalyan’daki masamızı asla unutmayacağım. Bir keresinde evin içinden balkona kadar uzatılmıştı. İçecekler, yiyecekler yavaş yavaş tükenir, şarkılar, sohbetler bütün gece sürerdi. Babam 1986 yılında Bodrum’ da oturmaya karar verdi. Daha doğrusu yılın yarısını İstanbul’da, diğer yarısını Bodrum’da yaşamak istiyordu. İlhan Berk’in de yardımıyla küçük bir yer aldılar ve 1986 Mayıs’ında annemle Bodrum’a gittiler. Büyük bir keyifle evin bütün eksiklerini giderdiler, eve eşya aldılar. Çok heyecanlıydı. Burada şiir yazmak, çalışmak istiyordu.

Babamın şiirlerinde insanın varoluşunu, aşkı, özgürlüğü ve hayatın anlamını sorgulayan derin bir düşünce bulunurdu. Onun şiirleri, zamanın sınırlarını aşıyor gibi ve evrensel bir boyuta ulaşırdı. İçinde kaybolabileceğim bir deniz gibi, halen hislerimle oynar ve beni başka bir dünyaya götürür.

Benim en büyük ilham kaynağıdır halen. Onun kalemi altında şekillenen dizeler, benim de kendi düşüncelerimi ifade etme cesaretini vermiştir hep. Şiirlerindeki derinlik ve özgünlük, beni daha da yaratıcı olmaya teşvik etti.

Kelimeleri, benim de duygularıma tercüman oldu ve içsel bir yolculuğa çıkmamı sağladı yıllarca. Şiirleriyle beni etkileyen, düşündüren ve hayata dair yeni bir bakış açısı kazandıran Babam Edip Cansever’i her zaman saygı ve minnetle anarım. Şiirleriyle dünyayı keşfetmek, kelimelerin dansına eşlik etmek ve onunla aynı duygusal yolculuğa çıkmak benim için büyük bir onur. O ve şiirleri benim için bulunmaz, eşsiz bir hazine ve bana her zaman ilham veren bir kaynak.

Kendi kendini ikna etmeye çalışan şair İsmail Kılıçarslan

Edip Cansever’e ilk kez Salıncak’ı okuduğumda vuruldum. 18 yaşımdaydım. “Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür / Tanrım bize bir salıncak! / Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri / Bir daha, bir daha, bir daha / Unutmak unutmak unutmak / Tanrım! / Taş kesilmemek için taş / Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz”

Şiirleriyle tanıştığımda ve geceler boyunca Edip Cansever’e çarpıldığımı hatırlıyorum. O, İsmet Özel, Cahit Şerifoğlu, Turgut Uyar, Ece Ayhan ile geçen geceler. Hepsinden ayrı Edip Cansever, kendi kendine konuşur gibi, kendini ikna etmeye çalışır gibiydi. Dünyadaki varlığını iki ayrı insanmış hissiyatıyla ispat etmeye çalışıyordu sanki. Biri Kapalıçarşı’daki antika dükkanının üst katında oturuyormuş ve canı çok sıkılıyormuş da şair de onu bu sıkılganlığa ikna etmeye çalışıyormuş gibi.

İnsanı içeriden duyan şair Ömer Erdem

Edip Cansever 1950 sonrası Türkiye modernleşmesini kentli bilinçle erken okumuş ve kentin geçmişiyle bugünü arasındaki taraklı insan meselelerini içerden duymuş bir şairdir. Dünya ve Türkiye’de öne çıkan parçalanmış modern bilinci yarattığı gerçek fakat mutlak şiirsel personalarla dışa vurmuştur. Anlatıcı benin yaşamla birlikte yol alması ve açık lirizme dayalı kentsoylu davranış biçimlerini sosyolojik ve tarihsel arketipleri atlamadan birleştirmiştir. 2. Yeninin başat fakat onu özellikle İstanbul kültürüyle ilerleten şairidir.

Benzersiz Sıkıntı Rıdvan Tulum

Şiirinin teknik meseleleriyle ilgilenmediğim, ilgilenmeyi göze alamadığım tek şair. Onu saran ya da sardığını düşündüğüm sıkıntı, bütün teknik/teorik meselelerinin ötesinde.

Yerinden memnun değildi ama yerini de değiştirmeyi göze almadı, alamadı, yerini değiştirse bile yine büyük bir memnuniyetsizlik duyacağını biliyordu.

Ömrü boyunca yerini yadırgayacağını peşinen kabul etmiş insanın yaşayabileceği en büyük sıkıntıyı ruhunda taşıyan biri Cansever. En azından bende uyandırdığı şey bu. Büyük bir dikkat ve büyük bir dalgınlık. Irmaklardan bile öte. Şaire en yakışan şey onda var: Dalgınlığın dikkati.

Ondaki bu müthiş yerini yadırgamak ve sıkıntı, sadece ona özgü olduğu için modellenemez ve sonraki kuşaklar tarafından taklit edilemez ve etkiye konu olamaz. Belki de her seferinde şiirindeki teknik meseleleri göz ardı edişimiz de bundan. Hepimiz ondaki “sıkıntının” sadece ona mahsus olduğunu ve bizde durmayacağını çoktan kabul etmiş durumdayız.

Cemal Süreya’nın “fazla şiirden öldü Edip Cansever” deyişi bile aslında ondaki sıkıntıyı anlamamız için yeterli. Çünkü fazla şiir aynı zamanda fazla insanlık hâli deneyimidir. Cansever’in şiirlerinde karşılaştığımız şey, sadece kendisi değil, yerine geçtiği -kurmaca ya da gerçek- başkalarıdır. Ruhi Bey, Çağrılmayan Yakup ve diğerleri.

  • Aslında Erdal Öz’e yazdığı mektupta bütün bunları söylemişti:
  • “Müthiş sıkılıyorum. Daha kötüsü, insanlardan soğuyorum galiba. Oysa ben onlarsız, onlara güvenmeden edemem...”

Sadece Edip Cansever kalsa şairlerden Mehmet Zana Öngenç

Kapalıçarşı’da bulunan babasından miras antika dükkanının asma katında günün büyük bir bölümünü şiir çalışarak geçirirdi. Burası onun şiirlerindeki Türkiye’si ve dışarıyla diyalektik bir ilişki kurduğu yerdi aslında. Cansever, buradan seyrediyordu halkını. “Gece / Olur da karanlık basarsa geceye / ve halk uyur da yalnız / polisler düşerse sokaklara / o zaman / en iyi şairler ölür.”

Halkını, kültürünü ve tarihini bir şekilde taşıyabiliyordu şiirine. Türkiye’nin ıstırabını, değişimini, dönüşümünü; halkının bu değişim içerisindeki çırpınışını, yoksulluğunu. Mahzundu. Tarihin o eşsiz aydınlığını bugünün karanlığında hissediyordu. Şiirden başka sığınağı yoktu; yaratılış gayesi sanki şiirden başka bir şey değildi. İnsanı ve Türkiye’yi merkezde tutarak düşüncenin şiirini yazıyordu; hatta bir şiirin düşünü.

  • “Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.”

Türk edebiyatına armağan ettiği o büyük külliyatın diğer kahramanı, ortağı Jak Salhoşvili idi. Jak Bey, dükkânın bütün işleyişini üstlenmişti. Cansever’i rahatsız etmez, kendi halinde bırakırdı. Bir araya geldiklerinde ona, tanık olduğu acayip hikâyeler anlatırdı. Bu imajlar, görüntüler, hikâyeler şairimiz için devasa şiirlere dönüşüyordu.

  • “Küçüksu çayırını şantiye yapmışlar İşçiler beton döküyor, demir eğiyor, zift kaynatıyor Vakit öğleyi geçti çoktan, yemeklerini yemiş olmalılar Coca-Cola’ya doğrayıp ekmeklerini İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz Ben görür müyüm bilmem, ama kuracaklar mutlaka”

Edip Cansever, 58 yıllık ömrüne 17 şiir kitabı sığdırmıştır. Henüz 19 yaşındayken çoğunlukla Garip hareketinin etkisiyle yazdığı şiirlerin bulunduğu İkindi Üstü (1947) kitabının yeni baskısını yapmamış, hatta buradaki şiirlerini reddetmiştir.

Cemal Süreya, onun fazla şiirden öldüğünü ifade eder. Abartı değil bu. Şiiri hayatın yedeğinde taşıyan bir şair değil, topyekûn dünyayı ve ona dair her şeyi şiirin yedeğinde taşıyan bir şairdi Edip Cansever.

Şiirleri birbirinden ne kadar ayrı gözükse de birbirlerini tamamlamış, bir bütün oluşturmuştur. Onun şiirindeki hayata dair her detayın izahı, gerçekten de Hüseyin Cöntürk’ün bir yazısında ifade ettiği gibi bize “tam bir dünya” sunmuştur. Öyle ki, halkla beraber gülmenin düşüyle yazdığı şiirler, o tam dünyayı armağan etti bize.

“gül, gül! diye bağıracak çocuklar bütün herkes, hep bir ağızdan: gül!”

Entropiye doğru Edip Cansever Hakan Şarkdemir

Bugünün şairi nesneler, göstergeler, linkler arasında gezinirken cılız bağlantılar kurar. Yeryüzünün parça parça öldüğü yerde unutulmuş bir dünya örneği yakalar. Bu sıradan, çelimsiz, fark edilmesi güç olan şeyi şiirin lehine çekip alabilmektir bir bakıma bugün için şairlik. Buna ben aleladeden doğan fevkalade diyorum. Bunun her şiirde her defasında benzer tarzlarda da olsa bambaşka sonuçlar ürettiğine şahit oluyorum.

Yeni şiir, büyük ya da büyülü gerçeklerden, değerlerden değil de sanki hep ufak tefek, gelip geçici, önemsiz yaşamaya ait kırıntılardan filizleniyor. İnsanın öncesi yok bu şiirde ya da insanı önceleyen bir şey yok. Ama bir özne olarak o biricik insanı ve salt insanca yaşamayı bulmak da güç. Dünyaya bakışımız değilse de dünyayla kurduğumuz diyalog bakımından ne Garip akımına ne de İkinci Yeni şairine benziyoruz. Ne tek başına alelade bizi çekiyor ne de fevkalade. Biz daha çok bu ikisinin değiş-tokuşuyla ve yer değiştirme oyunuyla ilgiliyiz. Yolculuğumuz dünyayla kayıtlı olmak bir yana, aksine dünyadan kaçışla son buluyor. Dünyayla kurduğumuz diyalog ise, Groys’un ifadesiyle öncelikle internet üzerinden gelişiyor. Öyleyse WhatApp’taki arkadaşlar kadar WhatsApp da arkadaşımız.Gerçekleri dış dünyada aradığımız gibi Google arama motorunda da arıyoruz. Yalnızca kitaplara değil artık, makineye, yapay zekâya da danışıyoruz. Sözcükler, kavramlar ve imgeler, bulutlar gibi başımızın etrafında kümeleniyor. Belki de İkinci Yeni şairi, “mısra işlevini yitirdi”, “şiir geldi kelimeye dayandı” derken bilmeyerek de olsa böylesi bir dünyayı öngörüyordu. Yine de onlar, dünya merkezli ve insan odaklı bir şiirin peşine düştüler. Sezai Karakoç’un deyişiyle neo-realist akımın şairleri, evrenin ve gerçeğin anlamını insanda aradılar; insanın değişmez yanlarıyla otobiyografyasını ortaya koymaya çalıştılar. O değişmezlik olgusu, bize pek uzak artık. Ne var ki, Edip Cansever gibi bir şair söz konusu olduğunda böylesi bir denge hâli, her koşulda poetik hareketi başlatmaya dayanaktır. Şairin yalnızca şiirinde değil şiir düşüncesinde de belirgin bir ilkedir.

Bana kalırsa Cansever’in şiire katkısı, kaybolan, parçalanan insan ruhunu huzura kavuşturmadan, birleştirmeden onarmaktır. Bir konakta, bir otel odasında, bir parkta, bir lunaparkta ya da bir tenis kortunda devinen insanlar, kendi devinimleri içinde birleşmeden kalırlar. Keskin bir gaganın kopardığı bir elmas gibi parça parça ama insan olarak kalırlar. Hayat ile ölümün kıskacında entropiktir Cansever’in şiiri. Entropik şiir diye bir şey varsa elbette Türk şiirinde entropinin usta bir temsilcisidir Cansever. Gerçeklik fragmanlarını şiire ait devinime sürükleyen uzman bir kaynak işçisidir, bir dökümcüdür, bir tragedya ustasıdır. Zaten bilmediklerine, tanımadıklarına doğru sürüklenen bir gezgindir şair. İnsana ve evrene ait temel bir düşünce, bir yasa, şairin zihninde ve dilin akışkanlığında fraktallaşır. Nesneler, imgeler, sözcükler onun eserinde insana doğru sürüklenip göçerler. Fakat şiire ait o durgun akış, o kuru salınım hareketi, o ağır devinim, bir yineleme ilkesine bağlı kalsa da kolayca modellenemez. Orada fraktallaşan tek başına insan mıdır, kendiyle konuşan insan mıdır, topluluk içindeki insan mıdır yoksa Cansever’in şiirindeki her karakter tek bir insanın parçaları mıdır bilinmez. Öyle ya da böyle şair, “Ben’i fazlalaştırmaya” çalışır. Farklı gözlerle nesneye bakmayı dener. Bir ağacın dallarından fışkırır gibi beliren insan yüzleri bazen birbirine benzer, bazen de benzemez. Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydir insan. Her şeydir. Nesnenin şekline bürünür. Nesneler de insanın kökünden dünyaya doğru sevgiyle ya da endişeyle durmaksızın akar. İnsan kendi yolculuğunda böylece kendi yarattığı yoldan geçer. Orada gündelik hayatı keşfeder. Fakat neredeyse zamansızdır Cansever’in gündelik olanın altında eşelediği gerçek. İcat edilmiş bir şey değil de sanki öncülü olmayan bir fotoğraf makinesidir şiir. İnsanı anlatmanın bir bahanesidir.

Şiirde gerçekleşen hareket ister istemez şiirin teorisine de bulaşır. Mısra ölçü olmaktan çıkarken yerini düşünce alır, us alır. Şiir yapılan bir şeydir artık. Tek sesli şiirden çok sesli şiire, kısa olandan uzun soluklu olana, imgenin/anlamın monolitik krallığından, çok parçalılığa, yani dramatik şiirin kalabalık çölüne geçişte cümle, düşünceyi, düşüncedeki devinimi, parçalılığı, hep birlikte bir kütlesel akışı yansıtır. Tıpkı yaşama dünyası gibi şiirin evreni içinde de dirlik ve düzenlik geçicidir. Geriye sorular, nesne kılığına bürünmüş insana doğru çoğalan insanca sorular kalır. Bu yüzden Cansever şiiri, bütünüyle dağılıp gitmese de dağılıp gitmeyi arzular gibi öylece parça parça insanı, toplumu, evreni arar.