Bir popüler kültür anarşisti olarak; Yıldız Tilbe'nin 'delilik' hakkı
Dünyayı kalıplaşmış kurallarıyla birlikte tümden reddetmek ve kendi zihin evreninden -içinde yaşadığımız sert gerçekliğe karşı- meydan okumak tek kişilik bir gösteridir, hala anlamlıdır, rasyonel olmasa bile makbuldür ve tam deli işidir.
"Ruh hastası öyle kolay olunmuyor, mesela ben yıllarımı verdim."
Yıldız Tilbe
Modern hayatın bunalımlı duyuş evrenlerinden (iç ve dış) kurtulmak ve sürdürebilir bir zırh kuşanmak için ‘delilik’ önemli bir silah ya da imkan olarak yanı başımızda duruyor. Hatta, neredeyse kocaman bir kaçış planı kadar cazip ve tercih edilebilir bir alt seçenek olarak (art) masada hepimize göz kırpıyor. Modernizmle birlikte gelişen deliliğin somut dışa-vurumu, cephe gerisinde devam eden psikolojik bir savaşın üniforması olarak kültürel bir kodlamayı da çağrıştırıyor aslında. Deliliğin tıbbi terminolojideki karşılığının ağır kalıcı zihinsel bozukluk olması gerçek meselemiz değil, kavramsal anlamda zihin kontrolünü yitirmek yalnızca tıbbi bir mesele olarak tanımlanamaz. Çünkü insan gerçekle mücadele etmekten yorulur bazen, gerçeği bir süreliğine ‘kırılmaya’ uğratmayı isteme hakkı, meşru ve anlamlıdır. Ortaçağ Hristiyanlığında şeytan olarak taşlanan, cadı avına özne olan delilik müessesesi, tekdüze işleyişin dayattığı kolektif konforun bozulacağı ve toplumsal olanın zedeleneceği zannıyla lanetlenmiştir biraz da. Delilikten ve delilerden korkmanın arka planı, uzun bir bilinçaltı okumasına açıktır ve evet, korku bulaşıcıdır.
Deliler Allah’ın casusları mıdır, bilinmez.
Michel Foucault’un önemli araştırma sahalarından biri olan delilik, Fransız Devrimi’nden önce toplumsal bazda farklı bir yaklaşım ve davranış biçimiyle taçlandırılmışsa da, Foucault’a göre bu statüsü, -hızla- önce suça, sonra da hastalığa indirgenmiştir. Post-modern çağın pek hoşlanmadığı delilik, tıbbi değil, daha çok kültürel bir meseledir.
Modern zamanlarda kendi köşesine sıkışan delilerin tavırlarının, kişisel bir protesto şekline daha yakın durduğunu söyleyebiliriz.
- Dünyayı kalıplaşmış kurallarıyla birlikte tümden reddetmek ve kendi zihin evreninden -içinde yaşadığımız sert gerçekliğe karşı- meydan okumak tek kişilik bir gösteridir, hala anlamlıdır, rasyonel olmasa bile makbuldür ve tam deli işidir.
Dayatılan doğruları pek önemsemeyen, kendini sakınmadan sözünü söyleyen ve ticari-dünyevi- mesleki kaygılarla ilgilenmeyen bu kişisel protesto akımının son yıllardaki en popüler temsilcisi -arızalı halleriyle meşhur- pop şarkıcısı Yıldız Tilbe’dir.
Yaşadığı çalkantılı hayatı ve unutulmaz besteleriyle 90’lar Türkiye’si için önemli bir figür olan Tilbe’nin, pop müzik icracısı olmasına rağmen çok daha geniş bir kitleyi etkilemiş / yakalamış olmasının gerekçeleri, kişilik ve müziğini eşit oranda kapsar. Hafif arabesk tınılara değen ses rengi, melankolik-umutsuz kadın imajı ve dinleyicilerini ruhunun uçurumlarına davet etmesi, Tilbe açısından samimiyetiyle ördüğü müzikal kozasının şifrelerini de içerir. Şarkılarının içinde yaşayan/nefes alan bestekar-yorumcu kimliğiyle bir başınalığını kutsayan Tilbe, konuşmaları, açıklamaları, röportajları ve tweetleriyle ‘steril’ olmaktan çok uzakta bir profil çizer ve bu durumunu asla dert edinmez. Varlığına peşinen ‘kara’ ilanı vermiş ve şöhretine çizilen sınırlar içinde yaşamayı reddederek ‘kendi’ gibi olmayı tercih etmiştir çünkü. Popüler kültürün sinir uçlarına dokunmasını böyle de anlayabiliriz. Yani bu noktada bir imaja değil tümden imajsızlığa tutunarak müzikal kozasını çelikleştirme meselesinin Tilbe’nin ruhuna özel bir savunma sanatı olduğunu söylemek de pekâlâ mümkün.
VAROŞ RUHLU PUNK YILDIZI YA DA NİHİLİST BİR BERGEN
Delilik bir akıl-dışılık değil, toplumsal bağlamda uzlaşılmaz olmaktır. Müzik piyasasının kurallarına göre oynamayarak biricikliğini cümle âleme ilan eden kara-kuru bir kızın, imparatorun tahtına bile hiç çekinmeden tekme atıyor olması mühimdir. Yerini yadırgayan bir uzlaşılmaz olarak, uzlaşmaya hiç niyeti olmadığını “o kadar kolay sanma delikanlım” dediği günden beri her defasında (Sezen Aksu’ya yaylım ateşi açtığı ‘Ey’ şarkısı da buna dâhil olmak üzere) yine ve yeniden tekrar ediyor zaten. Varolmayı kendi gibi olmaktan ayrı görmemek, bir popçuya göre oldukça radikal bir hal.
Yıldız Tilbe, her hali ve tavrıyla ayrıksı olmaya oldukça teşne bir figür. Umursamazlığı bile üstünde çok güzel duruyor. Kuralları pek sevmiyor. Güzel olmanın kıstaslarını ve dayatılan estetiği reddederek sahnede de hayatta olduğu gibi ‘kafasına göre’ oynaması, ‘oyun’un kurallarına riayet etmeyeceğinin göstergesi. Oynamasının ‘çirkinliği’ bu açıdan önemli aslında. Yaptığı aşırı yorumları, politik duruşu, lümpen havası, hayat bilgisiyle ulaştığı kendine özgü anarşist ve nihilist üslubu, bir noktaya kadar ‘samimiyetiyle’ eşdeğer bir ‘deli kız’ imajını beslese de, Tilbe’nin anlam evrenini ona bir derinlik izafe etmek için tahlil etmeye kalkışmak başka bir çılgınlık denemesi olur. İkonlaştırıldığı alana ait biri değil çünkü ve oradan konuşması/vaaz etmesi teknik olarak imkânsız zaten. Yıldız Tilbe’ye güvenip devrim yapmaya kalkmayın diye söylüyorum. Öykücü Mahir Ünsal Eriş’in kitabına farkında olmadan yaptığı isim analığıyla edebiyat dünyasına da sızan Yıldız Tilbe’nin ruhunda mebzul miktarda ‘gelene razı’ bir şükür hali mevcut elbette; ‘olduğu kadar güzeldik’.
Yıldız Tilbe, Edith Piaf melankolisi ile Kibariye samimiyeti arasında bir yerde duruyor ama aslında ikisi de değil. Özellikle ‘sempati’ alanı Kibariye’yle özdeş gibi görünse de, Tilbe’nin arızalı ruhu ve yorumculuğunun yanında kendi şarkılarını da yazıp-bestelemesi oldukça ayırt edici bir fark. Neşeli roman Kibariye’ye göre, kederli bir şiirdir Tilbe. Kış Güneşi’ni bekleyen filtresiz bir anlatıcı olarak, açık bir şekilde, ‘arızalı’ halinin serencamını sorduklarında şöyle cevap vermişti mesela; "Üç kere Balıklı Rum’a, iki kere Lape’ye yattım yavrum! Ama akıllı çıktım."
Yıldız Tilbe tek kişilik bir protesto şekli.
Bakunin’le arkadaş, demini çoktan almış, dünyayı reddetmeye meyyal. -Sanılanın aksine- yalnızca kendini protesto ediyor olma ihtimali bile mevcut. Kahramanı olduğu bir hayatı yok, mağduru olduğu bir gerçekliği var. Üzerinde bir savaş üniforması gibi duran deliliği bu sebeple anlaşılır. Cephe gerisinde sıkıcı gerçekliği kırılmaya uğratmaya çalışıyor. ‘Aşırılığı’ bir öfke nöbeti değil, klişeyi bilinçli bozuma uğratma eylemi. Söyledikleri toplumsal olana göz kırpmıyor, sözü hesapsız-kitapsız. İçinde bir ‘Alev Alatlı’ yaşamıyor elbette. İçtenliği Kibariye’nin içtenliği gibi değil, ona pek benzemiyor. Daha sade ve daha derin. Melankolisi ticari değil, sahici, ruhu uçurumlarla kaplı, sesi yakıcı. Olduğu kadar güzel. Tüm deliliğinin ve kırgınlığının önsözü, eğer Aşkperest albümünün girişine yazdığı ‘Kendime Mektup’’ isimli şiirinde saklı değilse, kesinlikle şu sözünde saklıdır; ‘’aradığım samimiyeti kendimde buldum.’’