Bir kutlu hikayesine giremeyecek tipler işte
Bir aziz konuşur. Tanzimat’tan ses gelir. Amasyalı uzman çavuşlar semiz eşkıyalara şöyle bir bakıpdururlar o köşede öylece. Öylece bir köşede dediğime bakmayın siz, tüm köşe başları tutulmuştur.Gözlerini yıldırımlar yalar Amasyalı uzman çavuşların. Ağır yüktür Türkiye, kemikleri çatırdatır.
“Çok fazla fedakarlık, kalbi güçlü kılar”
Düşmanı Korurken - 2012
Türkiye bir rüyasızlar ülkesidir. Az rüya, az tabir, hep kâbus, çok uyku. Uyku önemli. Kemik gelişimi için, bilhassa. Ağır bir yük kaldırmak isteyen herkes için, özellikle. Herkes için demokrasi, soldan-sağa ya da sağdan-sola hep dört heceli. Kapısı ne zaman çalınsa evde yokmuş gibi davranmaya mecbur bırakılmış bir toprak parçası, üç tarafı denizlerle çevrili. Oysa her daim evde ve her daim misafir karşılamaya hazır, belki de bin yıldır. Jacques Derrida’nın travmatik kültürel cinayetlerin işlendiğini ihbar ettiği rüyasızlıklar ülkesi; “En route”, ileri, büyük yolculuğa devam! İleri marş! Nasıl da travmatik!”
- Mandolinle zorla Mozart çaldırılan köy okullarındaki çocuklar geliyor bazen aklıma. Kurtuluş Savaşı sırasında bir Anadolu köyüne yerleşen paşa oğlu Ahmet Celâl’in anı defterinden sen ne anlıyorsun? Nasıl yani Çalıkuşu bir Osmanlı muallimesi miymiş şimdi?
- Mandoline sıkışmış kalmış bir ülkenin geleceğine bakıp bakıp, Ulus’a sokulmayan saz âşıklarının hatrına dertli bir uzun hava patlatmak istiyorum. Havam yerimde ama sesim yetmiyor, ‘bir ülkenin geleceği’ konulu bir kompozisyon yarışmasının tam ortasında kalıyorum sanki. Bir ülkenin geleceği, endişe ve vaat dolu bir ifade. Nedense en fazla Elif Şafak kadar endişeli olabiliyorsunuz, kaygılarınız imajlarınızın üstünde ne kadar da şık duruyor öyle matmazel!
Şunu ajandalarınıza kaydedebilirseniz sevinirim; İngiliz basınına demeç verirken, sözgelimi, ‘seküler demokrasi tecrübesi’ne atıf yapmak önemlidir. Bak ama mesela, minarelerden ezan sesinin yeniden yükselebilmesi için seçim sonuçlarının kesinleşmesini beklememek de bir demokrasi tecrübesidir. İrfani bakış falan diyorlar buna televizyonlarda, dikkatini çekmiştir senin de mutlaka. Bir karikatür var, gazetenin tam ortasına yapıştırmışlar, dört köşe punto; otomobille temsil edilen Latin harfleri, deveyle temsil edilen Arap harflerini hızla geçiyor. Teknikten güç almış bir espri, başarılı. Ama fazla da üzülme, hayat geçiyor. Öyle de böyle de ayrılıktan kaçılmıyor diyor Derrida.
Amerikalı bir Türk söyleyince hatırladık ya tekrardan, onu diyorum. Tam da unutmaya başlarken, Savurlu bir aziz 150 yıllık Tanzimat sancısıyla gömdüğümüz ‘gavur’u sandıktan çıkarıp koyunca dümdüz önümüze… Salaklık endüstrisinde olur böyle şeyler. Saygın bir Nobel alan ama bilimin prestijini kullanarak nefret söylemi üretebilen bir Türk, aksanlı falan konuşuyor üstelik. Kalbinde bir aksan görünmüyor, kalbi yerli yerinde belli ki. Gâvur falan diyor, hayır bi duyan olsa rezil olacağız dünya âleme. Arada bilimin hatrı olmasa batı-yakası cephesi sakinlerinin bir azizin nefesiyle uçacak halleri de yok ya, neyse ki kansere çare bulmuş adam, yapacak bir şey yok artık. Kansere çare bulup BBC’yi eleştirmek tüylerimizi ürpertse de durum bu. Yok mu kardeşim şu adamın babasının bi bavulu falan?
Bir aziz konuşur. Tanzimat’tan ses gelir. Amasyalı uzman çavuşlar semiz eşkıyalara şöyle bir bakıp dururlar o köşede öylece. Öylece bir köşede dediğime bakmayın siz, tüm köşe başları tutulmuştur. Gözlerini yıldırımlar yalar Amasyalı uzman çavuşların. Ağır yüktür Türkiye, kemikleri çatırdatır. Temizlikçi Vesayet’in toz bezlerinde yazar asıl hikaye, dikkatli okunsaydı zaten görünürdü; istikrar senin neyine?
- Yani beyim Muhsin Beyler ile Ali Nazikler arasında geçmiyor ki bütün kavga. Evlerinin önü boyalı direk… Bir sabah Milliyet Gazetesi’nde devlet sanatçısı Suna Kan’ın açık bir mektubu yayınlanır mesela. “Devlet Konser Salonu’nda böyle bir konser verildiği takdirde devlet sanatçılığı unvanını iade edeceğim” der devletin sanatçısı. Nasıl bir konser ki acaba bu? Yerli bir konser, hatta tarihte bile önemli bir yer’e sahip koca Itri’nin konseri.
Suna Kan parmağını büyük bir cesaretle Itri’ye doğru sallıyordur, sallanan parmakların sayısı artınca yapılamaz tabi o konser ve dahi kırk yıl boyunca hikayenin tamamı böyle. Fabrika ayarlarına sıkışan bir kıymık gibi. O parmakların izleri uzunca bir süredir bilinçlerimizin alt kısımlarını işgal ediyor. Ama ben sana gülüm derim, sen şimdi yine Kemalizm anlar sın matmazel. ‘’Gelin bilkent’te iç mimari, baba koç’ta genel köle / Her gramı çok değerli elli iki kilo anne /Zaten amaç elli iki yıl sonra / Hiç bakılmayacak fotoğraflarda en iyi yeri kapmak’’
Sonra veya önce, ya da takriben bin yıldır olduğu gibi; 23 Nisan 1922 sabahında Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayımlanan bir Yahya Kemal yazısıyla kalplerimize gelen o ferahlık da ne ola ki? ‘Ezansız Semtler’ başlıklı bir yazı, sanki alınyazısı. Tane tane, yüksek sesle okur musun bize onu? Hem Suna Kan varsa, Çinuçen Tanrıkorur da var, o kısmı hiç kafana takma.
Biliyor musun? Türkiye’yi sevmek ile tek sesli müziği sevmek aynı şeydir aslında. Sen bunu da bi düşün istersen.
*Bu yazı Osman Konuk ve Süleyman Çobanoğlu şiirleri içerir.