Bir hülya için ağıt

İBRAHİM HALİL ÜÇER
Abone Ol

Tahayyülü keskin bir şekilde fark etmemizi sağlayan hakiki idrakten mahrum olduğumuzda, hayal gerçeğin yerine geçer. Etkilenimler katmanında yaşar, orada hayranlık duyar, orada nefret eder, orada sevinir, orada üzülürüz. Sırrını kaybetmiş özgürlük hülyası, ikna canavarlarının hayatlar, ölümler, aşklar ve isyanlar imal ettiği bir kâbusa dönüşür.

Eylemlerimiz için neden aramak ya da neden belirtmek zorunda kalmasak hayat belki de daha güzel olurdu. Arzu ederim ve arzu ettiğim şeyi, arzu etmemden başka hiçbir gerekçeye bağlamaksızın yaparım.

Gerçekte insan fiillerinin sosyal, biyolojik veya psikolojik şartların egemenliği altında her türlü özerklikten yoksun olduğunu söyleyen indirgemeciler de mevcuttur.

Hatta arzularım planlanmış bir amaca hizmet etmediği için arzularımın fena neticelerinden beni sorumlu tutmayacağınızı bile umabilirim. Sizden bunu umdum diyelim, içime saklanan o küçük insan beni rahatsız etmeye başlamaz mı: “Neden böyle bir şey yaptın ki?” Gide’in Lafcadio’suna kalsa bunu sormaz. Onun garip ve nedensiz eylemlerinden geriye sadece bir iç boşluğu kalır. Böyle bir eylemi hayal etmek zor olsa bile bu konuda Gide bize yardımcı olur: Karanlık bir gecede yol alan trende aynı kompartımanı paylaştığınız masum bir adamı öldürmek için elinizin hemen altındaki kapı kolunu çevirmek ve yol boyu uzanan ışıkları gözetlemekten başka bir şeye ihtiyacınız yok. Lafcadio bir cinayet işlediğinin farkında mıdır? Evet, ama bunun bir nedeni yoktur. Kötü karakterli olduğu için yapmaz bunu, çünkü başka seferinde yaşlı bir adamın yere düşen gözlüğünü bulmaya, nedensizce, yardım etmiştir.

Yüzünü kaybetmiş özgürlük
Cins

Gide’in Vatikan Zindanları’ndaki karakteri arzularını her türlü nedene kapatarak, arzu ettiği anda onu elde etmekten başka bir şeyi ummayan biridir. Lafcadio’nun nedensizce davranma özgürlüğüne sahip olduğunu, başkasına değilse bile, kendisine göstermek için böyle davrandığını düşünebiliriz. Şayet böyleyse onun, nedensiz davranışı tüm eylemlerinde tutarlı bir şekilde takip etmek isteyen bir rasyonalite geliştirdiği söylenebilir. Bu içeriğe bağlı bir tutarlılık arayışını anlamlı kılan şey, mutlak anlamda özgürlüğün bir erdem hâline gelmesi ve kendi benliğini her türlü tutsaklıktan kurtarma isteğinin ancak nedensizlikle tatmin edebileceğine inanmasıdır. Arzularımızı gerekçelendirmek için sıralayacağımız nedenlerin bir nevi tutsaklık manasına geleceği fikri, Gide’in Lafcadio’suna ya da Camu’nun Mersault’una ilham verdi. Yine de özgürlük arayışının, etrafımızı nedensizce eylemlerde bulunan Lafcadio ve Mersaultlarla doldurduğu söylenemez.

Elbette kimsenin ne bencilliği ne de sahtekârlığı kabul etmesi kolay değildir.

Ancak bu durumun sebebi, artık arzularımızı önceleyecek gerçek nedenlerin keşfedilmesi değildir. Belki de gerçek sebep, kimsenin Lafcadio ya da Mersault gibi özgür ediminin bedelini ödemeyi göze alamamasıdır. Bu nedenle, böylesine tehlikeli önerilerin yerine giderek daha gevşek bir özgürlük kuramı ortaya çıktı: Şu ya da bu davranışta bulunurken, tamamen özerk bir şekilde, duygularımın tatminini esas alırım; bunu yaparken içerik sorununu düşünmem, yani arzularımın tatmini gayesini aşacak bir ahlaki gaye fikrini dikkate almam. Bu değerlendirmenin arkasında, ahlaki gaye fikrinin saçma olduğu düşüncesinden çok, ahlaki gaye fikrini temellendirememe yönündeki çaresizlik yatar. Bu itibarla özünde gevşek bir özgürlük kuramı olmakla kalmaz, “problem çıkmasın” diye iki yüzlülüğü karakter edinen sinik sahtekârlar da yaratır. Elbette kimsenin ne bencilliği ne de sahtekârlığı kabul etmesi kolay değildir. Bencillik yerine “bireysel tercih”, sahtekârlık yerine “toplumsal düzen” söylemine entegre olur ve seçimlerimizin görece özerk yapısını muhafaza ettiğimizi düşünmeye devam ederiz.

Peki, o denli ısrarla istediğimiz seçim ve eylem özerkliğinin kendisi bir hayal hâline gelirse? Uzun yıllar önce, liseyi bitirip henüz üniversiteye başlamışken, az çok bilinen bir giysi mağazasına ceket almak için uğramıştım. Ceket reyonunu baştan sona gezmeme rağmen istediğim ceketi bir türlü bulamadım. Çünkü ben en azından lise yıllarım boyunca giyedurduğum üç düğmeli ceketlerden istememe rağmen, satış elemanının gösterdiği ceketlerin tümü iki düğmeli idi. İki düğmeli ceket almayacağımı söyleyerek mağazadan çıkarken, kendinden gayet emin bir şekilde şunu söyledi satış elemanı: “Üç düğmeli ceket bulamayacaksınız, iki düğmelilerden almanızı tavsiye ederim.” Elbette “Neden?” diye sordum. Cevap açıktı: “Çünkü biz artık iki düğmeli üretiyoruz.” Burada zorumuza giden bir şeylerin bulunduğu, en az cevap kadar açık. Tabii benim hâlihazırda iki düğmeli ceket giydiğim de…

  • Bu önemsiz anektodu paylaşmamın sebebi, bize özerk gibi görünen seçimlerimizin aslında ne kadar özerk olduğuyla ilgili bir sorgulamaya kapı aralamaktan başka bir şey değil.

Bir şeyi seçebilir, hatta bu seçimde ısrar ederek başka seçimler karşısında onu içselleştirebilirim. Böyle bir durumda akla gelebilecek birkaç soru bulunur: Bu gerçekten benim seçimim mi? İronik bir şekilde marka reklamları bu soruya da bizim yerimize cevap vermeye hazırdır: “Senin seçimin!” Örneğin gösterdiği hâliyle üç düğmeli ceket benim seçimim olmadığı gibi, daha sonra giymeye başladığım iki düğmeli ceket de benim seçimim değildir. Nispeten önemsiz bu seçim üzerinde çok fazla düşünüp taşınmadığım, bunun yerine yaygın kıyafet tercihlerine kendimi uyarladığım için buradaki özerklik yitimi beni rahatsız etmeyebilir. Bununla birlikte eylemlerimin formu ve içeriği değiştikçe özerklik meselesi daha da önem kazanır. Giydiğim ceketle ilgili seçimim, önümde duran meyvelerden elmayı mı yoksa mandalinayı mı seçerek yiyeceğimle ilgili bir karara benzer şekilde geçişsizdir. Yani bu seçimim benden başka herhangi bir yerde doğrudan etki doğurmaz. Ama daha önce belirlenmiş bir ders saatini ihmal edecek şekilde okula gitmemeyi seçtiğimi düşünelim. Bu seçim basit bir arzu ifadesinin ötesinde, ileri sonuçlar yaratacak ve ders saatinde okulda bekleyen öğrenciler üzerinde etki yaratacaktır.

“Senin seçimin!”

Bir manavdan habersizce elma aşırmak, bir cama taş atmak vs. gibi edimler de benzer sayılır. Bu geçişli fiillerin hepsi kendilerini aşarak dünya üzerinde ileri etkiler yaratır. Seçim özerkliği bahsi bu tür fiiller söz konusu olduğunda biraz daha önem kazanacaktır. Diğer taraftan eylemlerimiz arasında fark yaratan şey sadece formları değildir, eylemlerin içeriği de düşünüp taşınma derecemizi etkiler. Sözgelimi hangi partiye oy vereceğimiz, kiminle evleneceğimiz, hangi okulu seçeceğimiz gibi kararlar bir ceket seçiminden daha önemlidir. Ceket seçimi esnasında çevresel etkilerin özerkliğimizi ele geçirmesini geçiştirebiliriz, ama herhalde hiç kimse hangi partiye oy vereceği, kiminle evleneceği ya da hangi protestoya katılacağı gibi konularda seçim ve eylem özerkliğinin ele geçirilmiş olmasını kabullenemez. İnsanların hemen her durum üzerine derin bir şekilde düşünüp taşınarak karar verdiği söylenemez. Uyarlanma, rahata düşkünlük, önceki beklentiler, dil, gelenek, hatta düpedüz tembellik çeşitli seçimler ve eylemlerimizde mutlak özerkliği zayıflatabilir.

İnsanların hemen her durum üzerine derin bir şekilde düşünüp taşınarak karar verdiği söylenemez.

Gerçekte insan fiillerinin sosyal, biyolojik veya psikolojik şartların egemenliği altında her türlü özerklikten yoksun olduğunu söyleyen indirgemeciler de mevcuttur. Bu tür indirgemeci izah biçimleri mekanikçi perspektiften beslendiği kadar, doğal süreçlerle bilişsel süreçleri birbirinden ayırmayan naturalist yaklaşımdan da beslenir. Özgürlüğü buharlaştıran bu tutumlar karşısında, eylemlerimizi arzularımız üzerine düşünüp-taşınarak nihayetinde kendi seçimlerimizle gerçekleştirdiğimizi savunan özgürlükçü tutum bulunur. Özgürlükçü tutumun yüzleşmesi gereken birkaç meydan okuma vardır. Bunlardan biri formeldir ve köken sorunuyla ilgilidir: Eylemlerimizi gerçekten dışsal veya içsel etkilerin tamamını askıya alabilecek bir özerklik içerisinde kurgulayabilir miyiz?

Diğeri içerikseldir ve daha çok eylemlerimizin ahlaki boyutuyla ilgilidir: Eylemlerimizle ilgili nihai kararı verirken düşünüp-taşınmalarımızı yönlendirecek ve nihayetinde bizim için gerçekten neyin iyi olduğunu gösterecek şey nedir? İkinci soruya vereceğimiz cevap, birincisiyle ilgili değerlendirmelerimizi de belirleme gücüne sahiptir. Buna göre düşünme-taşınmalarımızın faydalı, zararlı, acı veren veya hoşnutluk uyandıran şeklindeki etiketlerin ötesine geçerek iyi ve kötü değerlendirmelerine ulaşabilmesi, iyi ve kötü için gerçekten de bireysel fayda-zarar ile hoşnutluk-hoşnutsuzluğun ötesinde bir kritere sahip olabilmesiyle mümkündür.

Özgün insani eylem, uzak ilkesini pratik ahlaki tedebbürün zemini olan fikirde bulan eylemdir. Özgün eylemin karşısında İbn Sînâ’nın tabiriyle “abes” bulunur.

Bununla birlikte formel olanın ötesine geçecek bir şekilde insani doğamıza ilişkin gerçek bir kavrayıştan ve onu tamamlayan metafizik bir çerçeveden yoksunluğu, onu böyle bir imkândan mahrum bırakır. Özgürlükçülük böyle bir ilkeye sahip olamadığı sürece, düşünüp-taşınmalarımızı fayda-zarar, haz-elem denklemine hasredecek ve aydınlanmacı rasyonalitenin teşvikiyle gördüğü “evrensel iyi” hülyası, liberal bireyselcilik kapanında kâbusa dönüşecektir.

Kâbusun nedeni şudur: Rasyonel iyinin bireysel fayda ve hoşnutluğa tahvil edildiği yerde arzu ve yönelimlerimizin doğduğu ve değerlendirildiği yer ahlaki tedebbür değil, hayal gücü olacaktır. Eylemlerimizi yönlendiren uzak ilkenin ahlaki tedebbürden uzaklaşarak hayal gücüne dönüşmesinin ne anlama geldiğini İbn Sînâ öğretir. eş-Şifâ külliyatının Metafizik kitabında İbn Sînâ, eylemlerimizin üç temel ilkesi bulunduğunu söyleyerek bunları en uzak, uzak ve yakın ilkeler şeklinde belirler. Yakın ilke eylemlerimizin fiziksel zemini olarak kasların hareketini ifade eder. Bu fiziksel zemini harekete geçiren şey arzu gücüdür. Arzumuzu şu ya da bu şeye yönelten ise düşünme ya da hayaldir. İbn Sînâ’ya göre arzu gücünü harekete geçiren en uzak ilke olarak fikir, pratik ahlaki tedebbürün bağımsız ilkesi olan fikrî erdeme karşılık gelir ve en genel olarak ilkelerini metafiziksel idrak seviyesini de içeren nazari erdemlerden alır. Hakiki eylem, pratik tedebbürün arzu gücünü yönelttiği gaye ile fiziksel seviyede gerçekleşen eylemin gayesi örtüştüğünde ortaya çıkar.

Bir başka deyişle özgün insani eylem, uzak ilkesini pratik ahlaki tedebbürün zemini olan fikirde bulan eylemdir. Özgün eylemin karşısında İbn Sînâ’nın tabiriyle “abes” bulunur. Gerçek gayeden yoksun, eylem ortaya çıktığında bu eylemi niçin yaptığımıza ilişkin rasyonel bir gerekçe oluşturmakta zorlandığımız ve tekrar ettikçe anlam buharlaşmasına uğradığını fark ettiğimiz abes, şuurumuzun dışsal etkilere açık katmanından, yani tahayyülden doğar. Tahayyül katmanı bir aksülamel, bir infial, bir etkilenim sahasıdır… Eylemlerimizin içeriksel boyutuna ait ahlaki tedebbürü kaybeden özgürlükçü tasavvur, seçimlerimizi hakikatte tahayyül ve vehim gücüne havale edince, kökensel özerklik iddiası da bir aldatmacadan ibaret hale gelir. Zira tahayyül katmanı kaç düğmeli ceket giyeceğimizle ilgili bir telkinden daha fazlasına açıktır. Tedebbürden ve ona temel teşkil eden metafizik ilkelerden mahrumiyet içerisinde burası seraba hülya, seraba köleliktir. Tahayyülü keskin bir şekilde fark etmemizi sağlayan hakiki idrakten mahrum olunca hayal gerçeğin yerine geçer.

Seçerek ya da sürüklenerek
Cins

Etkilenimler katmanında yaşar, orada hayranlık duyar, orada nefret eder, orada sevinir, orada üzülürüz. Sırını kaybetmiş özgürlük hülyası, ikna canavarlarının hayatlar, ölümler, aşklar ve isyanlar imal ettiği bir kâbusa dönüşür. Kaybettiğimiz özerklik olsaydı sadece, bu kâbustan uyanabilirdik. Oysa özerklik değildir yitirdiğimiz, gerçekliktir aynı zamanda…