Bir avuç toprak
Âkif’in kuş gibi hafiflemiş gövdesini mezara koyarken ölü gibiydim. Birden aklıma geldi. Mendil? Ellerimle toprağı eştim. Naaş görününce mendili çıkarıp öptüm, üzerine serdim. Tekrar toprak doldurdum. Dağılmamızı isteyen polisler belirdi yanımızda yine. Halkının sesini kuşanarak “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!” diyen kahramana, bir avuç toprağı bile çok görüyorlardı şimdi.
“Bana çok görme ilâhî, bir avuç toprağını”
Sakalımdaki aklar çoğalmış; avucumdaki nasırlar küçük kızımın oynayabileceği kadar kalınlaşmıştı. Üç yılı geçmişti. Ezanı Arapça okuduğum için Tophane’deki müezzinliğime son verilmişti.
Bu cezayı az bulmuş olmalıydılar ki Beşiktaş karakolundan gönderilen polisler; karımın ve çocuklarımın yalvarışlarına aldırmadan, mahallelinin gözü önünde burnumdan kan boşalana dek döverek yaka paça götürmüşlerdi. Birkaç gün karakolda tutmuş, akıl hastanesinde ıslah edilmem için de bir rapor düzüvermişlerdi. On gün delilerin arasında kalmıştım. Nihayet karımın akrabaları, kapı kapı dolaşıp bazı adamları araya sokarak beni kurtarmışlardı. Kiracıydık. Çocuklar küçüktü. Yaşlı ve hasta anam yanımızdaydı. Gece gündüz koşturuyordum. Odun kırıyor, kömür ve su taşıyor, hamallık ediyordum. Karım ikide bir “Okumuş adamsın, elinden de her iş geliyor; memleketimize gidelim, orada rahat ederiz.” diyordu. Okumayı seviyordum. Kitaplarımın üç kuruşa satıldığını gördükçe, bir köşeye çekilip ağlıyordu orta mektepteki oğlum.
Üstada dönerek, izin verilirse biraz daha kalmak istediğimi, kendisine hizmet etmekten şeref duyacağımı söyledim. O başını sallayınca ses çıkarmadılar. Adamların da duyacağı şekilde kısaca kendimi tanıttım.
Çocuklarım yanımda yok. Memleketimi son bir kez gördüğüme seviniyorum elbette. Fakat içime, kanayan bir çeşme koymuşlar... Şiirini, destanını, marşını yazdığım ülkede kuduz köpek gibi kovalandım. Maaşımı kestiler. Peşime hafiye taktılar. Gücümü, neşvemi, umudumu budadılar.
Aralık ayıydı. Bir arkadaşımla, hamallığa gittiğimiz Mecidiyeköy’den dönüyorduk. Mısır Apartmanı’nın önünde biri yardım istedi. Bir adamı arabadan indirmeye çalışıyorlardı. Birkaç parça da eşya vardı. Ben bavulları omuzladım hemen. Bir eline bir bohça alan arkadaşım da adamcağızın koluna girdi. İkinci kattaki bir daireye girdik. Yükleri bırakırken kulağıma bir cümle çalındı:
- - Mehmed Âkif Bey, siz şu koltukta dinlenin biraz.
- Mehmed Âkif mi? İçim cız etti. Yanına koştum. Karşısına geçip yüzüne baktım.
- - Safahat şairi Mehmed Âkif! Siz… Efendim, siz…
- Gülümsedi. Sevindi. Sesini zor duydum:
- - Evet ya. Safahat şairi.
Çölde su bulmuş göçerler gibi cansız ellerine sarıldım. Öptüm. Sarılmamak için kendimi zor tuttum.
Arkadaşım gitmek istediğini belli edince, adamlar bahşiş vermek istediler. Sert bakışlarımı fark eden arkadaşım elini sürmedi paraya.
- İnsanlık öldü mü beyim? Hem ne yaptık ki?
Üstada dönerek, izin verilirse biraz daha kalmak istediğimi, kendisine hizmet etmekten şeref duyacağımı söyledim. O başını sallayınca ses çıkarmadılar. Adamların da duyacağı şekilde kısaca kendimi tanıttım. Üç saat kaldım. Üstünü değiştirmesine, çorbasını içmesine, abdest almasına yardımcı oldum. Namazdan sonra yatağına uzandı. Arkasına birkaç yastık koydum. Ara sıra sancı geliyor, uzun uzun öksürüyordu. Soğuyan çorbadan birkaç kaşık daha verdim zorla. “Yeter!” anlamında elini kaldırdı, iç geçirdi, gülümsemeye çalışarak sordu:
- Söyle bakalım sâbık müezzin! Safahat’ın hangi şiirine benziyor ahvalimiz?
Eserini yüzlerce kez okumuş, vaaz ve sohbetlerimi onunla süslemiş, adeta satır satır ezberlemiştim.
- Efendim benzerliği yakışıksız bulurum. İncinmenizden çekinirim.
- İncinecek neyim kaldı Allah aşkına? Çekinme! Haydi söyle!
- Seyfi Baba gelir hatırıma üstadım. Fakat bu dairenin hem kendisi hem de yolları daha güzel.
Cevabım doğru olsa da yüzüm kızarmıştı. Bir zamanlar yerinde duramayan, kendini ateşlere atan, feryad eden, cemaat uyansın diye kürsülerde aslanlar gibi kükreyen, ye’se düşmeyi küfür sayan koca bir çınarı aciz, sakat Seyfi Baba’nın yerine koymuş, densizlik etmiştim.
Başını sallarken öksürük geldi yine. Eliyle işaret etti.
- Askıdaki ceketin iç cebinde yeni bir mendil olacak.
Fırladım. Mendili çıkardım. İşlemeli, güzel bir mendildi. Sanırım limona benzer hoş bir koku gezdirilmişti üstünde. Yüzünü, alnını, boynunu sildi. Daldı. Bir çocuk gibi, dudakları büzüldü. Sözleri, hançer gibi kalbimi deşiyor, ok gibi içime saplanıyordu:
Hıçkırıklarım duyulmasın diye dudaklarımı ısırdım, ellerimle yüzümü kapattım fakat titreyen omuzlarıma güç yetiremedim. Sırtıma dokundu.
- Düştüğümüz duruma bak evladım! Karşımda eserimi ezbere bilen bir memleket evladı var. Fakat işinden edilmiş. Dövülmüş. Eziyete uğramış. Tahsilli ve namuslu biri olmasına rağmen hamallığa mecbur bırakılmış. Diğer tarafta ben… Ben…
Yatağın dibine oturdum. Dizlerimin üstünde onu dinliyordum.
- Yıllarca bir duvardan alıp başka bir duvara vurdu beni zamanın yeli. Bu hastalık da kolumu kanadımı kırdı iyice. Çocuklarım yanımda yok. Memleketimi son bir kez gördüğüme seviniyorum elbette. Fakat içime, kanayan bir çeşme koymuşlar... Şiirini, destanını, marşını yazdığım ülkede kuduz köpek gibi kovalandım. Maaşımı kestiler. Peşime hafiye taktılar. Gücümü, neşvemi, umudumu budadılar. Dahası memleketin, milletin düşürüldüğü bu hâl…
Hıçkırıklarım duyulmasın diye dudaklarımı ısırdım, ellerimle yüzümü kapattım fakat titreyen omuzlarıma güç yetiremedim. Sırtıma dokundu.
- Al! Hadi al! Bu mendil sana daha çok lazım olacak galiba. Sil yüzünü! Ağlama!
Biraz daha konuştuk. Yoldan gelmişti. Dinlenmeliydi. Kalkarken, bir ihtiyacı olup olmadığını sordum. Mendilini yatağına bırakmak istedim, uzanıp elimi tuttu.
- Seni sevdim. Bana bir müddet arkadaşlık et evladım. Gücüm tükenmeden Âsım’ın ikinci kitabını yazmak istiyorum. Kısmet olursa Veda Haccı hakkında da yazacağım. Aileni ihmal etmeden akşamları gel. Bu mendil de sende kalsın. Sana küçük bir hatıra olsun.
Babam gibi sevdiğim adamın alın terini taşıyan mendili özenle katlayıp cebime koydum. Tekrar selamladım. Çıkarken seslendi:
- Ben de bulurum, çoğu cümlesini hatırlarım amma ne olur ne olmaz; yarın Veda Hutbesi’ni getirsen iyi olur.
Ertesi gün öğleye kadar işlerimi bitirdim. Kalbimin bir tarafında tarifi imkânsız bir acı, bir tarafında da sınırsız bir sevinç yuvalanmıştı. Veda Hutbesi’ni buldum. Kızlarla oynadım. Anamla sohbet ettim. Sonra, Safahat’ı çıkarıp oğluma gösterdim:
- Mahmud! Bu kitabı unutma aslanım. Hatta bu akşam okumaya başla. Sesli oku, kardeşlerin ve ninen de dinlesin. Bakalım kaç şiir okuyabileceksin?
Akşam, daireye girdiğimde elinde bastonuyla ayaktaydı. Beni görünce canlandı. Masadaki defterleri, kâğıtları gösterdi. Birkaç sayfa yazmıştı.
- İnşallah yazın da konuşman kadar güzeldir evladım! Sana iş çıkaracağız biraz.
İki tabak böreğin yanına sıcak ıhlamur koyan Sid, bu akşam daha samimi davranıyordu bana.
- Kendinizi yormayın Mehmed Âkif Bey! Beyefendinin de bu konuda talimatı var bana. Sağlığınıza ihtimam göstermelisiniz.
- Tamam Sid evladım! Bugün daha iyiyim. Biraz çalışmanın ziyanı olmaz.
Beş saat kaldım yanında. Yorulmasın diye ben de ikaz ettim ama durmaya niyeti yoktu. Ağladı. Güldü. Okudu. Yazdırdı. Öksürük bastırınca, hediye ettiği mendille yüzünü siliyordum. Takatsiz kaldı nihayet. Yatırdım. Başını zor kaldırıyor, göğsündeki hırıltıların üstesinden gelmek istiyormuş gibi inatla konuşuyordu. Sid, sık sık kapıda belirmeye başlayınca gitmem gerektiğini anladım. Elini öptüm. Uzandı, boynuma sarıldı. Titriyordu. Hareket edince yüzündeki bütün kemikler görünüyordu. Fısıldayarak yatağa bıraktı kendini:
- Yarın daha erken gel olur mu?
Ertesi gün, tam yola koyulacakken Eyüp’ten akrabalarımız geldi. Onları ağırlayıp uğurladıktan sonra, anam ağırlaştı. Sırtımıza vurup hekime götürdük. Hekim şuruplar, kaynatılmış otlar içirdi. Vücuduna, sıcak bezler koydu. Uyuşan yerleri ovdurdu. Anam biraz düzeldi fakat eve geldiğimizde koca gün geçip gitmişti.
Sabah namazından sonra yola çıktım. Âkif’in dairesine vardığımda kan ter içindeydim. Nasıl özür dileyeceğimi düşünüyor, büyük bir mahcubiyetle titriyordum. Kapı açıldı. Fakat… Aman Allah’ım! Eşikte koca dünya üstüme devrildi.
- Göğsüne dek bir yorgan çekmişlerdi. Avurtları çökmüştü. Eğilip sarıldım. Sid beni zor ayırdı yataktan. Onun da ağlamaktan gözleri şişmişti.
- Affedin beni efendim! Sözümde duramadım. Yetişemedim. Affedin!
Odadakiler, cenazenin nereye ve nasıl defnedileceğini konuşuyorlardı. Bazı önemli isimlere sorulmuş fakat ters cevaplar alınmıştı. Yıkadık, hazırladık, çıplak bir tabutla Beyazıt’a getirdik. Hava buz gibiydi. Ben, üç hamal daha bulmuştum. Caminin imamıyla konuştuk. Korktu. Cenazenin buradan kaldırılmasının sakıncalı olacağını söyledi. Gırtlağına yapıştım. Elimden zor aldılar. Dört kişi omuzlayıp Emin Efendi Lokantasının önündeki bir masaya koyduk tabutu. Ağlıyor, deli gibi bağırıp çağırıyordum:
- Mehmed Âkif’in cenazesi bu, ey utanmazlar! Safahat şairinin, İstiklal şairinin, Kur’an şairinin cenazesi! Ne çabuk kurudu vicdanınız ey insafsızlar?
Sağa sola koştum. Esnafa söyledim, talebelere yalvardım. Nihayet işini bırakan yahut korkusunu yenip gelenler oldu. Resmî katılım olmaması bir yana, memurlara da aba altından sopa gösterilmişti. Hamiyet sahibi insanlarla tabutu kaldırıp avluya girdik. İtirazlara aldırmayıp namazını kıldık. Öfkeli zabitler de etrafımızı çevirdi bu arada. Merhum Abbas Halim Paşa’nın yakınlarıyla görüştüm. Edirnekapı için vilayetten izin istediklerini fakat zorluk çıkardıklarını söylediler. Yine de birkaç kişi mezar kazmaya gitmişti. Arabaya koydurmadık. Engellemelere rağmen, bazı üniversite hocalarının ve talebelerin gayretiyle ağlaya ağlaya Edirnekapı yoluna düştük. Bu arada gençler bir dükkândan getirilen bir bayrak ile yırtık pırtık bir örtü koydular omuzlarımızdaki tabuta.
Âkif’in kuş gibi hafiflemiş gövdesini mezara koyarken ölü gibiydim. Birden aklıma geldi. Mendil? Ellerimle toprağı eştim. Naaş görününce mendili çıkarıp öptüm, üzerine serdim. Tekrar toprak doldurdum. Dağılmamızı isteyen polisler belirdi yanımızda yine. Halkının sesini kuşanarak “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!” diyen kahramana, bir avuç toprağı bile çok görüyorlardı şimdi. O sırada kulakları tırmayalayan bir ses yükseldi:
- Tanrı uludur! Tanrı uludur!
***
Mendili hiç unutmadım. Memlekete gitmedim. Ezanın değiştiği 1950’ye dek ağzımdan bir kelime çıkmadı. O yıl, mezarlığa gittiğimde sakalıma inen yaşları fark eden bir adam karşımda dikildi:
- Deminden beri sizi izliyorum. Çok hislendiniz. Adınız nedir? Merhumun yakını mısınız? Kimlerdensiniz?
Oğlumun şaşkın bakışları altında on dört yıl sonra ilk kez konuştum:
- Evet. Terledikçe, güzel bir mendille alnını siliyorum. Adım… Adım Âsım… Âsım’ın neslindenim.