Bindokuzyüzdoksanyedi berbat bir yıldı
Partinin kapatıldığı gün çay evine gittiğimde ilk onu gördüm, üzgün olduğumu anladı. Tek bildiği şarkıyı, Batarken Ufukta’yı söyledi yine. Eski günlerimiz geldi aklıma. Dava delisi günlerimiz. Ufukta batan güneşin arkasından Refah Partisi’nin bayrağı da batıyordu sanki.
1997 berbat bir yıldı. Hükümetimiz yıkılmıştı ve beş parasızdım. Üniversiteyi bırakmıştım. Günlerimi Giresun’da bir çayevinde geçiriyor, o kitaptan bu kitaba, hayal adalarında gezinip duruyordum. Akşamları eve geldiğimde de boş kâğıtları uçak yapıp karşıki inşaatın çatısına atıyordum. Bir alkolikten farkım yoktu. Ümidi kırılan her insan gibi ben de kederden, efkârdan her akşam yolumu şaşırıyordum. Bize Refahçılar derlerdi. Adımız üç metre öteden duyuldu mu insanlar hizaya gelirdi. Hem korkulurdu bizden, hem de bir ümidin bağı olduğumuzu herkes bir şekilde kabul ederdi. Refahçılar olarak bitirim bir ekiptik biz. Sözüm ona her ayak vardı bizde. Mesela partinin afişini asmak için her pisliği işleyebilirdik. Balkonuna refah bayraklarının ipini astırmayan eve itfaiye söyleyip, o evde yangın çıkmış gibi gösterebilirdik. Ya da tehdit telefonları açabilirdik. Her şey dava için mubahtı sonuçta.
1997 gerçekten de berbat bir yıldı. Bir yıl önce iktidar olmuştuk, bir yıl sonra Hocamız mahkeme salonlarında sürünme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. Partimiz kapatılmıştı daha sonra. O gün, o köpeklerin gününde partimiz kapatılmıştı ve biz kudurmuş, bitirim Milli Görüşçüleri yine cennet mekân Hocamız dizginlemişti.
Çeşitli işlerde çalışmıştım o süre boyunca. İktidar olmuştuk ama hiçbir devlet dairesine girememiştik. Zaten kimse sormasa aklımıza bile gelmezdi böyle bir istek. Partiye sonradan gelenlerin devlet dairelerine girdiğini duymak bile bizi yıldıramazdı. Sonuçta memur olmayı göze alamazdık. Bize düşük insanların işi gibi gelirdi o işler.
Günlerimi geçirdiğim çay evindeki insanlar arasında özellikle Deli Berat en yakın arkadaşımdı. Gündelik meseleler hakkında konuşmazdı hiç Berat. Onun meseleleri hep büyük meselelerdi. Bir gün gelir ve neden bulutların renginin beyaz olduğuna takardı kafayı. Bir gün gelir Cem Karaca söyleyerek çay evinin bulunduğu pasajı inletirdi. Berat garip bir deli idi.
Sevdiğini alamayarak kafayı yiyenlerden yani. Bir kız sevmiş. Ama öyle bir sevmek yok. İstemiş, vermemişler. Üniversite okusun demişler. Gitmiş biyoloji okumuş. Yine vermemişler, biyologdan öğretmen çıkmaz demişler. Seninki kızı kaçırmaya kalkmış, bu sefer de kız yanaşmamış, çünkü kız Berat’ı başka bir erkekle olan temaşasında katalizör olarak kullanıyormuş, yani Berat’ın en yakın arkadaşı. Bilindik masal, ama sonu kötü. Berat oğlanı vurmuş. Oğlan tahtalıya. Berat da geçmiş kızın penceresinin altına, açmış son ses Gencebay’ın Batarken Ufukta şarkısını, basmış tetiği kafaya. Olmamış. Kurşun kafadan girip ağız boşluğundan çıkmış. Öldü demişler, ölememiş. Morgdan çıkarmışlar Berat’ı. Ondan sonra birkaç değil, birçok tahtası eksilmiş Berat’ın. Kendini söğüt ağacı sandığı günler bile olurdu. Ona delilerin en sofistikesi derdim. Gerçekten öyle idi. Partinin kapatıldığı gün çayevine gittiğimde ilk onu gördüm, üzgün olduğumu anladı. Tek bildiği şarkıyı, Batarken Ufukta’yı söyledi yine. Eski günlerimiz geldi aklıma. Dava delisi günlerimiz. Ufukta batan güneşin arkasından Refah Partisi’nin bayrağı da batıyordu sanki.
Ben hiç âşık olmamıştım ve aşkı Berat gibi delilerin işi zannederdim. Aklım almazdı yani. Ben davama âşıktım. Batarken Ufukta şarkısı yerine Bir Güneş Doğuyor marşını söylerdim. Hayatımda hiçbir kızın elini tutmamıştım ama Erbakan Hocamızın elini öptüğümde üç gün o elimi yıkamamıştım. Kendini akıllı zanneden dava delileriydik biz. Bizim için tüm ölçü, bir insanın Milli Görüş’e olan yakınlığı, uzaklığı ile alakalıydı. Hep söylerim, cennet mekân Hocamız olmasa, solcuların o çok sevdiği romantik katiller gibi bile olabilirdik. Allah korudu.
Köy köy dolaşırdık. Öyle deliydik ki, çalışmaya en uzak sınır köyünden başlar, çevre köylere ve mahallelere öyle gelirdik. Yani diğer çakma partililer köylere çıktığında, bizim efsane sunumumuzun izleriyle karşılaşırdı. Tepegöz diye bir aletimiz vardı. Aydıngere çektiğimiz gazete kupürlerini, el çizimi acemi grafikleri aydınger vasıtasıyla köy kahvesinin duvarına yansıtır, sonucunda Siyonizme yeni bir yenilgi alanı daha açardık. Ve
mutlaka sunumun sonunda bir hacı amca daha evine mutmain dönerdi. Çünkü onun gibi düşünen dava delileri köy kahvesinde estirmişti. Yemezdik, içmezdik. Bir kuru soğan ve ekmekle üç köy dolaşır, üç Siyonist fikri gebertirdik. Bizim cephemiz o köylerdeydi.
1997 berbat bir yıldı. Kitaplarda anlatılan savaş yılları gibi. Kimdi o Alman yazar. Dünün Dünyası. Aynen öyle olmuştu bizim için de. Erbakan’sız bir dünyayı tahayyül bile edemezdim ama o tuhaf düzenin emirleri bize Erbakan’sız bir dünya armağan etmişlerdi. Bu çok zoruma gidiyordu. Her gün gittiğim kahvede kendi uzlet köşeme çekilir, artık hangi kitabın, hangi derginin sayfalarında boğuluyorsam, sayfalardan birine bir damla yaş düştüğünü görürdüm. Kolay kolay ağlamam. Vücudum böyle belirtiler verir olmuştu. Arkadaşlardan bazılarıyla arada sırada maç akşamları toplaşıyor, tuttuğumuz takım yense de sövmenin bir yolunu buluyorduk yine. Çok sövüyorduk.
Hacı İslamoğlu amca vardı. Bildiğimiz en eski Milli Görüşçü. Arkadaşlarla aramızda hep Hoca’dan da eski diye takılırdık. Hacı amcanın yaşını bilen yoktu. Dallarına çaput bağlanan yaşlı ağaçlar gibiydi. Yüzünde her zaman düşmanları kudurtan ipince bir gülümseme olurdu. Kutsal sakallarının arasında sakladığı beyaz aydınlık, hepimizi teskin edecek kudretteydi. Hayat topuklarıma vurmaya başladığımda onun yanına giderdim. Telveyi köze sürer, eski anılardan bir demet sunardı. Bir nevi Milli Görüş kıssaları. Bize kuvvet veren, bizi ayakta tutan kıssalar. Hiçbirinde yılmak, yıkılmak olmayan kıssalar. Ferahlardım böylece. Ferahlardık. Hoca’nın yaşlılar meclisindendi hacı amca. Yasaklar karşısında talebelerine orman içlerinde Kur’an öğretmiş, tabiatın da dilinden anlayan ermişlerden biri. Tek bir dediği vardı, bizim bu işlere kafayı takmamamız gerektiği ve gidip mahallemizdeki sandık müşahitlerinin isimlerini öğrenip, yarın seçim olacakmış gibi onlara tebliğ çalışmasında bulunmak. Onun için en önemli kitap, kutsal kitabımızın yanında bir de teşkilatlanma kitabıydı.
Partiye uğramak gelmiyordu içimden. Uğradığımda ise ağlamaklı oluyordum hep, kendimi tutamıyordum. Gidip partinin duvarına astığımız o müsekkin gibi yazıya sığınıyordum: İsmet Özel’in Bize Yüzde Altı Derler, yazısı. Bazen de bizim İrancıların yanına uğruyordum. Başka zamanlarda sıkça tartıştığımız bu radikal arkadaşlar bile süreçten nasiplerini almışlardı. Bu sefer tartışmıyorduk. Onların kafasını seviyordum. Asrı Saadet’te gibi yaşamaya uğraştıklarını söylüyorlardı. Öte yandan bizi de reddediyorlardı. Sizde mücahitten çok müteahhit var diyorlardı. Ben de onlara İmam-ı Azam Efendimizden başlayarak örnekler getiriyordum, en sonunda da o mütevazı sofraya oturup yine beraber soğan çeşnili yemekten yiyorduk, bürolarının bir duvarında Humeyni’nin posterinin asılı olduğu odada.
1997 berbat bir yıldı. Kafayı gömdüğümüz bu çalkantılı geçmiş, dinmeyen bir baş ağrısı gibiydi. Kitaba ve çaya yetecek para kalmamıştı cepte. Kaçkın bir tarih öğretmeninin peşinde ilçe ilçe, pazar pazar dolaşıp çorap satmaya başladık. Kaçkın tarih öğretmeni dediğim Faruk abi. Tarih okumuş ve gerçekten de kafayı tarihle bozmuştu. Akşamları yakın dostu yorgancının dükkânında buluşurlardı. Yorgancı da astronomi okumuştu. Altın İğne dükkânının duvarını süslerdi o diploma. Herhalde yeryüzünde astronomi okuyup yorgancılık yapan ve aynı zamanda Milli Görüşçü olan ilk ve son insandı kendisi. Faruk abinin kılı kırk yaran komplo teorilerine karıştırdığı tarih sosuna yeri geldiğinde küfrü basar, ardından yeni aldığı teleskopla, bilmem hangi yıldızı izlediğini, kıyametin yakınlığı-uzaklığı hakkındaki teorilerinden birine getirirdi konuyu. Ben bir köşede oturur, bu sohbeti sessizce dinlerdim. Kar yaralı bir atmaca gibi atıştırır, taşra gecesinin yıldızları, kar bulutlarının arkasında yorgan altında korkudan yaktığımız küçük fenerler gibi görünürdü.
Her şeyimi bu davaya bağlamıştım. Gelecekten Refahlı olmak adına kredi çekmiştim anlayacağınız. Şehrin en uzak ilçelerden birinde bir öğle vakti. İlçeyi çoraba boğacak kadar satmışız. Kendime küçük bir izin verip çay içmeye uygun yer kolluyorum. O sıra camında Refah bayrağı asılı ufak çay evini görünce keyfim yerine geldi. Daldım içeri. Selamun aleyküm, aleyküm selam. İki dakikada aynı kaderin iki ortak bireyi çıkmanın neşesi içinde kaptırdık kendimizi sohbetin değirmenine. Sonra içeriye o kız girdi. Yanaklarında iki mor nokta. Kaşları iki eli sopalı kavgacı. Bakışları yekten azar. Bir müddet bakıştım. Allah’ım bana bir şeyler oluyor. Bu da nereden çıktı şimdi. Bir kez daha baktım, o da bana bakıyor. Bu ne şimdi. Çaycı abi kızla konuştuktan sonra yan dükkâna gidiyor. İşte yalnızız. Kafamı dönüyorum, bu sefer camlardan yansısı. Mavi pardösüsünden yansıyan iyi niyet yaylım ateş gibi üzerime kurşun yağdırıyor. Kalk gidelim diyorum kendime, dur kalalım diyor, kendim bana. Çaycı abinin kızı imiş. Kırıkkale’de okuyor, ama okuyamıyor. Viyana’ya gitmek istemiş gidememiş. Falan da filan. Aklımda kalan bunlar. Kız çıkıyor. Gece dönüyoruz şehre. Yatıyorum, yatılmıyor. Uyuyorum, uyunmuyor. İlle de o kız. N’apmalı. Aldım kâğıdı, başladım yazmaya. Esteuzubillah, dedim, getirdim sonunu. Yarın gün doğumuyla fayrap o ilçeye. Birkaç saat gezdim, zaten bir caddesi olan ilçede, yakaladım kızı.Mektubu verdim, kaçtım. O kaçış şehre. Sonrası. Bekle babam bekle. Üç, yok dört gün, ya da altı. Sonunda geldi mektup. Duygularımı anladığını, ama onun yüksek idealleri olduğunu, belki başka bir hayatta bu aşkın mümkün olabileceğini, ama kendisinin ev kadını olmak istemediğini, hem çorap satan bir Milli Görüşçü ile aralarında bazı mesafeler olduğunu; anlatmış durmuş.
1997 berbat bir yıldı. Siyasette ve aşkta yenilmiştik. Kendime küçük kaçış yerleri arıyordum. Yolun sonuna gelmiş gibiydim. Çorap işini bıraktım. Yıllarca reddettiğim bizim mücahit müteahhitlerden birinin yanında işe girdim. Sonraki senelerde façayı düzelttim. Bir müteahhitlik firması da ben açtım. Kat karşılığı arsa işine girdim. İyi para getirdi. O kızla da evlendim.