Beyaz, uykusuz ve uzakta: Kars
Kars Gazi’dir,ayaktadır amaçok savaş,işgal ve yıkımgörmüştür.Ölesiyeyorgundur,ölesiye yorgunve uykusuz.Cenazelerinikalbinde,şehitleriniruhunda,yaslarınısırtında taşırher daim.
- "Kars hem coğrafi hem de manevi anlamda yüksek bir yer. Zaman anlamında da yüksek, sanki o yükseğe asılmış, bütün zamanlara tepeden bakıyor gibi. İnsan kendini orada ‘yüksek’, yani özgür hissediyor. Kars kolay kolay belli bir zamana ait olduğu söylenecek yer değil. Filmlerimde hep ‘geniş zaman’ kullanmaya çalıştığım için, Kars bu zamanlar ötesi zenginliğiyle beni çok çekti. Zaten unutamadığım tatlı melankolisi de buradan geliyor."
- Reha Erdem
Bir eski zamanlar efsanesi olarak heybemizde duran sözlerden biri şöyle der; şehirler sırlarını asla yabancılara açmazlar. Mühürlü bir mektup gibi okunmayı beklerler elbette. Ama öyle kolayca demezler sırlarını aleme. Aslında kıdemli seyyahlar iyi bilirler bunu. Şehirlerin sırlı kapılarından geçmek için, o anahtarsız asma kilitlerin ruhuna değmek yetmez bazen. Kilidin sırrı, çoğu zaman hazineyi saklamamasına dairdir çünkü. Kapılar ardına gizlenmeyendir, bazı şehirlere sırrını üfleyen şey. Açık, berrak ve dokunulabilirdir hatta. Pinhan olan hazine değil, çoğu zaman meraktır. Şehirler sırlarını yabancı olmaklığın acemiliğine bırakmışlardır. Şehir ile insan arasındaki o mesafe kısaldıkça sırlar da görünür olur. Tanıdıkça açılır, açıldıkça yaklaşır şehrin bütün hikayeleri insana. Dokunmaya devam ettikçe iç içe geçmiş aynalar gibi derin bir sonsuzluğa doğru uzanırlar sonra. Upuzun bir koridor olur bakışlar. Sırlar ve hikayeler şehirlere dahildir, şehirler de insana…
Kars da işte sırrı hikayesinden taşan o şehirlerden biri, aynaları insana dönük. Pinhan ve açık. Soğuk ve yalnız, sisli ve puslu. Ama mesafeyi azalttıkça, tanıdıkça yani, alevli bir ırmağa dönüşerek boğazınızdan aşağıya doğru -kalbinizi hedefleyerek-akmaya başlayabilir. Buzlu ateş şehri Kars’ı ilk gördüğüm zamanı hatırlıyorum da, içimde ürpertiyle karışık derin bir ferahlık hissetmiştim. Puşkin de ‘Erzurum Yolculuğu’ adlı eserinde Kars’a ilk girişini şöyle anlatır; ‘Kars’a 75 verst kalmıştı. Dağlarla çevrili geniş bir ovada ilerlemeye devam ettik. Bu dağlardan birinin üstünde ağaran Kars’ı gördüm. Benim Türk, onu göstererek: ”Kars! Kars!” diye bağırdı ve atını dörtnala kaldırdı. İçimde kaygının acısını duyarak onun ardı sıra gidiyordum ben de. Yazgım orada belli olacaktı.’’
Adını Karsak Türklerinden ve sınır koruyucusu anlamına gelen ‘kapı’ kelimesinden alan Kars -az bilinen bir hikaye olsa da- Anadolu’nun kahraman ‘unvanlı’ ilk şehridir aslında. 1855’te Ruslarla yapılan savaşta gösterdikleri üstün cesaret ve başarıdan dolayı Sultan Abdülmecit tarafından şehre -ahali adına- “Gazi” unvanı verilmiştir. Hatta bu kahramanlıkları o dönemde sınırları aşarak Kuzey Amerika’ya kadar ulaşır. Şehrin Gazi unvanı almasına sebep olan Rus işgalini karşısında gösterdikleri 105 günlük bu destansı direnişin sesi, Kanada’nın başkenti Ottawa’ya bağlı Wellington kasabasından bile duyulur. Kasaba bu eşşsiz direnişten oldukça etkilenip, adını -resmi makamlara da onaylatarak- Kars olarak değiştirir ve 153 yıldır Gazi Kars’ı selamlayan bir hikayenin ev sahipliğini üstlenmiş olur. Telgraf sistemiyle tüm dünyaya duyurulan destansı ‘Kars Savunması’ Paris’in açıkhava tiyatrolarında dev kadrolarla sahnelenecek kadar yankı bulur dünya kamuoyunda. Kanada-Kars hattı hala karlı, soğuk ve çok sıcak.
Soğuğun uzak başkenti ve pamuktan bir güzelliktir Kars. Kış gelir gelmez gelinliğini giyer hemen. Soğuk terbiye eder insanı bu topraklarda. Karakterli has bir soğuktur ama.
Kars Gazi’dir, ayaktadır ama çok savaş, işgal ve yıkım görmüştür. Ölesiye yorgundur, ölesiye yorgun ve uykusuz. Cenazelerini kalbinde, şehitlerini ruhunda, yaslarını sırtında taşır her daim. 1878- 1918 yılları arasında tam 40 yıl süren Rus işgaline karşı / bu büyük esarete karşı asla boyun eğmez. 40 yıl boyunca evinden göç ettirilmeye çalışılan halkın hiçbir yere gitmeye niyeti yoktur, evinde, tüten en son ocağında kalır ve her zaman yaptığı gibi toprağına sahip çıkar Kars. İşgal sonrası kaderiyle başbaşa kaldığı bir dönemde bağımsız bir devlet olduğunu duyurarak, Türkiye Cumhuriyeti’nden önce, Kars Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan edeceklerdir üstelik. 1 Aralık 1918 yılında fiilen gerçekleşen bu ‘çılgınca’ eylemin adı ‘Cenub-i Garbi Kafkas (Kars) Demokratik Cumhuriyeti’dir. 12 Nisan 1919 yılında İngilizlerin meclisi basmasıyla bu cumhuriyet ortadan kaldırılmış, devlet yöneticileri de Malta’ya sürgüne gönderilmiştir. Bağımsız Kars Hükümeti fikri, nereden baksan ütopik bir girişimdir, ömrü kısa olur, ama devlet geleneğini hatırlatarak İstiklal savaşı öncesindeki görevini yapmış olur. Bazen yalnızca hatırlatmak gerekir. Kars Cumhuriyeti ilk sivil anayasa olarak kabul edilen 18 maddelik anayasa metni, Türkiye kelimesinin ilk kez kullanılması ve kabinesindeki gayri-müslim bakanları gibi unutulmazlarıyla Kars’ın renkli ve cesur siyasi tarihine atılmış koca bir çentiktir. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim’in şehri fethetmesiyle açılan parantez, nihayetinde Kazım Karabekir kumandasındaki 15’inci Kolordunun 30 Ekim 1920’de Kars’ı ilelebet Türk topraklarına kazandırmasıyla kapatılmıştır.
Kar, kimlik, Kars
Sezai Karakoç ‘Kar Şiiri’nde ‘’Karın yağdığını görünce / Kar tutan toprağı anlayacaksın’’ der. Kar ve beyaz, şehrin sorulmadan gösterilen kimliği gibidir burda. Tabiatın dehşet verici güzelliği yılın sekiz ayında dev bir beyaz örtü gibi dağların, ovaların ve yolların üzerini örttüğünde, akla hemen ‘’Allah kar gibi gökten yağınca’’ dizesi düşer. Soğuğun uzak başkenti ve pamuktan bir güzelliktir Kars. Kış gelir gelmez gelinliğini giyer hemen. Soğuk terbiye eder insanı bu topraklarda. Karakterli has bir soğuktur ama. Niyetini en baştan belli eder. Tüm ömrüne yetecek kadar üşüdüğünde bir kez tanırsın şehri ya da çocukluğunun o kış mevsimlerini. 1914 yılının Aralık ayında Allahu Ekber Dağları’nda açan o kar çiçekleri hatrına düşer sonra ve Sarıkamış’ın ruhu iliklerine kadar işler. Sarıkamış’ta üşüyen o kınalı kuzuları, suskun yiğitleri, er kişileri, kar çiçeklerini düşündükçe, soğuk ciğerlerinde patlar ama, yine de üşümeye utanırsın. Sarıkamış hala çok soğuk, Sarıkamış hala sımsıcak.
1914 yılının Aralık ayında Allahu Ekber Dağları’nda açan o kar çiçekleri hatrına düşer sonra ve Sarıkamış’ın ruhu iliklerine kadar işler.
Kars doğal bir film platosudur, her anı, her karesi sinematografinin içinden seslenir insana. Şehir şiddetli bir soğuğun içinde kaskatı kesilerek bakmaz sana burda, hareketli ve her dem cevelan eylemeye meyyaldir sokaklar. Karlı bir beyaz, eski bir arkadaştır Kars. Izgara planlı şehir yapısı, uzun geniş caddeleri, Puşkin’in ilk gördüğü zaman ‘’Kars’ı nasıl ele geçirebildiğimize şaşıp kalıyorum’’ dediği şehre hakim bir tepeden bakarak gururla tarihi selamlayan Kars Kalesi, taş binaları, Hollandalı mimarlara yaptırılan eşsiz Baltık mimarisi ve Rus-Ermeni-Osmanlı-Selçuklu esintisiyle tarihin içinde ‘zamansızca’ akan bir nehir gibidir sanki.
Çok kültürlü bir toplumsal yapının şemsiyesi olmakla birlikte, kadim bir Türk-Müslüman sancağı olarak oldukça belirgin bir tarihi kimliğe sahiptir Kars. Hz. Mevlana’nın Mesnevi’de ‘Şeyh-i Din’ olarak bahsettiği şehrin manevi koruyucuları arasında 11. Yüzyılın tasavvuf alimlerinden Hasan El-Harakani de vardır. Anadolu’da yapılan ilk Türk Camii Ebu Menuçehr ölümsüz bir mühür gibi, soylu bir tapu senedi gibi hala dimdik ayaktadır. Dede Korkut Oğuznameleri’nde yer alan iki başkentin de (Iğdır /Karakale ve Kağızman/Ağcakale) ruhuyla bu topraklara bağlı oluşu, şehrin aşıklık geleneğinin hem temsilcisi hem de kalesi olmasıyla ilgilidir. 13 yaşında Kars’a gelen Namık Kemal’in fikri olgunluğuyla edebi terbiyesinin ona Karslı şair ve aşıklardan miras olduğunu biliyoruz. ‘Çobanoğlu Gazinosu’na bir akşam vakti misafir olduğunuzda; Deruni, Tüccari, Aşık Avasl, Dede Kasım, İkrami, Zihni, Şenlik, Ceyhuni, Bahri, Kahraman, İrfani, Şeref Amca, Müdami, Kasapoğlu, Hıfzı, Cemal Hoca, Nihani ve Karahanlı’nın yüzyıllık nefeslerini işitirsiniz mutlaka. Altay Türklerinin Kam, Kırgızların Baksı ve Oğuzların Ozan dediğidir, uzun kış gecelerinde Aşıklar Kahvesi’nde sıcak çay eşliğinde anlatılır bütün bu öyküler, sazla-sözle, aşkla.
- Aşık Şenlik’ten Bob Dylan’a kadar uzun ve köklü bir ozanlık geleneğine sahiptir Kars. Kağızman’a ısmarladığımız o ekşi nar’ın gelmesi de şarttır, çünkü gümüş kemer ince bele tek bir şartta dar gelecekektir; gebedir sevdiceğimiz. Eylül isminde bir kızımız, Poyraz isminde bir oğlumuz olacaktır elhak!
Kars olmuş bir şiir
1897’de Kars’ta dünyaya gelen 20. yüzyıl Ermeni edebiyatının en önemli şairlerinden Yeğişe Çarents’in ilk ve tek romanı ‘Nairi Ülkesi’ şairin doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği Kars hakkındadır. Yolu ruhen yahut bedenen bu topraklara düşmüş herkeste derin izler bırakır bu şehir. Kars’ta çıkmaz sokak yoktur ama şairlerin çıkmazı bitmez.‘’Öyle güzel ölürüm ki artık / beyaz uykusuz uzakta / kars çocukların da kars’ı / ölüleri yağan karda / donmuş gözlerimin arası’’ dizeleriyle örülü Kars’a ithaf edilmiş belki de en güzel ağıdın şairi Dersimli Cemal Süreya, 976. Gün’de şunları söyler; “Kars’ı Paris’te yazmıştım. Neden bilmem, utandığım olmuştur bundan. Kars’a gitmeden Kars demişim. Sonra öğrendim ki, Rimbaud da Sarhoş Gemi’yi denizi görmeden yazmış. Nasıl avundum! Akşamları eve doğru, beş yaşında, ve annemin elinde fener, yürürken, yıldızlar Kars’a doğru gidiyordu sanki. O şiir aslında bir yerde Kars’ı anlatan değil, Kars olmuş bir şiir”.
Kapı kenti, uç beyi, serhat şehri, Kafkas güzeli, hep soğuk ve hep yalnız! Tarihî İpekyolu üzerinde kurulmuş Anadolu’nun ilk ticaret kenti Ani’yi, gravyeri, çeçil peynirini, karakovan balını, hangeli, çocukluğumuzun kış mevsimlerini, Köroğlu’nu yenen tek yiğit Kiziroğlu Mustafa Bey’in Susuz’un Kizir köyündeki manevi evini, usulca toprağa düşen yılın ilk kar tanesini, Mart ayına kadar üzerinde yürüyüş yapılan Çıldır Gölü’nün kıyısındaki adaklar adanmış dilek ağacını, Malakanların acı dolu sürgün hikayelerini, Aşıklar Kahvesini, Altın Kaz Film festivalini ya da Kars şehir sinemasını, karakterli has soğuğunu, Çobanoğlu-Taşlıova atışmalarını, Kader, Kar Korsanları, Soğuk, Deli Deli Olma, Kosmos filmlerini, Fethiye Camii-Yeniçeri Vadisi Köprüsü arasındaki görkemli mimari güzelliğe kulağında Çaykovski melodileriyle yürüyerek eşlik etme ihtimalini, yani Kars’ın kimliğini oluşturan ana omurgaya da, kendi halinde ilerleyen o tali yollara da gönül indirmemek gerçekten elde değil. Yeri gelmişken şuraya kişisel hikayemi de iliştirmiş olayım; Oğuz uruğunun Karapapak Türkleri’nden olan büyük dedem Rüstem Bey bir 93 harbi göçmenidir. Şimdilerde Gürcistan sınırları arasında kalan Ulu Borçalı’nın Aran Arıklısı’ndan 11 yaşında at sırtında Kars’a göçtüğünde büyük bir hikayeyi de beraberinde getirmiştir. Evlenip yurt tuttuğu Arpaçay’da ilk oğlu Çoşkun dünyaya geldiğinde yıl 1895’tir. Çoşkun dedem, Mülâzım dedem ve babam Kars’ta doğmuş, bir Türk yurdundan başka bir Türk yurduna göçüp gelmiş bizim hikayemiz. Terekeme derler adımıza, siyah astragan kalpak giyeriz, Molla Mustafa’nın ocağından, Oğuz’un buyruğundanız.
Kars deyince deli gibi, derin bir uğultu gibi Eleni Karaindrou melodileri yankılanıyor nedense kulaklarımda. İçim fena halde üşüyor. Kalbim bembeyaz. 11 yaşında at sırtında yola revan olan Rüstem dedemi hatırlıyorum. Savaşı, soğuk yılları, göçü, sürgünü ve her daim yeni ev’i. Şimdi kalkan ilk Doğu Ekspresi’ne atlayıp -hem de tam mevsiminde- Kars’a gitmemek için ne gibi bir gerekçemiz olabilir ki? Uyuya kalsak bir trende, gözlerimizi açıp baksak ki, gözümüzün önünde karlı dağlar geçiyor! Sonra bir çocuk yaklaşsa yanımıza; kalk abi Kars’a geldik! Beyaz, uykusuz, uzakta!