Ben bir soru soracaktım
Güvenlik görevlileri, Kâmil’i karga tulumba kapının önüne taşıyıp öyle çuvalmış gibi kaldırıma bıraktıklarında hâlâ feryat ediyordu. Sonunda ceketini çıkarıp “Üniversite” yazan levhaya doğru fırlattı. Ciğerlerindeki son nefesi de boşalttı: “Edebsizler!!!”
Güvenlikçi Kâmil, yarı filozof sayılırdı. Öğle tatilinde şehri biraz adımlamak istedi. Karşıdan gelen kızların elindeki kitabın üzerinde “edebiyat” kelimesini okuyunca “Edebiyat derken ağzımızdan ‘edeb’ kelimesi çıkıyor.
Acaba edebiyat ‘edeb’den mi geliyor?” diye düşündü. O sırada önünden geçmekte olduğu binanın kapısında “Üniversite” yazıyordu. Büyük kapıdan içeri girdi. Karşısındaki masada oturan takım elbiseli adama selam verip sormak istediği bir şey olduğunu söyledi. Adam bilgisayarda okey oynuyordu. Gözünü ekrandan ayırmadan “Buyurun sorun.” dedi.
“Edebiyat derken ağzımızdan çıkan ‘edeb’ kelimesi acaba…”
Adam hâlâ ekrandan başını kaldırmamıştı. Kâmil epey bir aradıktan sonra İsmail Bey’in odasına girdi. Durumunu arz etti. Sorusunu sordu.
“Bu soru kapsamında size cevap verebilecek bölümlerimiz, Arap Dili ve Edebiyatı, Urdu Dili ve Edebiyatı, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Amerikan Dili ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı… Hangisine yönlendirmemi istersiniz?”
Kâmil’in içi bunlardan en çok Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne ısındı.
“Bu kapıdan çıkınca sola dönün, merdivenlerden çıkın. Büyük koridoru bitirince sağa dönün. Sağdaki üçüncü kapıda İsmail Bey var. Sorunuzu ona sorun.”
Adam hâlâ ekrandan başını kaldırmamıştı. Kâmil epey bir aradıktan sonra İsmail Bey’in odasına girdi. Durumunu arz etti. Sorusunu sordu. O zaman yanlış odaya girdiği ve karşısındakinin İsmail Bey olmadığı ortaya çıktı. Meğer İstatistik bölümünde imiş. Yan odaya girmesi söylendi. Yan odada bir kadın oturuyordu. İsmail Bey’in o gün gelemediğini, ama isterse kendisinin yardımcı olabileceğini söyledi. Kâmil derdini anlattı. Kadın önündeki ekrandan başını kaldırmadan konuştu:
“Şimdi beyefendi, bölümümüz kendi içinde çeşitli ana bilim dallarına ayrılmaktadır. Bunlar, Yeni Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı, Yeni Türk dili, Eski Türk dili, Halk Edebiyatı olmak üzere beş adettir. Sorunuzu cevaplamak üzere hangi bölüme yönlendireyim?”
Kâmil’in sabrı taşıyordu. “Onu ben bilmemem. Siz uygun olanı seçin.” dedi.
Kadın ekrandan başını kaldırmadan konuştu:
“Koridordan çıkın, sağa üç adım yürüyün, sonra sola üç adım yürüyün, sonra üst kata çıkın, sonra soldaki on yedinci kapıda Abdullah Bey var. Ona bir sorun bakalım, bu soru için doğru ana bilim dalı hangisiymiş?”
Kâmil o zaman biraz isyan etti: “Yahu hepi topu bir soruydu… Edebiyatın kökü…” Epey bir zaman sonra Abdullah Bey’in odasındaydı. Abdullah Bey, Cenıfır Üniversitesi’nde doktora, Masaşüses Üniversitesi’nde masa üstü yayıncılık konusunda post doktora, yeniden Cenıfır üniversitesinde post mastır ve her ikisinde birden “dastır” yapmıştı. Yedi dili ana dili gibi konuşuyor; üç dili anlıyor, ama konuşamıyor, dünyanın geri kalan dillerini de bilmiyordu. Abdullah Bey’e durumu açıkladı.
- Abdullah Bey, “Bu sorunun cevabı büyük ihtimalle Yeni Türk edebiyatçılarındadır, ben sizi Cevat Bey’e yönlendiriyorum.” dedi.
Yeni Türk edebiyatçısı Cevat Bey dirseklerini masaya dayamıştı. Cevat Bey Doçeland Üniversitesi’nde post doktora, Burikova Üniversitesi’nde post mastır yapmıştı. Geri kalan senelerde de dastır yapmıştı. Dastır, mastırdan sonra doktoradan önce yapılan ve pek bir şeye benzemeyen bir çalışmaydı. Hoca, dört dili konuşur gibi yapıyor, beş dili ana dili gibi konuşuyor, üç dili sadece konuşuyordu. Cevat Bey başını havaya kaldırarak “Bu sorunun muhatabı kesinlikle ben değilim!” diye kükredi. “Diyen yanlış demiş!”
Sordun bir soru madem, cevabını takip edeceksin!
Kâmil fena gerilmişti. Sorusundan vazgeçmişti. Hemen çıkıp gitmek istiyordu. Çıkış kapısını yarım saat kadar aradı. Döndü dolaştı yeniden Cevat Bey’in kapısına geldi. Adam o sırada kapısını kilitliyordu. Kâmil’i görünce “Bu sorunun cevabı kesinlikle ben değilim!” diye bağırdı.
“O değil efendim, bendeniz çıkış kapısını bulamadım da…”
“Çıkmak mı? Nereye çıkıyorsun? Sordun bir soru madem, cevabını takip edeceksin! Şimdi doğru Nazım Bey’in odasına, derhâl… O dilcidir, bu soruya cevap vermek ona düşer… Derhâl!”
Kâmil, Nazım Bey’e durumu açıkladı. Nazım bey Almanya’da mastır, Polonya’da popmastır, Amerika’da dastır yapmıştı. Odasında çanta hazırlıyordu. “Benim bir sempozyuma yetişmem lâzım. Oradan çıkıp başka birine daha yetişeceğim, oradan da çıkıp başka birine… Ben meşgulüm beyefendi boş biri değilim…
- Kapı gıcırtılarının insanın müzik zevkinin oluşumundaki yeri konulu bir tebliğ sunacağım…” deyip odasından çıkmak istediğini belli etti.
“Tamam efendim çıkış kapısını tarif eder misiniz, ben gitmek istiyorum…”
Nazım Bey bu söze çok sinirlendi. “Bir soru sordunuz, cevabını bulmadan gidemezsiniz beyefendi!!” dedi, “Ne demek gitmek istiyorum!?”
“Peki efendim kime gideyim...?”
“Cemil Bey var, etimoloji çalıştı, benim odamın yanıdır, sen burdan J bloğa git ve gel… Sonra Cemil Bey’le görüşürsün…”
“J bloğa neden gideceğimi anlayamadım efendim…”
“Arkadaşım Cemil Bey’le görüşmeyecek misin?!”
“Evet…”
“J bloğa git ve gel, ardından benim odamın yanındaki odaya gir!!!”
Kâmil kendisine denileni yaptı. Cemil Bey’in odasına girdi. Cemil Bey etimoloji çalışmıştı. Kelimelerin nereden gelip nereye koştuklarını bilirdi.
Kâmil, “Efendim bir cümleyle edebiyatın ‘edeb’le ilişkisinden…” demeye kalmadı, bu defa profesör olmaması için kendisine kurulan tuzaklardan, önüne çekilen setlerden, ana bilim dalı başkanlığının nasıl elinden alınmak istendiğinden bahsetti.
Edebiyat kelimesinin “edeb”den gelip gelmediği konusunda kendisine bilgi verebileceğini söyledi. Ancak kendi üniversitelerinde bu konuda doktora yapmış iki tane hoca varken kendisinin konuşmasının doğru olmayacağını söyledi. O hocalardan biri Avustralya’ya diğeri de Tanzanya’ya kongreye gitmişti. Geldikleri zaman görüşürsünüz, deyip sustu. Suskunluk iki tarafa da ağır gelince yeniden konuşmaya başladı. Doktora tezi savunmasında başına gelenlerden, ondan önce mastır tezi savunmasındaki hocanın kendisine fena hâlde takmış olduğundan ve ardından aynı hocanın doçentlikte karşısına çıkıp hayatı burnundan getirdiğinden bahsederken beş saat kadar geçmişti.
Kâmil, “Efendim bir cümleyle edebiyatın ‘edeb’le ilişkisinden…” demeye kalmadı, bu defa profesör olmaması için kendisine kurulan tuzaklardan, önüne çekilen setlerden, ana bilim dalı başkanlığının nasıl elinden alınmak istendiğinden bahsetti. “Efendim ‘edeb’ ve edebiyat…” demeye kalmadı bu defa yaklaşan rektörlük seçimlerinden ve uzaklaşan rektörlük seçimlerden bahsederek kimin rektör olacağı konusunda dönen dolaplardan bahsetti. Kâmil bu defa epeyce sinirlendi. “Hocam ben bir soru…” demeye kalmadı, hoca “Üniversitemizde bu konuda çalışmış iki saygıdeğer hocamız varken…” der demez… Kâmil’in kafası attı. Odanın kapısını vurup çıktı. “Yahu ben bir soru sormak istemiştim!!!” diye bağırdı. Koridorlarda amaçsızca dolaşıyor, oradan oraya girip çıkıyor, “Vallahi hayatımdan bezdim! Vallahi yoruldum!” deyip naralar atıyordu.
Güvenlik görevlileri, Kâmil’i karga tulumba kapının önüne taşıyıp öyle çuvalmış gibi kaldırıma bıraktıklarında hâlâ feryat ediyordu. Sonunda ceketini çıkarıp “Üniversite” yazan levhaya doğru fırlattı. Ciğerlerindeki son nefesi de boşalttı: “Edebsizler!!!”