Başucumuzdaki mucize Solaris
KİM YAZDI?
Bilimkurgu denildiği zaman aklınıza hangi yazar geliyor? Isaac Asimov mu, Philip K. Dick mi yoksa Ursula K. Le Guin mi? Ben mesela ilk defa Jules Verne sayesinde tanıştım bilimkurguyla ki o zamanlar bilimkurgu olması için henüz olmayan bir teknolojik imkândan bahsetmenin ve romanı, öyküyü o imkân üzerine kurmanın esere bilimkurgu denmesi için kâfi olacağını düşünürdüm. Haksız da sayılmam, nihayetinde biz filmlerden böyle öğrendik. Holywood’du hocamız. Dünya’yı Kurtaran Adam’ı bir türlü ciddiye alamıyorduk. Bir uzay gemisi, bir mürettebat ve cesur bir kaptan. Robotvari insanlar ve insanvari robotlar sahi ne deniyordu; ha, evet android. Hayır telefon sistemi olan değil ama özünde aynı. Yani akıllı. Bilimin kurguyu izah ve yirmi belki elli yıl sonra nelerle karşılaşacağımızı tahayyül etme ihtimalini seviyorduk. İzah dediysek hiçbir zaman anlamayacağımız kelimelerle izah… Sonuçta bir bilimkurgu yazarı bilimden anlamak zorunda değil, yeter ki kurgudan anlasın… Sanırım üç aşağı beş yukarı böyle söylüyordu Ursula K. Le Guin. Ama tüm bu gelişmelerin, tüm bu yeni heyecanların arasında biri var ki Doğu Avrupa’dan bize gülümsüyor. Bir iki isim ve yine bir iki iş dışında hiçbir bilimkurguyu beğenmiyor. Eksik buluyor. Stanislaw Lem’in bilimkurguya girişi geriye dönüp bakılınca anlaşılıyor ki döngüyü kıran, türleri harmanlayan bir reçete niteliğindeymiş.
NE YAZDI?
Hiçbir şey bilmiyordum ama amansız mucizeler çağının hâlâ geçmediği inancında direniyordum.” Böyle söylüyordu Kevin, Solaris’te. Çünkü insanoğlu her daim ufkunun sınırlarının, aslında olduğunu düşündüğü yerden hep daha ötede olduğu bilgisine şaşırmakla kaimdi. Aklınsa gördüğünden ötesi yokmuş gibi aciz bir çıkarım refleksi vardır ne yazık ki. Mucizeler her zaman imkân dâhilindedir. Stanislaw Lem, Solaris’te asıl karakteri Kevin’e insanlığın bir çağa indirgediği ve batıllaştırmaya çabaladığı mucizenin zamandan münezzeh ve aslında hemen yanı başında olduğunu idrak ettiriyor. Yani yaşayan gezegen Solaris’te. Artık Kevin’in bir vazifeyle geldiği bu gezegende, ölmüş eşini yahut bir başka deyişle kendi mucizesini görmesi için tek yapması gereken göz kapaklarını açmak.
NEDEN YAZDI?
Lem, bir imkân gördü. İnsanı insana anlatmak için, insanın sınırlarını zorlaması onun keşfettiği bir imkândı. Aslında bütün bu bilimkurgu çalımları hikâyeyi başa yani olması gereken yere, öze getirmek içindir. Modern romanın insanı içine soktuğu çukur ve sanayi devrimi sonrası hızlı şehirleşmeyle ortaya çıkan ve günümüzde metropol yalnızlığına evrilen, kalabalıklar içindeki yalnız ve bir o kadar da inançsız adam buhranı nasıl da uzaklaştırmıştı insanı kendi hikâyesinden, gerçek acılarından. Bilimkurgu ve fantastik bir kaçış değil bir öze dönüş edebiyatıdır. Şimdi siz söyleyin; hangisi daha gerçek? Metropolde çekilen varoluş sancısı mı? Yoksa bir gezegende yalnızken çekilen var oluş sancısı mı? Bana kalırsa ikincisi insana hakikati keşfettirebilecekken ilki sadece miadı geçmiş roman yazdırabilir.
NEREDE YAZDI?
Tam olması gereken yerde, bir kapsülün içinde Solaris’te. Çünkü böylesi net bir eser üretmek için bizzat merkezde olması gerekir yazarın. Öylesine merkezdeki gerçek olamayacak kadar. Bir de ilginç anekdot; Philip K. Dick asla inanmadı Stanislaw Lem’in varlığına. Tek bilinçten böylesi eserler çıkması mümkün değildi ona göre. Sovyet Rusya’nın çektiği bir numaraydı Stanislaw Lem. Tıpkı uzay savaşlarında olan biten her şey gibi. Kimileri hastalığına veriyor Dick’in, kimileri Amerikan körlüğüne. Ama pür berrak görünen bir şey var ki Dick’in bu söylemi, inkârı bir yergi veya görmezden gelme değil ancak övgüdür.
NASIL YAZDI?
Modern psikolojik romanın üstüne fantastik ve bilimkurguyu harmanlayarak çıktı Stanislaw Lem. Üstelik hiçbirinden de ödün vermeden gerçekleştirdi bunu. Solaris, yüzde yüz bilim kurgu, yüzde yüz fantastik ve yine yüzde yüz psikolojik bir romandır. Teknik açıdan kat edilen bu başarının yanı sıra üslup bakımından nadir bir atmosferi okura sunacak kaliteye sahip bir eser Solaris.
NE ZAMAN YAZDI?
İlk bilimkurgu ürünlerini 50’li yıllarda üretti Lem. Tarihler 1961’i gösterdiğinde ustalık eseri Solaris’i yazmıştı. Lem’in eserleri kısa sürede 40’tan fazla dile çevrildi ve 20 milyonun üzerinde sattı. 72 senesinde usta yönetmen Andrei Tarkovski talip oldu Solaris’e. Hakkında çok konuşuldu, çok yazıldı. 57 yıl sonra bugün bile Solaris dikkatle bakan okurların gözünden asla kaçmayacak gökyüzündeki o mucizevi gezegen olarak varlığını sürdürüyor.
SOLARIS
Her insan tekinin, en eski acıları, yinelendikçe gülünçleşerek sürekli daha da derinleşen en eski acıları yeni baştan yaşadığı düşüncesine alışmak zorunda mıydık? İnsan varoluşu kendini yinelemek zorunda olabilirdi, buna diyecek yoktu, ama dillere pelesenk olmuş bayat bir ezgi gibi ya da sarhoşun birinin plak dolabına tekliği bastırıp durmadan çaldığı bir şarkı gibi yinelenecekse... Bu sıvı dev yüzlerce insanın canını almıştı. Tüm insan soyu onunla incir çekirdeğini doldurmayacak bir bağ kurabilmek için boşuna çabalamıştı, şimdi de benim ağırlığımı bir toz zerresini umursadığından daha çok umursamıyordu. İki insan bireyinin trajedisine de bir tepki verebileceğini sanmıyordum. Ama yine de bütün etkinliklerinin bir ereği vardı... Doğru, kesinlikle emin değildim, ama belki sonsuz küçüklükte, belki yalnızca düşsel de olsa yine bir fırsatı tepmek olacaktı çekip gitmek... Öyleyse burada, ikimizin de dokunduğu nesnelerin arasında, Rheya’nın da soluduğu havayı soluyarak mı yaşamalıydım artık? Ne adına? Onun dönmesi umuduyla mı? Hiçbir şey ummuyordum. Ama yine de, yine de bir beklentiyle yaşıyordum. O gittiğine göre geriye bu kalmıştı yalnızca. Beni hangi başarıların, hangi gizli alayların, hatta daha hangi işkencelerin beklediğini bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum ama amansız mucizeler çağının hâlâ geçmediği inancında direniyordum.