Aydın Hız: İyi bir roman okurun zihninde mekanı genişletir

AYDIN HIZ
Abone Ol

Roman bütünlüklü, geniş bir dünya kurmanıza imkân oluşturur ve okurun zihninde zamanla mekânı genişletir.

SÖYLEŞİ: MUSTAFA UÇURUM - ALİ BAL

Hallacı Mansur’u “Aşk Kapını Ben Geldim”, İbn-i Arabi’yi “Hayal Denizi”, Ahmet Yesevi’yi “Benim Gönlüm Bir Kuştur” romanlarınızda anlattınız. Bunlar Türk ve İslam coğrafyasında çok önemli yeri olan isimler. Bu isimleri belirlerken nasıl bir yol izlediniz? Tercihleriniz neden bu isimler oldu?

Ben Anadolu Müslümanlığı kavramını önemsiyorum. Bir din olarak İslamiyet elbette birdir ve ilahidir. Bölgelere veya milletlere göre çeşitlilik gösteremez. Fakat dinin insan ve toplum hayatına aktarımında, ilahi vahyin pratiğe geçirilişinde toplumsal özelliklere göre çeşitlilik gösterir. Romanlarımda Anadolu Müslümanlığını besleyen, etki eden üç önemli mutasavvıfı yazdım. İlk romanım Aşk Kapını Ben Geldim’de Bağdat’ta anlaşılamayacağını gören Hallac-ı Mansur’un Türkistan’a yaptığı yolculuğu anlattım. Beş yıl sürer bu yolculuk. Hayal Denizi’nde Endülüs’te doğup büyüyen İbn Arabi’nin coğrafyaları aşan seyahatini, dini yorumlarını ve yaşadıklarını anlattım. Bildiğiniz gibi o da Tunus’tan Fustat’a, Mekke’den Medine’ye, Musul’dan Yafa’ya kadar dolaştığı ülkelerden ve şehirlerden sonra Anadolu coğrafyasında kendine yer buluyor. Hayal âlemindeki manevi tecrübelerini bu topraklarda paylaşıyor. Benim Gönlüm Bir Kuştur romanı ise Türkistan’dan başlayıp Anadolu’ya uzanan maneviyat yolculuğunu şekillendiren Hoca Ahmet Yesevi’yi konu ediniyor. Bildiğiniz gibi onun yetiştirdiği alperenler bu topraklarda hem maddi hem de manevi bakımdan tutunmamıza imkân sağlıyorlar. Dolayısıyla üç romanım bu açıdan birbirini devamı sayılabilecek bir özelliğe sahip.

Aydın Hız

Yazmaya karar verirken yazarlar hangi türde yazacakları konusunda kendilerine bir yol belirleyebilirler. Birikimleri, ilgi alanları bu eğilimlerini belirlemede önemli bir etken olarak görülebilir. Sizin üç romanınız var. Edebi türler içinde romanı tercih etmenizin sebeplerini öğrenebilir miyiz?

Edebiyatın farklı türlerini takip ediyorum. İyi bir okur olduğumu düşünüyorum. Zaman zaman farklı türlerde yazılar da kaleme alıyorum. Fakat romanın beni büyüleyen rafları daha fazla. Öncelikle bütünlüklü, geniş bir dünya kurmanıza imkân oluşturuyor. Hayal dünyamı yansıtabileceğim en iyi tür. Sinema bile yaklaşamıyor bana göre romana. Okurun zihninde zamanı ve mekânı genişleten bir şey roman. Gerçekliğe en yakın dünya kuruyorsunuz, hayali kahramanlarınızla hayatı paylaşıyorsunuz ya da onların hayatına katılıp tarihi bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Bu bir tarafıyla çok zevkli ve eğlenceli diğer tarafıyla da zihnî bakımdan çok yorucu bir yolculuk.

Gerçek hayatı bir roman konusu olarak belirlemenin zorlukları muhakkak vardır çünkü karşımızda kurmacadan daha çok yaşanmış gerçeklikler var. Romanlarınızı yazarken en çok zorlandığınız noktaları paylaşır mısınız?

Benim karakterlerim tarihi gerçekliliği olan kimseler. Ancak kurmacanın imkanlarını kullanırken elbette hayali karakterlerden faydalanıyorum. Öncelikle yazmaya çalıştığım tarihi karakteri, yaşadığı dönem içinde görmeğe ve anlamaya çalışıyorum. Ancak çok sıkı bir okuma ve araştırma sonucunda elde edebileceğimiz bir sonuç bu. Burada bir ikilem var aslında. Beni en çok yoran burası. Bir taraftan o tarihi kişiliği araştırarak ulaştığımız hayatı, diğer taraftan hayal dünyamda oluşan kışkırtıcı bir kurgu var. İyi bir roman biraz da kendi kendini yazdırır yazarına. Onu da serbest bırakmalısınız. İşte bu ikili yapıda dengeyi korumaya gayret ediyorum. Hem yaşanmışlığa hem de kendi hayal gücünüze saygı duymalısınız.

Hallac-ı Mansur, ismi üzerinde çok fazla tartışma olan bir tarihi şahsiyet. Yaşantısı, görüşleri, mücadelesi ve hayatının her ânı çizgi dışı desek yeridir. İlk romanınız Aşk Kapını Ben Geldim’de kahramanımız Hallac-ı Mansur. Sizi, bu romanı yazmaya yönelten sebepleri öğrenebilir miyiz?

Bizim dindarlık algımız verili bir sistem üzerine kuruludur. Neye nasıl inanacağımıza karar verilmiştir adeta. Modern dindarlık, en geleneksel yapılarda bile formlar üzerinden ilerler. Bu bir yere kadar anlaşılabilir. Oysa her insan özeldir ve biriciktir. Tasavvufta insan kadar Allah’a giden yol olduğu söylenir. Ancak dindarlık pratiğimize baktığımızda aynı kalıplar ve kabuller üzerinden ilerleriz. Manevi tecrübelerimiz bile bize özel değil! Bu çok acı bir durum. Dindarlığımız bireysel keşiflerden örülmemiş maalesef. Bu bakımdan Hallac-ı Mansur sizin de belirttiğiniz gibi çizgi dışı, sıra dışıdır. Tanrı’ya giden yolu kendisi örmüştür. Bütün verili algıların ve aktarımların ötesinde durarak, ilahi aşkın kendi gönlüne düşen serencamını yaşamıştır. Ben onun dindarlığını, manevi tecrübesini anlatırken aynı zamanda ondan hareketle bireysel dindarlığımızı keşfedebileceğimiz bir kapı aralamaya çalıştım. Verili sistemin dışına çıkmak tehlike olarak görülür. İnsanlar kabul etmezler bunu. Oysa kendimizi ne kadar bulursak, Yaratıcı’yı bulma imkânımız çoğalacaktır.

Romanlarınızda okuyucuyu anlatının içine çeken bir şiirin sesini duyuyoruz. Şiirin hayata renk olmasının ötesinde nesirlerde de şiir, bir nefes oluyor anlatım için. Kitaplarınızın isminden başlayan bir şiirin nefesini hissedebiliyoruz. Şiirle aranız nasıldır?

Birçok okur tarafından bu dile getiriliyor. Dilimi besleyen en önemli unsur şiir sanırım. Romandan sonra en fazla okuduğum edebi tür şiir. Günlük şiir okuma ritüellerim vardır ve aksatmadan onu yerine getiririm. Şiirin söyleyişime bir derinlik kattığı gibi yazdıklarımı fonetik bir musikiyle de yoğurduğunu düşünüyorum.

Şiirden tarihe geçecek olursak; yazdığınız romanların merkezinde tarih var. Okumalarınızda tarih kitaplarının yeri hangi yoğunlukta acaba?

Biyografi ve dönem romanları yazıyorum. Dolayısıyla tarih okumak, araştırmak vazgeçilmez bir şey. Çünkü zihin dünyamı oradan besliyorum. Az önce de belirttiğim gibi tarihi karakteri, yaşadığı zaman ve mekân içinde görmek gerekiyor. O döneme ve o zamana ait bulabildiğim Türkçe yazılmış telif veya tercüme ne bulursam okuyorum. Bir roman için iki yıla yakın bir okuma, notlar alma süreci yaşıyorum. İyi ve doğru bilgiden sonra hayal dünyamın kapılarını aralıyorum. Yaşanmışlığa saygı için öncelikle tarihi bilgi gerekiyor çünkü.

Biz tarih deyince daha çok siyasi tarihi anlarız. Romanlarımı okuyanlar bilir ki, siyasi tarihten daha fazla sosyal, kültürel ve ekonomik tarihini araştırıyorum ben. Kurgunun akıcılığını bozmadan, döneme ait bilgileri romanıma derinlik katmak ve o tarihi karakteri daha iyi anlamamıza imkân sağlamak için kullanıyorum. İnsanların o dönem giydiği elbiselerden, yemek kültürlerine, şehir tarihlerinden yapılarda kullanılan malzemelere, tarımsal ve ticari ürünlerden insanların günlük yaşama pratiklerine, üretilen kokulardan yetiştirdikleri hayvanlara kadar onlarca detay romanlarımda geçer. İyi bir roman okurun zaman ve mekân algısını genişletir çünkü.

Ahmet Yesevi ve bir gönlün kuş olup uçması. Bunu hangi kıstasları düşünerek oluşturduğunuzu öğrenmek isteriz? Ahmet Yesevi’yi, Yunus’un da etkilendiği ve manevi bir öncü olarak düşünürsek, bundan sonra bir Yunus Emre romanı gelebilir mi?

Tasavvuf, gönül içre bir yolculuktur. Bu yolculuğu dile aktarmanın zorlukları çoktur. Mutasavvıflar meramını anlatabilmek için bundan dolayı metaforlara ve simgelere başvurmuşlardır. “Kuş” tasavvufta hem bir yolculuğu hem de canı ifade eder. Bu dünya ise bir kafestir. Can kuşu, dünya kafesinden kurtulup ilahi özgürlüğe uçmak ister. Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli’nin Velayetname’sinde “turna kuşu”na benzetilir. Ben de bundan dolayı bir metafor olarak romanda turna kuşunu kullandım ve Anadolu’ya gönderdiği talebelerini ve müritlerini kuş üzerinden anlatmaya çalıştım. Bizim geleneksel metinlerimizde kuş çok kullanılmıştır. Örneğin Fuzuli’nin bir şiirinde de gönül, kuşa benzetilmiştir.

Yunus Emre, Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkistan’da oluşturduğu maneviyatı, Anadolu’da geliştirmiş bir tasavvuf büyüğüdür. İkisi de hem yaşayış ve kültür bakımından hem de söyleyiş bakımından içinde yaşadıkları toplumu anlamış, özümsemiş ve ona göre dil kurmuş gönül insanıdırlar. Sadelik, estetik ve derinlik vardır ikisinin de kurduğu dilde. Eskimez bir yeniyi temsil ederler. Yunus Emre romanı gelir mi bilmiyorum, bu işler biraz da nasip meselesi bence.

İbn Arabi’ye karşı son yıllarda artan bir ilgi var. Bunda tarih dizilerinin de etkisi büyük. Siz Hayal Denizi romanını yazmaya nasıl karar verdiniz? Sizi bu romanı yazmaya iten sebepleri öğrenebilir miyiz?

İbn Arabi, İslam dünyasının çok sıkıştığı, bunaldığı bir dönemde yaşıyor. Müslümanlar siyasi, sosyal ve ilmi bakımdan zirvedeyken bir anda Batı’dan Haçlıların Doğu’dan ise Moğolların saldırılarına uğruyorlar. Binlerce insan ölüyor, büyük katliamlar yapılıyor, şehirler talan ediliyor, ülkeler işgal ediliyor, kütüphaneler yakılıp yıkılıyor. İlim adamları, alimler ölüyorlar, göç ediyorlar. Aynı yıllarda büyük veba salgını da ortaya çıkıyor o yıllarda. Bu olaylar İslam dünyasında şaşkınlığa, duygusal anlamda büyük kırılmalara sebep oluyor. Karamsarlık ve yılgınlık var. İbn Arabi, Endülüs’te iyi bir eğitim almış, manevi duyuşları zengin bir bilge. Genç yaşta çıktığı yolculuklarda, gezdiği ülkelerde bu yılgınlığı ve yorgunluğu görüyor, kendi birikimi ve duyuşlarıyla yeni bir dini yorum getiriyor. Varlığı yeniden tanımlayabileceğimiz, ilahi birliği bütün evrende görebileceğimiz ve yaşayabileceğimiz dini bir metafizik oluşturuyor. İnsanın Tanrı’yla ve eşya ile kuracağı ilişkiye derinlik katıyor. Aslında onun yaptığı büyük bir açılımdır. Derinliğine bir açılım. İslam dünyasının içinde bulunduğu psikolojik ve sosyolojik çıkmaza dini bir çözüm üretiyor. Bu beni büyüleyen bir şey. Elbette bu yorumlar verili dindarlığın ötesinde kaldığı için hakkında onlarca olumsuz fetva da veriliyor. Herkes onu anlayamıyor. Elbette zor bir dili ve geniş bir hayal dünyası var. Ben okuru, İbn Arabi’nin dünyasının kapısına getirmeye çalıştım sadece. Yaşadığı dönemi, hayatını ve düşüncelerinin ana fikirlerini anlatmaya gayret ettim. O kapıdan içeriye girmek ve o derinliğe dalmak okura kalıyor.

Kitapların ötesinde bir soru: Her şeyin olduğu gibi edebiyatın da merkezi olan İstanbul’dan uzakta bir Anadolu şehrinde, Ordu’da yaşıyorsunuz. Bu bir avantaj mı, dezavantaj mı sizin için? Kendinizi edebî olarak nasıl besliyorsunuz?

Edebi muhit tartışmaları olur ara sıra. Edebi muhitler yazarları geliştiren, ufkunu açan, başka dünyaları ona tanıtan bir imkân oluştururlar. Ancak bugün iletişim ve ulaşım imkanlarının hayli kolaylaştığı bir zamanda edebi muhitin de sosyal mecralar üzerinden değiştiğini ve geliştiğini söyleyebiliriz. Siz de Anadolu’da yaşayan biri olarak bunun farkındasınızdır zaten. Her şeyden önce iyi bir okursanız, edebi olarak beslenmeye açıksınız demektir. Ben zaten yapı itibariyle biraz uzakta durmayı tercih eden biriyim, yalnızlığı seviyorum. Dolayısıyla Ordu’da yaşamak benim için bir avantaj ve imkân aslında.

Şunu da belirtmiş olayım, yaşadığımız şehirde okuyan, yazan, yöneten güzel bir dost meclisimiz var. Selçuk Küpçük’ten Tuna Eselioğlu’na, Abdullah Aktaş’tan Kerim Alptekin’e, Fatih Oğurlu’dan Mehmet Ayık’a, Yılmaz Demir’den Dursun Ali Sazkaya’ya kadar. Her şeyden önce hepsi de iyi okurlar. Biz birbirimizin metinlerini okur ve eleştiririz. Besleriz birbirimizi. Yirmi yıla yakın her hafta bir pastanede oturur, kültür ve edebiyat söyleşileri yaparız. Metinler okuruz, tartışırız, kitaplar paylaşırız. Doğrusu böyle bir birliktelik beni çok besliyor. Yazdığım her romanı önce bu dostlarım okumuşlar, eleştirmişlerdir.

Ütopik bir soru ile bitirelim sohbetimizi. Anlattığınız üç şahsiyetten hangisinin devrinde yaşamak isterdiniz. Nedeniyle birlikte öğrenebilir miyiz?

Romancı birçok hayatı aynı anda yaşar. İmkânım olsa üçünün döneminde de yaşamak isterdim. Hepsinden bir zaman ve mekân seçecek olsam; Hallac-ı Mansur’la geceleyin çölde ay ışığının altında sohbet etmek, İbn Arabi ile ardımıza bakmadan, dönmeyeceğimiz bir yolculuğa çıkmak, Hoca Ahmet Yesevi ile Yesi’deki dergâhın altında yaptırdığı mahzeninde zikir çekmek isterdim.