Avrupa görmüş adamın Viyana notları
Viyanalılar halden anlıyor. Tek kelime dil bilmeden parmağımla işaret ederek anlaştım onlarla.Bir tanesi gece yarısı kokainden uçmuştu, üstüme yürüdü. Ben anlamında parmağımlakalbimi işaret ederek sadece “Türk’üm” dedim, çocuk yüzüme bakarak karşıya geçti.
Aziz milletimiz; gitmeden, görmeden, okumadan uzaktan, Platonik felsefe yapmaya bayılır. Felsefeye Cin Tonik eşliğinde Platonik takılmaya devam ediyoruz.
Oysa ben öyle miyim? Gittim, gördüm, araştırmacı yazarlığımın dibine vurdum, şimdi size Viyana’yı anlatacağım.
Yıllarca Avrupa’yı bize öven adamları dinledik ama Viyana havalimanlarında Müslümanları aşağılayan bilbordları duyunca aklıma üç yıl önce Viyana konferansları sonrasında düşündüklerim geldi. (Viyana havalimanları dediğime bakmayın, bizim Yeşilköy hava limanının kafeteryaları kadar, hatta o kadar küçük ki uçaklar tam havalanıp tekeri yerden kesildiğinde başka bir ülkenin hava sahasına girmiş oluyorlar, oh be!)
Gördüğüm kadarıyla dünya güzeli Müslüman kardeşlerimiz 28 Şubat sürecinde bizlere kucak açtığı için Viyana’yı çok seviyorlar, dini özgürlüklerini yaşayabildikleri için vatan edinmişler en başta onu söyleyeyim, ama şimdi...
Viyana; 23 Viyana’dan oluşuyor. Türkler çoğunlukla 10, 15, 16, 20. Viyana’da yaşıyorlar sanıyorum. Dünya’nın en iyi ulaşım ağına sabit. Tramvaylar çok işlevsel. Zaten küçük memleket olduğu için 54 numara ayakkabı giyen biri hızlı adımlarla birkaç saatte gezebilir. Burada yanlış anlaşılmasın; Viyana’yı değil tüm Avusturya’yı demek istiyorum…
Dil bilmeye gerek yok, çünkü zaten Avrupalılar kimseyle konuşmuyorlar.
Boğuk bir kuyudan gelen dilleriy- le şöyle sesler işitiyorsunuz: “Bauuuumm, Bouuum, hönnnn, şönnn, möüün, maauuunnn, ğoööorunn, stuumppphhhşşş…” Dünyada Türkçe’den başka hiçbir dilden iki kelime bilmeyen bir adam olarak bu dili oksijen tüpü takmadan konuşamayacağımı anladım… Bir sürü cümleyi nefes almadan haum, houumm konuşurken boğulabilirsiniz. Yani Almanca konuşurken yüksek derecede boğulma tehlikesi var, aman dikkat… En iyisi Çince, Japonca: “Mi mi mi miiiii… “ Şöyle dudak ucuyla, yormadan, mis!
Viyanalılar halden anlıyor. Tek kelime dil bilmeden parmağımla işaret ederek anlaştım onlarla. Bir tanesi gece yarısı kokainden uçmuştu, üstüme yürüdü. Ben anlamında parmağımla kalbimi işaret ederek sadece “Türk’üm” dedim, çocuk yüzüme bakarak karşıya geçti.
Ertesi gün arkadaşlar, onların dilinde küfrün olmadığını söyledi, sadece “Cambazlık yapma” anlamında bir küfürleri varmış, yazık… Uzun yıllar trafikte bizi solladılar diye ana, avrat, çocuk, yedi göbek ceddine küfür yemelerinin sebebini anlayamamışlar. E be kardeşim, bizde küfür öyle bir şeydir ki adama kızdığınız zaman onun anasından başlayacaksın, adamın kendisine sıra gelmeden öldürüleceksin… Yediği küfrü çeviremeyen, anlam veremeyen adamlar olunca küfrün de manası kalmıyor, felâket bir şey…
Üç gün boyunca ezan duymadım, su içmiyorlar, çocuk yok ki sesi olsun, yan yana yürüyen kalabalık zibidi takımları yok, çay ocağı yok, çay yok, simit yok… Sigara kutularına para atıp sigara alıyorsunuz ama izmariti yere atınca 36 Euro ceza yazıyorlar. Sigaranın baş üstünde taşınmasını, yere atılmamasını çözmüşler, haklarını yemeyelim, bizde sigaraya saygı yok, istersen izmaritini balkondan tüpçünün kafasına at…
Caddeler “Buraya köpek işeyemez” tabelalarıyla dolu. Buradan Viyana köpeklerinin okur yazar olduklarını anlıyoruz. Herkesin köpeği var. Evlilik yok, çocuk yok… Ekonomileri kötü… Yemek yemeyi, canına bakmayı, parayı boğazına yatırmayı bizden görüp üşütüyorlar. Düşünün; maaş 1300 Euro. Kira 500, ufacık bir pohaça 1,5 Euro… Sadece bira içiyorlar, yemek yiyen adam görmedim! Sabahın beşinde işe gidip eve dönüyorlar, evler 50 metre kare… Devletleri, siyasi güçleri büyük, evleri küçük… Sadece hafta sonu discolarda sabaha kadar kafa bulup altı gün çalışıyorlar sanıyorum!
Kilometrelerce yürüyüp insan görmüyorsunuz. Allah göstermesin birinden ateş alayım derseniz Hollanda’dan Kırıkkale’ye kadar yürüyeceksiniz. Hani derler ya Avrupa’da insanlık yok… İnsan yok, valla yok! İnsan yok ki insanlık var mı yok mu anlayalım. En merkezi yerinde, yani nasıl diyelim, mesela Kızılay veya Beyoğlu’na denk gelen merkezlerinde de insan yok! Kazayla yellenseniz camlar dökülür, Savunma Bakanlığı uçak kaldırır…
Kafayı üşüttüm arkadaş. Balkonsuz evlerinden, pencerelerden çıt çıkmıyor. Su altı belgeseli yapar gibi büyük bir sessizliğin içinde yaşıyorsunuz.
En büyük güç polis… Polisi gören korkuyor. Polis demek her şey demek. Gece saat ikide yürüyorum. Polis arabası durdu: “Haummm baummmm nörğummm” konuşup duruyorlar.
Bildiğim tek şeyi söyledim: Turist… Gittiler.
Sokakta adam gördüyseniz o Türk’tür… Türk’ten başka hiç kimse sallanarak yürüyüp kendine vakit ayırmıyor, tefekkür etmiyor.
İstanbul’dan uçakla havalandık. Bulgaristan, Romanya, koca Macaristan… Gidene kadar tarla, dağ, taş, şehir yok, insan yok… Anladım ki 300 Moğol atlarıyla yola çıksa Hollanda’ya kadar alır buraları… Kahveden adam toplasak İngiltere’ye kadar gireriz sanıyorum.
Adamlarda aile yok denecek kadar az, yeme içme zayıf, evlilik tesadüf, renk yok. Sıkıntıdan köpekleriyle konuşuyorlar desem abartı olacak ama gerçekten yalnızlar. Belki de köpekleri onlarla konuşuyorlardır bilmiyorum. Ortaçağ mimarisinde pencere yok, çünkü o tarihlerde cam sadece Arap Yarımadası’nda var. Adamlar bilmiyor. Evlerinde cam olmadığı için karanlıkta yaşamışlar.
Ortaçağ’a bu yüzden “Karanlık Çağ” denmiş. Şimdi her yer sabaha kadar ışıl ışıl ama yine karanlık, yine karanlık… Zira maneviyat yok, pencerelerinde cam var bu sefer de gönül kapıları kapalı, yine karanlıktalar…
Demek ki neymiş? Akıl vermeyi bırakıp işinize bakacaksınız, yoksa elimiz kalem tutuyor, biz de kırıcı olabiliyoruz değil mi?