Anlattığı insanlar hala yaşıyor: Orhan Kemal
1951’in Nisan ayında, hayatının iki zorlu şehrinden birini, yani Çukurova’yı terk etmek zorunda kalır. Adana’da yapamamıştır ve İstanbul yeni bir ümidin adıdır artık. Karısı ve üç çocuğuyla başka bir yoksulluğa doğru ilk adımını atar. Orhan Kemal’in İstanbul’u başlar. Adana sıcak bir rüzgâr gibi ensesindedir yine de.
İsmet Özel’in Yaşatan şiirindeki adamdır o. Halka bakınca terlenen, halka bakınca gözleri güzelleşen, toprakla göbek bağı olan. Yaşadığını anlatan, gördüğünü söyleyen, halkın arasında dolaşan, kahvelere girip çıkan, halkın türlü huylarını bilen, sakalı uzamış adamlarla sohbet eden büyük bir anlatıcı.
Orhan Kemal’in hayatı iki ayrı çile olarak sınıflandırılabilir. İki hayat, iki şehir, iki mekân… İsimleriyle de söyleyecek olursak Çukurova ve İstanbul. Hikâyenin Çukurova kısmında, cezaevi yılları, sürgün şehirler, bulaşıkçılık, matbaa işçiliği, amelelik, hamallık, ambar memurluğu, sebze nakliyeciliği ve katiplik vardır. Omuzlarını çürütecek kadar hayat...
1939 yılı. Mehmet Raşit Öğütçü, yani bildiğimiz adıyla Orhan Kemal, ilk şiirlerini yazdığı askerlik günleri esnasında komünizm propagandası yapmaktan 5 yıl mahkûm olur. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yatar. Hikâyesinin gidişatını etkileyen şey, Bursa cezaevinde Nazım Hikmet ile tanışmasıdır. Nazım’ın ona “sen şiir yazmayı bırak, yazacaksan roman yaz.” demesine gocunmaz o, şiir söylemek yerine “anlatmaya” başlar.
1951’in Nisan ayında, hayatının iki zorlu şehrinden birini, yani Çukurova’yı terk etmek zorunda kalır. Adana’da yapamamıştır ve İstanbul yeni bir ümidin adıdır artık. Karısı ve üç çocuğuyla başka bir yoksulluğa doğru ilk adımını atar. Orhan Kemal’in İstanbul’u başlar. Adana sıcak bir rüzgâr gibi ensesindedir yine de. Orhan Kemal’in, itildiğini söylediği mecburi istikameti İstanbul’daki daimî sığınağı: Cibali Sokak, 20 numara. Bu iki katlı yeşil betonarme evdeki küçük odasında 12 yılda tam 17 roman yazarak hesaplaşır hayatıyla. Hayatıyla hesaplaşır çünkü başka türlüsünü öğrenmemiştir.
Evinin tütün fabrikasının günde iki kez öten paydos borusu ve fonda yine ağır yoksulluk. Bu evden bakarak görür ve anlar İstanbul’u. Cibali semtinin yaz-kış çamurlu yolları, işçi kıraathaneleri, telaşlı fabrika çıkışları, Güneş Sineması, soğuk minibüsler, bir tas sıcak çorbanın hatırı, nasırlı eller ve alabildiğine yoksulluk. Her şey öykü kitabının adıyla müsemma gibi sanki: Ekmek Kavgası (1949).
- İlk Büyük Millet Meclisi’nde Kastamonu Mebusu olan ve seçildiği Adalet Bakanlığı’ndan 3 gün sonra istifa ettirilip nerdeyse tüm İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan babası Abdülkadir Kemali Bey, 1930’da Ahrar Fırkası’nı kurmak ve gazete çıkarmak yüzünden öldürülme korkusuyla Suriye’ye geçmesi üzerine, ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bir süre Suriye ve Lübnan’da yaşadı.
Babası Lübnanlı olmadığı için avukatlık yapamaz. Eşinin bilezikleri satarak lokanta açarlar. Orhan Kemal’in işi lokantada garsonluk, bulaşıkçılık yapmaktır. Ama lokantada işler iyi gitmez ve kapatmak zorunda kalırlar. Orhan Kemal, bir basımevinde işe başlar. Burada ilk aşkı Eleni’yi tanır. Eleni yandaki çikolata fabrikasında çalışır. Kendisi gibi işçidir. “Bir gün Eleni’ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boşver’ dedi. Bendeki ilk sosyal uyanış galiba bu Rum kızı ile başladı.”
Orhan Kemal’in görüş açısından hiç çıkmayan fotoğraflar arasında DP sonrası hızlanan iç göç, bu göçün doğurduğu bunalımlar, köyünden şehre gelerek umut arayan yalnızlar, kentin taşrasına uzanan gecekondular ve hayatta kalmaya çalışan umutsuzlar vardır. İstanbul’un değişen çehresini; sosyal dönüşümler, kuşak çatışmaları ve emekçilerin gündelik yaşamları üzerinden anlatırken, ruhunu kaybetmeye başlayan bir şehrin röntgenini de çeker.