Anlamsızlıkta anlam aramak
İyi bir okul, başarılı bir kariyer, hızla gelen terfiler… Anlam hep yarınlarda sanıyoruz. Bu hayat yolculuğunda varacağımız yere, hedefe öyle kitlenmişiz ki yolculuktan keyif almak aklımıza bile gelmiyor. Yarınlara hep ümitle bakıyoruz lakin bugünü göz göre göre yitiriyoruz. Bu yolculuğu bereketli ve mana dolu bir hâle getirmek, bugünün idrakinde olabilmek adına tasavvuf âlimlerinin önerdiği yegâne şey, “ânda kalmak” yani “ibnü’l vakt” olmak.
“Hayatımın anlamı nedir?”
Her insan hayatında en az bir kez sormuştur bu soruyu kendine, bir kez olsun bu konu üzerine uzun uzun düşünmüştür; zira insanın varoluşsal sancılarını öyle kamçılar ki bu soru birçok yazarı, filozofu, senaristi etkilemiş ve bu konu üzerine ürün ortaya koyma ihtiyacı hissettirmiştir. Peki, o hâlde nedir hayatın anlamı? Lugat tanımlamasına göre hayat, “diri olmak” manasına geliyor. Organların intizamlı bir şekilde çalışması, hayatın anlamını karşılamakta yeterli oluyor. O hâlde insanın iç dünyasında neler oluyor da delicesine hayatın anlamını aramaya başlıyor? Hangi boşluğu doldurmak istiyor? Neden bu konu bir iç muhasebe meselesi hâline geliyor? İnsanın anlam arayışını tetikleyen en temel hususlardan biri zannediyorum ki yaşamanın başlı başına zor ve külfetli bir yolculuk olmasından ileri geliyor. Yaratılan her canlı hayatını idame ettirmek için bir yakıta ihtiyaç duyuyor, lakin insan için beliren ihtiyaç bedensel yakıttan öte bir şey.
Yaşam yolculuğunu sürdürürken ruhuna temas edecek bir şeylerin arayışı içine giriyor insan ve o elzem soruyu soruyor kendine: Neden yaşıyorum ben? Bu sorunun ardından insan hayat üzerine derin araştırmalar yapmaya koyuluyor. Bir deneme yanılma usulüyle hayatının gerçek manasını idrak etmeye çalışıyor. Bu arayış bazen öyle yorucu oluyor ki anlamı ararken anlamsız bataklıklarda kayboluyor. Bu yolculuğu Tolstoy İvan İlyiç’in Ölümü adlı novellasında okuyucuya etkileyici bir dil ile aktarır.
Kitabın başkahramanı İvan İlyiç, hayatını önce iyi bir iş ve makam sahibi olmaya adar ve bunu başarır da. Ardından evlenir, çocuk sahibi olur. Fakat hayatında hâlâ eksik bir şeyler olduğunu hissediyordur. Bu sırada bir hastalıktan muzdarip olur ve bu durum onu yavaş yavaş ölüme götürmektedir. Lüks bir evi, cafcaflı eşyaları vardır artık, lakin o ölüm döşeğindedir. Ölmek istemediğini söyler defalarca kendine. Ama dönmek istediği yaşam, bugüne kadar yaşadığı değildir.
Peki, aslında neyi istiyordur İvan İlyiç? Ona “hayatın anlamı” olarak gösterilen şeylerden başka ne olabilir bu anlam? Nerede olabilir? Bugüne kadar kimse bu yaşadıklarının anlamsızlığından bahsetmemiştir ona, anlamlı bir hayat nedir, öğretmemiştir. O da ölüme direnmeyi bırakır sonunda ve yaşamaktan vazgeçer. Birçoğumuz İvan İlyiç gibi anlam zannettiklerimize tutunup kalıyoruz çoğu zaman.
- Hayatımız sürüp giderken tutunduğumuz şeyler bize anlamlı gelmemeye başlıyor. Hayat “diri olmak” manasına gelirken ruhumuzu “diri” tutacak şeylerden yoksun yaşıyoruz.
Yaşadıklarımızın anlamlı olmadığını fark ettiğimizde de o anlamı hep bir sonraki aşamada arıyoruz. İyi bir okul, başarılı bir kariyer, hızla gelen terfiler… Anlam hep yarınlarda sanıyoruz. Bu hayat yolculuğunda varacağımız yere, hedefe öyle kitlenmişiz ki yolculuktan keyif almak aklımıza bile gelmiyor. Yarınlara hep ümitle bakıyoruz lakin bugünü göz göre göre yitiriyoruz.
Bu yolculuğu bereketli ve mana dolu bir hâle getirmek, bugünün idrakinde olabilmek adına tasavvuf âlimlerinin önerdiği yegâne şey, “ânda kalmak” yani “ibnü’l vakt” olmak. İbn’ül vakt olmak sadece içinde bulunduğun an ile muhatap olmayı gerektiriyor. Ne dün ne de yarın şu ândan üstün olmuyor, her şey şu ânda anlam kazanıyor. Fakat bu kavramı modern anlayışın “Gününü yaşa!” yahut “Carpe diem!” olarak sunduğu, haz odaklı eylemler ile karıştırmamak gerekiyor, çünkü hiçbir dünyevi haz ebedi bir mana vadedip hayat yolculuğunu sürdürecek yakıtı sunamıyor insana. Burada tabir edilen husus, her anın ilahî olarak bir anlamla var olduğunu fark edip tefekkür edebilmeyi gerektiriyor. İlahî olarak idrak edilen hiçbir şey yokluğa gitmiyor, böylece her bir an sonsuz bir anlam kazanmış oluyor. Anlam ararken yorulmak yerine hayatın her köşesinin birer anlam zerresi ile döşenmiş olduğunun farkında bir ömür sürdürebilmek, insana anlam arayışında ziyadesiyle yetiyor.
Senarist ve yazar Ayşe Şasa, Delilik Ülkesinden Notlar kitabında “Yaşadığım anların mutlaklığına ermeliyim.” diyerek kendi anlam yolculuğunda keşfettiği sırrını okur ile böyle paylaşıyor. Bu vesile ile anlam uzaklarda olmaktan çıkıp yanı başımızda, bize bahşedildiği hâliyle zahir hâle geliyor.