Amca evinde
Evet, o Kureyşî idi. Bir Kureyş büyüğünün elinde terbiye edilmişti. Fakat hiçbir zaman aidiyeti olmadı. İlahi sevkiyat onu soyut aidiyete yönlendirdi. Kabile ve aile aidiyetinin hayatta kalmanın tek şartı olduğu bir yerde kader-i ilahi bir kabileye mensup bir aile içinde ama onlara ait olmadan hayatta kalmasını mümkün kılmıştı.
Hikâye aksiliktir
"Mutlu aileler hep birbirlerine benzer mutsuz olanların ise kendine ait hikâyeleri vardır"
Tolstoy'un dünyaca ünlü romanı Anna Karanina bu sözlerle başlar. Zaten hikâye bir şeylerin ters gittiği yerde yeşermez mi? Her gün olan şey hikâye olmaz. Hikâye "başka" şeylerden çıkar. İnsanın da insanlığında tarihine hep aksilikler yön vermiştir.
Hz. Âdem yasak meyveden yemeseydi insanlık diye bir hikâye olmazdı. Hz. Yusuf kuyuya atılmasaydı, Hz. Yunus kavmini terk edip balığın karnına girmeseydi, Hz. İbrahim ateşe atılmasa, Hz. İsmail kurban edilmeseydi… Yani her şey olması gerektiği gibi gitseydi belki de biz bu peygamberlerden haberdar olmayacaktık. 124 bin peygamberden sadece 25'inin hayatından haberdar oluşumuzun hikmeti bir hikâyelerinin olması değil midir? Ve gönüllerin sultanı, Efendimiz (s.a.v) de mutlu bir yuva içerisinde, anne-babasının dizi dibinde yetişemedi. Doğar doğmaz çöle süt anneye gönderildi ne anne kucağı gördü ne de bir baba ocağı oldu. Elden ele, evden eve dolaştı, hayatının hiçbir döneminde bir yere ait olmadı. Amca evinde, amca çocuklarıyla zor bir hayatı paylaştı. Yaşamın sabah sarhoşluğunda acının en derinine maruz kalıyordu. Kendi beyanıyla "İnsanların en fazla acı çekenleri peygamberlerdir sonra da sırasına göre salihler gelir." diyordu.
Işık mutsuz aileden gelir
Mutlu aileden hikâye çıkmaz. Çünkü mutlu ailenin fertleri aynıdır. Farklı insanlar mutsuz ailede yetişmişlerdir. Çünkü her bir mutsuzluğun kendine ait bir doğası var. Tarihe yön vermiş kişilerin birçoğu çatışmaların yaşandığı, zıtlıkların hâkim olduğu aile ortamlarında yetişmiştir. Mağduriyetler, mahrumiyetler, yaşanılan travmalar, çekilen acılar insanı standart kalıplardan çıkarır ve hikâye de tam orada başlar. Bu gerçek bilimsel yollarla da ispat edilmeye çalışılmıştır. Gelir düzeyleri başta olmak üzere birbirlerinden farklı yaşam tarzına sahip ailelerden 200'e yakın çocuk üzerine doğumunun hemen öncesinden başlayarak yirmi yaşına kadar süren ve dönem dönem tomografi çekimleriyle de desteklenen kapsamlı bir çalışma yapıldı. Bu çalışma özellikle karakterinin şekillendiği 0-5 yaş aralığında imkânları sınırlı bir ailede stres altında yetişen çocuğun beynindeki duygusal algının hissedildiği amigdalanın ve hafıza ile hatıra kısmını oluşturan hipokampüsün mutlu ailede yetişene göre daha çabuk geliştiğini ortaya çıkardı. Beynin bu gölgelerinin çabuk olgunlaşması kişinin davranışlarında belirgin bir rol oynuyor. Emsallerine göre daha özgür, bağımsız, yaratıcı kişiliklerin hep imkânları kısıtlı ailelerde yetişmesi tesadüf değil.
Mutlu aileden hikâye çıkmaz. Çünkü mutlu ailenin fertleri aynıdır. Farklı insanlar mutsuz ailede yetişmişlerdir. Çünkü her bir mutsuzluğun kendine ait bir doğası var.
İnsanı arayışa sevk eden şey; eksiklik ve aksiliklerdir. Her şeyin yolunda gittiği yerde yeni gelişmeler gerçekleşmez. Bütün bilim tarihinin gelişme kaydedilen hemen her aşamasında etkili olmuş gerçek şudur; bilinmeyene yelken açmak için eldekilerin yetersiz olması gerekir. Bütün gereksinimleri giderilmiş sıcak bir yuvadan kim çıkmak ister ki? Doğada düzenini, bulunduğu konforlu ortamı terk etmemek üzerine kuran tek canlı insandır. İnsandan sonra da maymun gelir. Konfor insanın iç güçlerinin ortaya çıkmasına kendisini keşfetmesine engel oluyor. İnsan mutsuz olduğu yere bağlı kalmak istemez. Bundan dolayı da çevresiyle uyum içinde olmaz. Mutlulukla çevreye uyum arasında doğrudan bir alâka var. Çevresiyle uyumlu oluşu mutlu olmasına mutluluğu da çevresine uyuma sürüklüyor. Bunun tersi de mümkün; mutsuz olduğu yere ait olamaz, idiyet hissetmediği yerde mutlu olamaz. Büyük coğrafi keşifler kendilerini bir yere ait hissetmeyen insanlar tarafından gerçekleşmiştir. Sadece coğrafi keşifler değil, büyük toplumsal dönüşümler meydana getiren liderlerin de sorunsuz bir aile yapısı içerisinde yetiştiği söylenemez.
Aidiyet bilinci
İnsan gelişiminde 3 idiyet evresi vardır:
1) Anne idiyeti
2) Aile idiyeti
3) Sosyal idiyet
Bu idiyetler sırasıyla gerçekleşir ve her idiyet bir sonrakine taşır. Anne idiyeti sağlıklı gerçekleşmiş çocuğun aile idiyetinde çok sorun olmaz. Aile idiyeti de sosyal idiyetin zeminini oluşturur. Anne idiyeti yumurtanın sarısını, aile idiyeti beyazını, sosyal idiyet ise dış kabuğuna benzer. Önce yumurtanın sarısı sonra beyaz kısmı en sonunda da hepsini sarmalayan kabuk kısmı oluşur. Aidiyeti olması gerektiği gibi işlenememiş çocuklarda bütün bu süreç tersten işler. Anneye idiyeti zayıf olan çocukların aile idiyeti gelişmez, aile idiyeti zayıf olan çocuklar da sosyal idiyet kuramaz. Fakat bu idiyet sıralaması sağlıksız işlemiş kişilerde bunların tamamının üstünde dördüncü bir idiyet duygusu gözlemlenir; soyut idiyet.
- Yani genelde bu idiyet önceki üç aşamanın olumlu ya da olumsuz işlemesine bağlı olarak gerçekleşir. Doğal idiyet süreçleri olması gerektiği gibi işlemiş bir çocuk, soyut idiyete ihtiyaç duymaz. Çünkü ondan önceki üç evre gelişimine paralel olarak seyreder.
Sosyal idiyet insanın idiyet ihtiyacının son bulduğu yerde ortaya çıkar ve kişiyi sosyal yaşama ait kılarak, kabuğun içinde donuklaşmasını sağlar. Bu süreç bir önceki evrenin gelişime uygun olarak son bulmasıyla bir sonrakinin başladığı gelişimsel bir süreçtir. Bir çocuk anne kucağını kolay kolay terk etmez, çünkü güvenlik duygusu insanın en önde gelen ihtiyacıdır. Anneye olan ihtiyacı son bulduğunda aile idiyetine teslim eder kendini. Aileye olan idiyeti de sosyalleşme ihtiyacı baş gösterdiğinde son bulur. Artık bu evre idiyetin bir ihtiyaç olmaktan çıktığı yerdir. İşte burada idiyeti sağlıklı işlememiş kişiler soyut idiyete sarılırlar. Yani yumurta kabuğunu kıramaz. Kabuğu kırması için civciv olması gerekir. Anne ve aile idiyetleri sağlıklı işlemiş kişiler sosyal idiyetin kalın kabuğu altında güven içinde yaşarlar. Fakat bu süreç olması gerektiği gibi gitmeyen kişiler civciv olur, kabuğu içerden kırar ve tamamen çevresel etkenlerden bağımsız bir dünyayı algılamayı başarabilirler.
Soyut idiyet nedir?
Soyut idiyet, hayatı değerler üzerinden algılamayı sağlar. Burada insanlar, olaylar değil, değerler ve ilkeler vardır. Çevresel faktörlerden bağımsız her şeyin üstünde bir değer arayışı bu idiyetle gerçekleşir. Soyut idiyet hayatı bir bütün olarak algılamayı ve insanı bağlı olduğu ırk ve sosyal sınıftan bağımsız, sadece insan olarak görmeyi sağlar. Kişileri kendi içgüdüsel çabalarıyla edindiği değerler üzerinden yargılar. Zenginlik, fakirlik, güçlü zayıf gibi zıtlar bu idiyette yok olacak düzeye iner. Dış dünyanın istek ve baskılarına daha az bağımlı, tam bireysel, gerçek özgür ve yaratıcı kişiler bu idiyet süreçleri olumsuz seyretmiş ve soyut idiyete sahip olmuş kişilerdir.
İnsanı hakikat arayışına sevk eden en önemli şey gerçeklikle bağının kopmasıdır. Gerçeklikle ilişkisi zayıflayan insanlarda gözle görülenden bilinmeyene doğru gizemli bir seyahat başlar. Dış güçlerin etkisinden kurtulunca düş gücüne sığınır.
Bunlar yaşadıkları toplumda kimsenin bakmayı akıl edemediği yerden bakmaları ve kimsenin göremediği gerçekleri görebilmeleri bundandır. Onların zihinleri çevrelerindeki gibi idiyet kalıpları içinde işlemez. Zihinsel yazılımları tamamen farklıdır. Somut bir yere ait olmadıkları için insan ve hadiseleri bir yerden hareketle ele almazlar. Perspektif üstüdürler. Dış tamamlayıcı unsurları fazla olan insanlar dış belirlenimin güdümünde olmaya mahkumdurlar. Dış destekten yoksunluk ise onları gizli güçlerini harekete geçirmeye ve kendilerine yetmeye iter. Başta din ve kültür olmak üzere her türlü toplumsal belirleyicilere karşı direnç yaşadığı çevreden kopuş ve yerel ve tarihsel olandan hakikatlere yöneliş ancak soyut idiyetle mümkün olur.
İnsanı hakikat arayışına sevk eden en önemli şey gerçeklikle bağının kopmasıdır. Gerçeklikle ilişkisi zayıflayan insanlarda gözle görülenden bilinmeyene doğru gizemli bir seyahat başlar. Dış güçlerin etkisinden kurtulunca düş gücüne sığınır. Aidiyeti olması gerektiği gibi gerçekleşmiş çocukta çevreye bağımlılık doğal olarak gelişir. Yani kendisini ait ve güvende hissettiği melceler çocuğun iç belirlenim yetisini yok eder. Seçimlerini kendi doğasına göre içinden geldiği gibi yapmasına engel olur. Bu kritik süreç sonunda artık diğerlerinden ayrı bir kişi olması imkânsızlaşır. Şunu da eklemek gerek, bu insanlar emsallerine göre son derece özgür fakat çoğunlukla mutsuzdurlar.
İnsanı hakikat arayışına sevk eden en önemli şey gerçeklikle bağının kopmasıdır. Gerçeklikle ilişkisi zayıflayan insanlarda gözle görülenden bilinmeyene doğru gizemli bir seyahat başlar.
Aidiyet duygusu sağlıklı işlemişler ise mutlu kişilerdir. Fakat bu idiyet -mutluluk-idiyetsizlik- özgürlük, simetrik bir ayrımla gerçekleşmez. Mutluluk da özgürlük de insanın ekmek gibi su gibi ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Bir insanın doğduğu büyüdüğü ev bunların hangisinin insan için öncelik olacağını belirler. Her birey bir kısmı kendine özgü diğer bir kısmı ise çevresiyle ortak bir içsel doğaya sahiptir. Burada kişinin doğduğu evin mutluluk düzeyi kaderinde etkin rol oynar. Fakat içsel doğasının etkisi çevresel, kültürel etkilere göre çok daha zayıftır. Yani içinde taşıdığı ilahi özgürlük arzusu dış etkenlere bağlı olan mutluluk arayışından daha sonra gelir.
Ebu Talib'in vvi ve Abdullah'ın yetimi
Abdulmuttalip vefat etmeden önce yetim torununu, çocuklarından Ebu Talib'e emanet etmişti. Ebu Talib ve Zübeyr vefat eden Abdullah ile aynı anneden doğma çocuklardı. Öz amcasına emanet etmek daha doğru olurdu. Fakat aile zor günler geçiyordu. Kureyş'in Mekke devrimini yapan Kusay bin Kilab'tan sonra tam yüz kırk yıl kabileye onun soyundan gelen bu aile liderlik etmişti. Şimdi ise aile başta maddi sebepler olmak üzere çeşitli yönlerden güç kaybedince liderlik kabilenin diğer koluna, üstelik Haşimoğulları'yla rekabet halinde olan Ümeyyeoğulları'nın eline geçmişti. Ebu Talib kardeşleri arasında babasına en çok benzeyeni idi. Cömert, basiret sahibi, akıllı, onurlu, yardımsever biri olarak bilinirdi. Kötü alışkanlıkları yoktu. Geleneklerine bağlıydı. Kendisine sığınanı himaye eder, zayıfları kollar, haksızlıklara karşı gelirdi. Zaten cömertlik aile folkloru gibiydi onlar için. Fakat Ebu Talib ticarette çok başarılı değildi.
Mekke'nin güzel koku tüccarıydı. Son yıllarda baş gösteren ticari kesattan kaynaklı işlerinde hızlı bir bozulma gerçekleşti. Her türlü ekonomik sarsıntı ilk önce lüks tüketimi etkiler. Kıtlığın baş gösterdiği yerde güzel kokuya rağbetin azaltılması anlaşılabilir bir şey. Kabe'nin en önemli hizmetlerinden biri olan Sikaye görevini de parasızlıktan yerine getiremediği için kardeşi Abbas'a devretmek zorunda kaldı. Halbuki bu kutsal mabet için çok fedakârlık yapmış birisiydi. Kabe'nin restorasyonu sırasında kıyıya vuran Habeş gemisindeki odunları almak ve marangozları çalıştırmak için Habeş melikiyle görüşmüştü. Fakat kötü şartlar kutsal görevi elinden çıkarmak zorunda bırakmıştı. Bu zor şartlar muhakkak aile fertlerine de bir şekilde yansımıştı. Fakat o eve sonradan gelmiş biri yani eve ait olmayan bir kişi bu durumdan en çok etkilenen olmuştu. Ebu Talib'in hanımı Fatıma binti Esed bir defasında şöyle anlatmıştı; "Ne zaman sofraya yemek koysam Muhammed elini bile uzatmaya fırsat bulamadan sofrada bir şey kalmazdı. Bundan dolayı onu ayrıca yedirmek zorunda kalırdım."
- Toplu yemek insanlığın en eski ritüelidir. Ortak yaşamı temsil eder. Yemek için savaştığından dolayı savaştığı kişilerle yemek yer insan. Bir ailenin de en temel ritüelidir. Fertler sofrada aile olur. Aidiyet o sofra başında oluşur. Sofraya ait olmayan aileye ait olamaz.
Abdullah'ın yetimi doğar doğmaz annesinden ayrılmak zorunda kaldı. Anne idiyeti olmayınca, bir aileye sahip olsa bile aile idiyeti olamazdı. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi idiyet içten dışa doğru gerçekleşir. Onun bir ailesi olmadı. Dolayısıyla bir kabilesi de yoktu. Evet, o Kureyşî idi. Bir Kureyş büyüğünün elinde terbiye edilmişti. Fakat hiçbir zaman idiyeti olmadı. İlahi sevkiyat onu soyut idiyete yönlendirdi. Kabile ve aile idiyetinin hayatta kalmanın tek şartı olduğu bir yerde kader-i ilahi bir kabileye mensup bir aile içinde ama onlara ait olmadan hayatta kalmasını mümkün kılmıştı. O coğrafyada doğru veya haksız olmasına bakmaksızın, sadece kabilenden yana aile fertlerinden taraf olman gerekirdi. Sorgusuzca haksız da olsa bir akraban için savaşmak zorundaydın.
Böyle bir dünyayı baştan sona değiştirecek, hangi soya, hangi statüye sahip olursa olsun her zaman haklıdan yana olacak bir dünya kuracaktı. Dış görünüş itibarıyla bir kabileye bağlı olmuş olmasını da hiçbir zaman reddetmedi. Kendisine inanmamalarına rağmen sırf kabile ferdini korumak için yanında duran başta amcası Ebu Talib olmak üzere akrabalarının bu tavırlarını da reddetmedi. Reel gerçeklerle ideal olanı aynı anda yaşatabildi. Bir aile içindeydi ama bir idiyeti yoktu.
Bu idiyetsizlik onu soyut olana sonsuzluğa sevk etmişti. Dünyanın en etkileyici hikâyeleri idiyetleri zayıf dolayısıyla da mutsuz ailelerden çıkmıştır dedik. Fakat Mekke'deki bu aileden tarih boyu emsali görülmemiş, dünyayı değiştirecek bir hikâye çıkacaktı.