Alyoşa benmişim

HÜSEYİN ATLANSOY
Abone Ol

Anladım ki putu tokatlasan da put yine puttur. Kırmazsan olmaz. En iyisi putlaştırmamak. ‘Putlaştırmayacaksın.’ Tek kelimelik müthiş cümle. Yediler ve daima veda

Uzun yıllar boyunca Eskişehir’de yaşadım. Eskişehir hem kent hem de şehir özellikleri gösteren bir yerdir. Kente bakan yanı daha çok Ankara’yı en çok da İzmir’i andırır. Aynı zamanda şehirdir Eskişehir. Özellikle Odunpazarı semti, Kurşunlu Cami’si, Alaattin Parkı ve çevresi, Tepebaşı’nın eski yapıları ve ayrıca sıcak suları ile… Kente bakan tarafı hızla akan bir tarihi ve tarihsizliği içinde taşırken şehre ilişkin tarafı ‘bir ruh için saklı tutulmuş bir nefese’ işaret eder gibidir. Adalet Ağaoğlu Üç Beş Kişi romanında daha çok kenti anlatır. Şehre bakan tarafında ise Yunus vardır, Seyyid Battal Gazi vardır, Nasrettin Hoca vardır. Kentliler koskoca Nasrettin’i Nasılettin’e çevirmiş gibidir. Yunus’un kabir türbesi hemen Mihalıççık’ın yanı başında Sarıköy’dedir. Çocukluğumun şehre açılan kapısı belki de orada şekillenmişti. Ancak 18 yaşıma kadar Eskişehir’in kentinde yaşadım diyebilirim. Mahmudiye ve Çifteler ilçeleri ise at yetiştiriciliğinin merkezi idi. Şimdi de öyledir. Hımm demiştim evet bir kent var bir de kente karşı atlar…

Daha sonrasında İstanbul geldi. Çağırmasını bilirsen gelecektir denir ya güzel geldi. Ancak yanlış yerden başladığım için olacak ilk gelişimden sonra kısa sürede terk ettim. İstanbul’da da kent ve şehir iç içe idi. Kent kısmı sonradan hızını alamayarak ‘Manhattanlaştı’ bile denilebilir. Son terk edişim bu sürece denk geldi. Yirmi iki yıl gelmedim sonra İstanbul’a. 1991 ile 2013 arası uğramadım. Sonra geldim. Anladım ki putu tokatlasan da put yine puttur. Kırmazsan olmaz. En iyisi putlaştırmamak. ‘Putlaştırmayacaksın.’ Tek kelimelik müthiş cümle. Cümle Sezai Karakoç’a ait. 1987 yılında erenlerde birden “Alyoşa sensin” diyor karşımda oturan. İvan için bir öykücünün ismini zikrediyor. Dimitri’yi kendi için seçtiğini düşünüyorum. Çocukluğumda Moby Dick diye isimlendirilmiştim. Sonrasında Baretta. Hastalık dönemimde ‘Mışkin’ benzetmesi yapanlar bile olmuştu. Sizi bir gün affedeceğim dedim içimden. Oysa ben hep “Battal Gazi benim” diyen “Battal Gazi” olmayı diledim Budala’yı okuyorum. Dostoyevski külliyatını ve Divan-ı Kebiri birlikte okumayı planlıyorum. Bir bitireyim, o kahramanların neye karşılık geldikleri üzerinde söyleyeceklerim var. Melville’nin Kaptan Ahap’ını ve Katip’ini unutmadan. Rahmet ve gazabı unutmadan belki. Yağmurlu ve güneşli günleri unutmadan. Gerçi ben kentlerde en çok kış mevsimini severim. Afatsız kış günlerini. Ne çok afat var derdi anneannem, açık servis. Nisanla kalın. Mayıs erguvanlarıyla sizi çağırsın. Siz çağırsanız da olur. Çünkü ‘yağmur karşılıklı yağar’.

Yediler ve daima veda

Eskişehir demek yediler denilen mevki idi benim için. Lise yıllarından itibaren çalıştığım Gazve kitabevi oradaydı. Sonrasında İstanbul yedi tepesi ile selamladı beni. Bozüyük’te çalıştığım okul Yediler diye anılan yerdeydi. Önce kim bu yediler diye sordum kendime. Sonra anladım ki sorum yanlıştı. Bu soruyu yediler nedir diye sormalıydım. En kadim cevabın Tanrı- Erkek- Kadın- Hava- Ateş- Su- Toprak olduğunu gördüm sonra. Klasik ve modern edebiyat eserlerinde kullanılan simgeler ve simgeselliklere göz açıp dilimle hecelerken kulak kesildim. Her bir simge kendisinden daha yüksek bir değere işaret ediyordu. Değerleri bilmek, yenilemek ve yinelemek hep aynı kalabilmenin, unutan bir varlık olan insanın insan kalabilmesinin tutamak noktasıydı. Nizami’nin Yedi Suret eserinde yukarıdan bir bakışla dumana benzettiği dünyada boğulmamak ya da boğuntuya gelmemek için bu şarttı. Hermann Hesse’in yaşadığı daima veda duygusu hep yedeğimdeydi. Hep bir yerlere veya sevdiklerime veda ettim. Şimdi de yeni bir yazı tomarı açıncaya kadar izin istiyorum. İyilikle kalın.

Milletin sesi ve arabı beyaz

Ben her insanın bir müziği olduğunu hep düşünmüşümdür. Bu müziği ya genişletirler ömürleri boyunca ya büzüştürerek tanınmaz hale getirirler ya da müziklerine düpedüz ihanet ederler. İnsanlar için yapılabilecek bu hüküm milletler içinde geçerli olabilir. Hatta medeniyetler için bile. Dünyada klasikleşmiş iki müzikten bahsedilebilir. Klasik Türk Musikisi ve Klasik Batı Müziği. Türk musikisi Abdülkadir Meragi, Dede Efendi ve Itri’nin müthiş açılımlarıyla genişlemiş; Hacı Arif Bey ve Şevki Bey’in şarkı formuna yönelmeleri ile deyim yerinde ise büzüşmüş, hatta sonrasında Asaf Halet’in deyimiyle Togo müziği sakilliğine kadar gerilemiştir. Ancak Aka Gündüz Kutbay, Niyazi Sayın, Çinuçen Tanrıkorur ve Okay Temiz ile - ortak özellikleri neyzenlikleri galiba - biraz nefes alabilmiştir. Bu müziğin bir sesi ve ses aralıkları vardır. Nota ile ölçülebilen bir durum değildir. Bir milletin kritik eşiklerde çıkardığı ölçülemeyen sesini andırır. Bir kederi, bir neşesi, hadi söyleyelim bir asabiyeti vardır. Ölçüsü ve tartımı ölçüye ve tartıma gelmez. Koma sesler en büyük zenginliğidir ve asla melezleşmez. Ya cennettir ya cehennem; ya galiptir ya mağlup. Asla ağlak bir üslubu benimsemez. Budala’yı bitirdim. Yarın Cinler’e başlayabilirim. Dostoyevski bütün kitaplarında ikilemeler üzerinden gidiyor sanki. Hem karakter oluştururken hem insanlık durumlarını eşelerken. Aşık bir kadından bahsedecekse Arabı Nastasya Filipinovya ve beyazı Aglaya İvanovna olacaktır. Bu karakterlerin de içlerinde taşıdıkları ikilik Nastasya’da hem hayasız ve küstah hem saf ve temiz olma biçiminde somutlaşırken; Aglaya’da da gurur ve rekabet sarmalında ilerleyecektir. Tolstoy’dan en büyük farkı sanatçılığının gücü ve faili göstermekten çekinmemesidir. Bir facia varsa ki vardır, faili de vardır ve suç da cezada ya söylenmeli ya da hissettirilmelidir. Tolstoy gibi kaçma yolunu seçmez. Teknisyen değildir. Birçok hata ve kusur bulabilirsiniz yazdıklarında. Kahramanlarına gösterdiği gerçekçi merhamet değerlidir. Arabı beyaz çıkanlardandır. Arabı gülmese de büyük ıstırapların beyazlığını taşımaktadır. Beyaz ve gece yan yanadır. Gece ve şafak kardeştir.