Alınganlığın faydaları

ÖMER YALÇINOVA
Abone Ol

“Yakınlarından ölen var mı?” ya da “Evin yıkıldı mı?” gibi ima içeren sorulara alınıyorum. Evet diyesim geliyor, yakınlarım öldü, evim yıkıldı. Hepimiz birbirimizin yakını değil miyiz? Benim evim senin de evin değil mi?

Farkındayım; depremi yaşamış herkeste alınganlık hat safhada. Bence biraz da bu yüzden depremin ilk günü veya sonraki günler Maraş’tan çıkan ve başka bir şehirde evladının, arkadaşının veya bir yardımseverin evinde kalan insanlar, orada çok duramadılar ve her tarafı enkaz yığını haline gelen Maraş’a geri döndüler. Bunu Maraşlının fazla gururlu oluşuyla açıklayanlar da oldu. “Maraş’ı terk etmeyeceğiz, yıkılsa da burası bizim memleketimiz,” şeklinde hamasi söylemlerle yorumlayanlar da. Ya da şöyle: “Maraş’ı yeniden Maraşlılar kuracak.” Tabii ki bir de alıştığın, büyüdüğün, evinin olduğu, aile kurduğun çevreden, şehirden uzakta kalamamak, başka bir yerde nefes dahi alamamak da söz konusudur.

Bunlar tek tek tartışılabilir. Ben bunu yapmayacağım. Alınganlıktan söz etmek istiyorum. Alınmamız gereken şeylerden daha doğrusu. Alınmalıyız ve hiç kimse çok alıngan davranıyorsun dememeli. Çünkü gerçekten depremden sonra alınmamız gereken söz ve davranışlarla karşılaşıyoruz. Bunlara depremden önce belki de gülüp geçerdik. Depremden sonraysa gülüp geçemiyoruz. Çünkü ölümle yüz yüze geldik. Onu kalbimizin tam ortasında hissettik. Yıkım hayatımızın merkez noktasına düştü. Maraş’ta ve diğer depremden en çok etkilenen Hatay, Adıyaman ve Malatya’da hayat artık eskisi gibi değil. Hiçbir zaman da olmayacak. Fakat burada yeni bir hayat kurulacak. Hayat devam ediyor çünkü. Nefes alıp veriyoruz. Çok dostumuzu kaybettik ama hayatta kalan dostlarımız da var. Yeni bir hayat, yeni bir çevre, yeni bir anlayış gerekiyor bize. Bu da alınganlığımız dolayısıyla dikkat edeceğimiz, gülüp geçemeyeceğimiz husus ve yaklaşımlardan çıkarılacak.

Depremin üzerinden dört ay geçmesine rağmen halen çok korktuğumu, geceleri uyuyamadığımı, huzursuzluğumun devam ettiğini, hatta depresyondan çıkamadığımı söylediğim bir ağabeyin sorusu şu oldu: “Birinci derece yakınlarında kayıp var mı?” Şunu sormak istiyor: Anne-baban mı öldü, ağabeyin, eşin mi öldü? “Yok çok şükür.” Devam ediyor: “Mal kaybın var mı?” Evin yıkıldı mı demek istiyor. “Yok çok şükür.” Sonra da susuyor. Demek ki bu ağabey için bu şekilde depresyondan çıkamamak, korkmaya devam etmek, bir türlü dinginliği yakalayamamak için ya en yakınlarından can kaybının ya da evinin, dükkanının yıkılmış olması gerekiyor. Diğer türlüsü şımarıklık olabilir. Hadsizlik hatta. Evet kendini bilmemek, şükürsüzlük, gereksiz bunalım edebiyatı yapmak. Belki de o ağabey için benim bu dert yanışım evi yıkılan, yakını ölen kişilere karşı saygısızlıktır.

İlk başta evet, çok mantıklı görünüyor bu hesap kitap işi. Ama işte bu hesap kitap işi, hiç de depremi yaşamış kişilerin benimsemesi gereken bir şey değil. Aksine alınması, kırılması, karşı çıkması gereken bir bakış açısıdır. Çünkü benim yakınlarım ölmedi, evim de yıkılmadı diye depremden etkilenmemiş olabilir miyim? Öyle olmadığı için çektiğim acının küçümsenmesi mi gerekiyor? İkincisi; yakını ölen, evi, dükkânı yıkılan kişiler benim neyim oluyor? Benim dostum, akrabam, hemşerim, komşum, diğer ifadeyle acısıyla acıya düştüğüm, sevinciyle bahtiyar olduğum kişiler değil mi bunlar? Onların bu yıkılmış hali bile, benim depresyondan çıkamamama bir sebep olamaz mı? İlle de ateş sadece düştüğü yeri mi yakacak? Beni yakamaz mı? Yakmalı değil mi?

Ne zaman Maraş merkezden geçsem ya da bir işim olduğunda oraya insem, bir harabe olarak dönüyorum evime. İş yerimin çevresinde devam eden yıkımları gördüğümde, kafamı toparlamak ve kendi işime yoğunlaşmak için en az dört beş saatin geçmesi gerekiyor. Çünkü o evler benim Müslümanlıkta buluştuğum insanların evleridir. Aynı havayı soluduğum, benzer kaygılara sahip olduğum, her karşılaşmamızda güzelce selam verip gülümseye çalıştığım o kişilerin gözlerindeki kaygıyı ve hareketlerindeki telaşı, hepsinden önemlisi yüzlerine düşmüş ve hiç gitmeyecek gibi duran gölgeyi görüyorum. Bu beni etkiliyor. Bu, beni onların derdine ortak ediyor. Etmeli. Aman benim evim yıkılmadı gözüyle bakmamalıyım onlara. Sanki benim evim yıkılmış gibi gitmeliyim yanlarına, gerekirse birlikte ağlayıp birlikte enkaz içinden çıkarmaya çalıştıkları, geçmiş zamanlara ait hayatlarını, eşyalarını, hatıralarını aramalıyım.

Bu yüzden “Yakınlarından ölen var mı?” ya da “Evin yıkıldı mı?” gibi ima içeren sorulara alınıyorum. Evet diyesim geliyor, yakınlarım öldü, evim yıkıldı. Hepimiz birbirimizin yakını değil miyiz? Benim evim senin de evin değil mi? “Yakınlarından ölen var mı?” ya da “Evin yıkıldı mı?” gibi ima içeren sorulara alınıyorum. Evet diyesim geliyor, yakınlarım öldü, evim yıkıldı. Hepimiz birbirimizin yakını değil miyiz? Benim evim senin de evin değil mi?