Kalpten göze bir yol: İğne oyası
Evrensel düzlemde türk danteli olarak tanınan iğne oyalarının tarihine şöyle bir dönüp baktığımızda, gözümüzün durduğu nokta akıllara hayretlik verecek cinsten: milattan önce 2000 dolayları. El emeği göz nuru iğne oyalarının uzun soluklu bu yolculuğu, inceleme yazımızda sizlerle...
Türklerin en erken inanış felsefelerinden biri sayılabilecek animizme göre insanlar, yaşam alanına anlam yükleyebilmek ve tabiatın bir parçası olduğunu hissedebilmek için çevresini kendi yansıması olarak değerlendirmiş, bunun sonucu olarak da doğadaki her şeyin bir ruhu olduğuna inanmışlar. Bu kadim inanış, ruhun canlı yahut cansız her varlığın içinde olduğuna uzayarak, eşyaların da bir ruh taşıdığı ya da en azından eşyanın sahibinin ruhundan parçalara sahip olduğu düşüncesine erişmiş.
İşte belki de bu yüzden eşyaya verilen kıymet, onu ufak bile olsa bir zanaat ile süsleme, estetik kazandırma anlayışı süregelip durmuş. Şimdi, günümüzün kullan-tüket-at ve bir daha hatırlama anlayışından oldukça uzak bir yaklaşım için de eşyaya bu kadar kıymet vermenin, onu sabırla, göze en güzel gelecek hale getirmenin temelleri belki de kişinin ruhunun bir parçasını da yansıtma inancının tohumlarını taşıyor.
Anadolu’nun ne köşesine giderseniz gidin, ruhuyla konuşan nice eşya karşılar insanı. Yeri gelir yoğurdunu bir bakır ustasının elinden çıkan pırıl pırıl bakracında mayalar evin hanımı, sevdiğine özlemini ilmek ilmek dokuyan bir genç kızın dokuduğu halının üzerine değer her gün ayakları, binbir hesap ve itina ile ustasının oyduğu ahşaptan çıkan kündekari bir mihraba varır gözleri. Eşya eşya olmaktan çıkıp dile gelir, muhabbetin en derinine sokup çıkarır adeta sizi. İşte el emeği göz nuru iğne oyaları da, Türk zanaatinin en nadide örneklerinden sadece biri.
Aslında ilk olarak nerede ve ne zaman kullanılmaya başlandığı halen bir muamma olsa da, insanoğlunun örtünme isteğini karşılaması ardından gelen estetik anlayışının etkisi olabileceği ihtimaller dahilinde. 1905 yılında Menfiz’de yapılan kazılarla ortaya çıkarılan ilk örneklerden sonra, 12. yüzyılda iğne ile yapılan oyaların Anadolu, Balkanlar, İtalya ve nihayet 16. yüzyılda Avrupa hattını izleyerek dünyaya yayıldığı saptanmış. 11. yüzyıl Türklerinde ev bezendi, Memlük Türklerinde oyu, Kırgız Türklerinde iseoyuma kelimesi ile ifade edilen oyaya, batı kaynaklarında rastlanmaması ve bu ülkelerin dillerinde oya kelimesinin karşılayacak bir kelime olmayışı, bu zanaatin Türk kaynaklı olduğu inancını güçlendirmekte.1
Üzerinden geçen binlerce medeniyete ev sahipliği yapan bereketli Anadolu toprakları, bu medeniyetlerin kültürel kimliğinin oluşmasına ortam sağlayıp, gelenek ve göreneklerinin kimini asırlarca koynunda gizlemiş kiminin de nesilden nesile geçişine tanıklık etmiş. İğne oyaları, Türk el sanatları göz önüne alındığında, sadece Türk kültürel kimliğinin bir parçası olmakla kalmamış, geleneksel giyim-kuşamda da önemli bir parça haline dönüşmüş. Osmanlı İmparatorluğu’nda kıyafetten ev eşyalarına kadar pek çok alanda kullanılan ve oldukça da önem verilen oyalara Cumhuriyet dönemi ile beraber ilgi azalmış olsa da, estetiğindeki bozulmalara rağmen de günümüze kadar aktarılabilmiş.
İğne oyası, tarihsel gelişimi içinde bağımsız bir parça olarak kullanılmak yerine en fazla erkek ve kadının baş süslemelerinde karşımıza çıkar. Günlük yaşamdaki kullanımına ek olarak da gelinin binbir emekle düzdüğü çeyizinin önemli bir parçası olur oyalar. Ama aslen sadece bir süsleme unsuru olarak değil, Anadolu kadınının iç dünyasını ilmek ilmek işlediği bir sanat olmuştur hep.
Anadolu’nun ipek yolu üzerinde olmasının da etkisiyle esasen ipek iplik kullanarak oluşturulan oyalar, zaman içerisinde gerek kullanım ve erişim kolaylığı gerekse de ekonomik getirisi sebebiyle pamuk yahut naylon iplik kullanılarak da üretilmeye başlanmış, bir anlamda bozulmaya uğramış. Temelde iğne ile atılan düğümlerin biriktirilerek arzu edilen form ve şekillere dönüştürülmesini üzerine kurulu iğne oyalarında kullanılan düğümler kare ve üçgen olarak değişir.
Ayrıca oyanın içine kompozisyona uygun olacak şekilde boncuk gibi süs malzemeleri de eklenmekte. Kullanılacak olan eşya üzerine yerleştirilmeden önceki son adım ise oyanın şeklinin en iyi şekilde gösterilmesini sağlayan kolalama işlemi. Bunun için aslen motif oluşumu sırasında motifin dik durmasını sağlayacak at kılı yahut ince teller ve sonrasında da zamk, yumurta akı ve kitre gibi kola malzemeleri kullanılır.
İğne oyası dendiği zaman Anadolu üzerinde gösterilebilecek tek bir merkez ocak olmamıştır hiçbir zaman. İzmir’den Bursa’ya, Rize’den Balıkesir’e, Maraş’tan Ankara’ya pek çok ilin pek çok yöresinde rastlarız bu el emeklerine. Nallıhan’ın iğne oyaları kadar Ödemiş’in, Gerede’nin, Güzelyurt’un oyaları da nazlı nazlı salınır yemenilerin kenarında. Çünkü o ilmeklerin içine saklanan özlem değişmez, körpecik kızların diline koyamadıkları istekleri ellerinin ucundan motiflere dökülür tek tek. Ne de olsa, arada kaç kilometre olursa olsun, hangi sergüzeşti dinlerseniz dinleyin, insan hep aynı insandır.
İpekten floşa uzanan malzeme değişimi kadar, günümüzde kullanım amacında da farklılıklar gözlenir. Yemeni uçlarından, yatak örtüsü kenarlarına, havlu kıyılarından seccadelere kadar neredeyse gözün gördüğü her alanda kendine yer bulan iğne oyası, gözden düşüp sandıklara döndükten sonra artık fonksiyonunu kaybederek, yöre kadınları tarafından mali kaygılarla üretilen bir metaya dönüşür. Bu dönüşüm sonunda da kolye, toka, fular benzeri aksesuarlarda rastlanır hale gelir.
Oysa oya sadece bir bezeme, süsleme aracı olmamış hiçbir zaman. Her bir oyanın, o oyadaki her bir motifin, her bir renginin ayrı bir mesajı, temennisi olmuş. Tazecik genç kızlar müstakbel kayınvalidelerine gönderdikleri yemenilerin uçlarını çayır çimen oyası ile dokurlarmış, ‘aramız çayır çimen gibi ferah ve huzur dolu olsun’diye.
Bu hediyeye bir karşılık olarak kayınvalide boş durur mu? Alırmış eline iğnesini, ilmek ilmek, ‘birlikte güzel günler geçirelim’temennisi ile dokurmuş gelin parmağı oyasını.
Ama unutmamak gerek ki, kayınvalidenin gönlünü yapmak zor iş, bu yüzden yapımı epey zor olan zembil oyası ile, ‘kayınvalideyi hoş etmenin pek zahmetli’ fikri dolaşırmış halkın aklında ve yemenilerinin uçlarında.
‘Bana sunduğun hayattan memnun değilim’ diyen kıllıkurt oyasını, ‘aramızdaki soğukluk mezara kadar sürecek’ diyen mezar taşı oyasını işlermiş. Yeni evli yahut tazecik hamileler allı güllü, yakın zamanda bir sevdiğini kaybedenler kahverengi renkli yazmalar çatarlarmış başlarına. Eşi tarafından sevilenler erik çiçekli oyaları, kocasından hayır görmeyen de çarkıfelek oyasını işlerlermiş yemenisinin kenarına. Karanfil motifli oyaları sadece evli kadınlar kullanırken, yabani gül motifli oyaları eşini gurbete gönderen kadınlar kullanırmış.
İşte böyle, günümüzün büyük büyük laflara sığdırılamayan acıları, kaygıları, sevinçleri, utangaçlıkları hep bir kenara nakşolmuş kadının elinden çıkan düğümlerle. Bir oya ile bazen bir solukta anlaşmış iki bakış tek bir söze ihtiyaç bile duymadan. Bir oya anlatmış en büyük sitemleri, yalnızlıkları kimselere duyurmadan.
Konuşmadan anlatmak, göze sokmadan göstermek, incinmeden ahvalini açık etmek için ne kadar da zarif bir yol, değil mi?