Çocuk ve Kent: Manchester
Endüstri Devrimi’nin izleri arasında, Manchester’da Mimarlık Master’ını tamamlayarak yaşamını sürdüren Büşra Berber, yaptığı gözlemleriyle okuyucuyu kent ve çocuk kesişiminde bir yolculuğa çıkarıyor. Berber, 18. yüzyılın duman kentindeki çocuk işçilerin yaşamından, kırsal ve kentin kesiştiği çocuk dostu bir kent yaşamına evrilen coğrafyayı anlatıyor. Manchesterlı çocuk olmak nasıldır sorusu peşinde; evden, parktan ve müzelerden kesitler sunan Berber’in Manchester izlenimleri, Karşılaştırmalı Kentler serimizde sizlerle…
- “Her yolculuk bir müzik ile başlar, müzik ile hatırlanır.”
- Bu yolculuk için Berber “Let it Be - Royal Philharmonic Orchestra”yı tavsiye ediyor.
Sanayi devriminin 1760’larda başladığı, ilk tren yolunun yapıldığı, ilk motorun tasarlandığı ve o zamanlar çocuk işçilerin olduğu Manchester, makineleşmeye inat yemyeşil bir kent kurgusuna ev sahipliği yapıyor. Peki David Copperfield’dan aşina olduğumuz, o fabrikada çalışan çocuk şimdilerde ne yapıyor? Manchester’da 2020’de bir çocuk olduğumuzu düşünelim, sorular sorup deneyimlerle cevaplayalım! Öncelikle bu kente yeni geldiğimizi hayal edelim. Bir kenti ilk kez uçaktan görmek zihninize ona dair en genel haritayı veriyor. O yemyeşil dokuda beliren dizi dizi minik çatıları, kıvrılan ince kanalları ve sonra kent merkezi olduğunu anladığınız yüksek binaların toplandığı alanı görüyorsunuz. Uçaktan sonra trenle daha düşük hızda ikinci bir tanışma yaşıyorsunuz. Üstten gördüğünüz yerleşimin içinden hızla geçiyorsunuz ve beton blokların arasında büyümüş biri olarak, bir kentin bu kadar yeşil olmasına ilk anda inanamıyorsunuz. Sonra yaya olarak o büyük blokların arasına dalıyorsunuz, ancak kentin karakterini oluşturan tuğla cepheler sizi rahatsız etmiyor.
Bir çocuk olarak her şey çok büyük, çok devasa geliyor. Bu sefer araba hızında kenti gözlemliyorsunuz. Merkezî iş alanından çok kısa sürede çıkıp büyük ağaçların, minik üçgen çatılı ve kırmızı tuğlalı evlerin olduğu caddelerden geçiyorsunuz. Büyük, çok büyük parklar yol boyunca uzanıyor. Rengarenk bahar çiçeklerini ve yemyeşil ağaçları görüyorsunuz. Arabadan iniyorsunuz ve bahçeli evinizdesiniz. Tamamen insan ölçeğindeki bu konut alanında, şimdi bir evde, okulda, parkta ve müzede çocuk olmak deneyimlerinden birlikte geçelim. İçindeki çocuk Manchester’da…
- Geyiklerin arasında piknik yapılabilen bir kentte çocuk olmak nasıldır?
- Peki yolda yürürken ağaçtan ağaca koşan sincapları görmek?
- Ya da okula servisle değil scooter ile gitmek?
Evde Çocuk
İngiltere genelinde orta sınıf bir aile çok rahatlıkla bahçeli müstakil bir evde yaşama standardına sahiptir. Kent planlaması merkezî iş alanı denilen kent çekirdeğinden dışarıya çıktıkça küçük yerleşim merkezlerine ayrılır. Bu mahallelerde; büyük ağaçlı yolların etrafında dizili müstakil evler, büyük bir park, “Community Garden” denilen mahalle bahçeleri, alışveriş alanı, okul ve sağlık birimleri vardır. Evlerin kendilerine ait ön bahçesi ve arka bahçesi mevcuttur. Arka bahçe genelde ağaç veya yüksek çitle çevrelenmiş özel bir alan şeklindedir. Bir çocuk olarak bu bahçede istediğiniz saatte oyun oynayabilirsiniz, anneniz evde işlerini yaparken size camdan frizbi bile atabilir:)
Bu bahçede bir büyük ağacınız, hanım eliniz de varsa trambolinde zıplarken aldığınız bütün nefesler bir festivale dönüşür. Bunun ebeveynler için de çok büyük bir nimet olduğunu İstanbul’daki bir apartman dairesinden buradaki müstakil eve taşınan bir arkadaşım söylüyor. Oğlunun bahçeye istediği zaman gönül rahatlığıyla çıkabilmesinin ne büyük bir özgürlük olduğunu da ekliyor. Bu bakımdan her çocuğun bahçesi olduğu için sokakta oynayan çocuklara fazla tesadüf etmiyoruz.
“Community Garden” denilen mahalle bostanları ise haftalık aile etkinliklerine ev sahipliği yapıyor. Burada değişik bitki türleri ve meyve ağaçları ile doğal bir ortamda harika vakit geçirilebiliyor. Aileler ve diğer arkadaşlar birlikte açık havada doğal ortamı deneyimleyip sosyalleşebiliyor. Hem bir şehir çocuğu olup hem de bir tohumun çatlamasını mahallenizle birlikte bekleyebiliyorsunuz.
Okulda Çocuk
Sabahları kaldırımlarda scooter ile okula giden çocukların neşesini her hallerinden anlayabiliyoruz. Bu ülkede okul servisi alışkanlığı çok nadir. Hatta ebeveynler kendileri okula bırakamıyorsa, aynı mahallede oturan birine beş altı çocuğu emanet edip, ücret karşılığında her sabah yürüyerek okula götürmesini istiyorlar. Bu kişiler de sayıları hayli fazla olan bu çocukları güvenle okula ulaştırabilmek için kendilerine bağlıyorlar. Ne kadar enteresan bir görüntü olduğunu hayal edebilirsiniz!
Çocuklar için diğer bir fırsat da “forest school” denilen orman okulları oluyor. Bu uygulamada çocuklar haftada bir gün orman okulu projesi kapsamında özel eğitmenler eşliğinde ağaç dallarından çatal, kaşık oyma, çamur / kil ile oynama, böcek, kuş ve ağaç türlerini öğrenme gibi aktivitelere katılıyorlar. Orman okulları özellikle klasik sınıf düzenine ayak uyduramayan çocuklara okulu sevdirme, özgüveni geliştirme, doğayı koruma ve sevme bilinci katıyor. Düşünsenize haftada bir günü ormanda geçirmek ne kadar zevkli olurdu. Hatta bu okulların tam zamanlı olanları da var.
Parkta Çocuk
Her mahallede büyük yeşil alanların olduğunu söylemiştik. Bu alanlarda kafe, yürüyüş yolları, su öğeleri, kriket, tenis frizbi oyun alanları ve çocuk parkları bulunuyor. Benim en yakınımdaki park olan Alexandra Park ,1870’te yarışma ile yapılmış bir İngiliz park tasarımı örneğidir. İngiliz parkları genelde uğraşılmamış bir pastoral çevre etkisi uyandırır. Çim ile sert döşemenin belirsiz sınırları, derinlik oluşturan çift sıra ağaçla çevrili uzun yürüyüş yolları, çay evleri, ufak pavyonları ve hatta köprüleri İngiliz bahçe tasarımının genel öğeleridir. Evimizin on dakika ötesinde -uğraşılmamış- görünen bu parklara gittiğimizde doğa bizi sarmalıyor, kent ile aramızdaki bağ farkında olmadan kopuyor, doğanın etkisi altına girip büyük bir rahatlama yaşıyoruz.
Baharın dünyasına adımınızı atıyorsunuz, sincaplara rastlıyorsunuz. Geyiklerin etrafınızda gezdiği ve hemen yanlarında oturup piknik yapabildiğiniz anlar yaşıyorsunuz. Doksan beş santimetreden bakarak, beş katlı apartman yüksekliğindeki ağaçlı yollarda koşuyorsunuz. Bisikletinizle özgürce ve güvenli bir şekilde tur atıyorsunuz. Burada bisiklet sürerken kask ve dizlik takmak çok benimsenmiş bir kuraldır. İngilizlerin “safety first” deyişi burada her toplu etkinlikte duyacağınız bir sözdür. Ve anlaşılıyor ki bu toplum kültürü, çocuk yetiştirirken buna dikkat eden ebeveynler ile sürdürülüyor.
Tura devam ederken yapay gölde hepsi Kraliçe Elizabeth’e ait olan beyaz kuğuları, yeşil başlı ördekleri görüyoruz. Sonra oyun parkına gidiyoruz. Bahar güneşiyle ılık esinti bizi sarıyor. Oyun parklarının 6 yaş ve 15 yaş altı için ikiye ayrıldığını görüyoruz. Parkların etrafı çitle çevrili, sadece çocuklar ve ebeveynleri girebiliyor. Böylece ebeveynlerin güvenlik endişesi olmuyor. Parklarda kullanılan malzemelerin de metal, ahşap ve halat olduğunu görüyoruz. Neredeyse hiç plastiğe rastlamıyoruz. Ayrıca park duyusal deneyimin çocuk gelişimindeki önemine vurgu yapacak şekilde tasarlanıyor. Parklar ses, doku, koku gibi farklı duyulara hitap edecek oyuncaklar temel alınarak hazırlanıyor. Üstelik bu oyuncakların bakımları her yıl düzenli olarak yapılıyor ve tehlikeli yüzeylerin oluşması önleniyor.
Müzede Çocuk
İngiltere, müze kültürünü çağı takip ederek geliştiren, halk ile içe içe mekanlar yapmayı çok iyi başaran ve ayrıca müzelerin ücretsiz olduğu tek Avrupa ülkesidir. Burada müzeler, klasik obje veya sanat eserlerinin merkezi olmasının yanı sıra bir toplanma ve etkinlik merkezi olarak da kullanılıyor. Ana amaçları; her yaştan ve toplum tabakasından ziyaretçiyi çekebilmek. Bunun için yapılan etkinlikler her zaman çocukları ve ailelerini kapsıyor. En güzel örneği ise yaz aylarında düzenlenen “Play Time” isimli oyun zamanı etkinlikleri. Bu atölyeler yaş gruplarına göre özel kategorilerde farklı ilgi alanları uyandırmaya ve ailelerin kaliteli vakit geçirmesine fırsat tanıyor. Henüz birkaç aylık bebeği ile gelen de, altı yaşındaki çocuğuyla gelen de burada kendine eğlenceli aktiviteler bulabiliyor. Müze mekanları çocukların ilgileri doğrultusunda dönüştürülüyor. Çimlerde çeşitli oyuncaklar, kum havuzları ya da sergi mekanının ortasında bebek oyun alanı olabiliyor. Yine çimlerde hulahop çevirebiliyor, iki ağaç arasında yere serilmiş upuzun bir tuvale tüm çocuklar küçük bir el izi bırakabiliyor ve ne istersek onu çiziyoruz.
Evde, okulda, parkta ve müzede, kısacası Manchester’da çocuk olmak bana çok renkli ve şanslı bir hayat hissi veriyor. O yaşlarda ve en fazla doksan beş santimetre boyumuzla burayı deneyimlemeyi beraber hayal ettik. Kentin çocuk dostu olduğunu hissettirmesi ve organizasyonların çok farklı ufuklar açtığını görmek, o boydan bakıldığında ve o hayal gücüyle düşlendiğinde daha da heyecan verici oluyor. Okula scooter ile giderken sincaplara günaydın diyen bir zihin; okulda, evde, hayatta mutlu olmaz mı? En önemlisi de bir çocuk olarak değerli hissetmek ve özgür büyümek kendini aşan yetişkinlerin toplumunu oluşturmaz mı? Dilerim ki kendi kentlerimizde çocuklarımıza bu ortamları verebilmek için adımlar atabilelim, iyi çocuklar geyikleri de görebilsin…